Son Dakika



Uluslararası konjonktürdeki son gelişmeler yüzünden Türkiye son zamanlarda eksen tartışmaları ile uğraşmaktadır.

Bir eksen kayması tartışması giderek öne çıkarken, batının Türkiye’deki Truva atı konumundaki bazı kalemşorlar ve mandacı kafa yapısına sahip olan bazı aydınlar, giderek Türkiye Cumhuriyeti’nin bir eksen kaymasına sürüklendiğini ileri sürmektedirler.

Onlara göre Türkiye giderek batı dünyasından kopmakta ve zaman içerisinde doğuya doğru kayarak ciddi bir eksen kayması yaşamaktadır. Batıdan doğuya doğru yaşanmakta olan bu eksen kayması yüzünden Türkiye’nin jeopolitik konumu değişmekte ve Türk devleti giderek bir batılı devlet olmaktan çıkarak üçüncü dünya ya da doğu devletlerine benzemektedir.

En sağcısından en solcusuna kadar yayın organlarına bakıldığında, Türkiye Cumhuriyeti’nin eksen kayması sorununun manşetlerde yer aldığı ve Türk devletinin bu nedenle suçlanarak yönlendirilmeye çalışıldığı gözlemlenmektedir.

Eski dünya düzeninden yeni bir yapılanmaya doğru dünya yuvarlanırken, harita üzerinde yer alan birçok ülkenin jeopolitik konumunun da değiştiği görülmektedir. Türkiye ile ilgili olarak eksen kayması suçlamalarının ya da değerlendirmelerinin yapıldığı bu aşamada, aslında bu gibi yaklaşımların öne çıkmasına neden olan çok ciddi bir jepolitik kayma ile dünyanın karşı karşıya kaldığı görülmektedir.

Eksen kayması yaşayan sadece Türkiye değil ama bütün dünya ülkeleridir, çünkü dünya dengeleri ve güçleri arasındaki çekişmede birden yeni durumların ortaya çıkması kendiliğinden jeopolitik konumu da yönlendirmekte ve ortaya yeni durumların ve dengelerin çıkmasına neden olmaktadır.

Yeryüzü haritasında yer alan her devlet daha güçlü bir konuma gelmek ve diğer devletler ile arasındaki rekabet düzeninde daha iyi bir konuma geçmek ve giderek güçlenerek, uluslararası konumunu daha üstün bir düzeye getirebilmek üzere mücadele etmekte ve bu doğrultuda her gün yeni adımlar atarak geleceğe dönük plan ve projelerini uygulamaktadır. Bu gibi durumlar aslında bütün devletler için doğal karşılanması gereken gelişmelerdir. Her devlet önce eski konumunu korumak ve daha sonra da yeni ortaya çıkan durumlara uyum sağlayabilmek üzere, zamanla değişik politikalar uygulamak zorundadır. Bu açıdan hiçbir devletin birbirini suçlama hakkı yoktu. Her devlet sahip olduğu devlet aklı ile, yeryüzünde ortaya çıkan yeni durumlara ve gelişmelere uyum sağlayarak yoluna devam etmek zorunda kalmaktadır.

Siyasal gelişmelerin gündeme getirdiği yeni jeopolitik konumları bütün devletler yakından izleyerek yeni dengelere göre vaziyet almak zorundadırlar, aksi takdirde yeni değişikliklere ayak uyduramayan devletlerin eski güçlerini yitirdikleri görülmektedir. Bu gibi başarısız devletler ise ayakta kalma şansını yitirdikleri için kısa bir zaman dilimi içerisinde dünya haritasından silinip gitmekte ve böylece bir harita değişikliği kendiliğinden gündeme gelmektedir. Rus Çarlığı, Osmanlı İmparatorluğu ve Avusturya-Macaristan imparatorluğu gibi büyük devletler değişen koşulları anlamakta ve yeni ortaya çıkan durumları değerlendirmekte geç kaldıkları ve gereken önlemleri almakta zorlandıkları için çökmekten kurtulamamışlardır.  Zaman içerisinde bu devletlerin ülkelerinin bulunduğu alanlarda ciddi otorite boşlukları meydana gelmiş ve bu durumun doğal sonucu olarak da dünya savaşları yaşanmıştır.

Yüzyıllarca geniş alanları yöneten büyük imparatorlukların bile çöküşten kurtulamaması, bugünün dünya devletleri açısından önemli derslerle doludur. Merkezi imparatorlukların çöküşü birinci dünya savaşını gündeme getirirken, daha sonra ortaya çıkan ikinci dünya savaşı da batının sömürge imparatorluklarının dağılmasına giden yolu açmıştır. Böylece dünya haritasında önemli değişiklikler ortaya çıkarken, jeopolitik dengeler yeniden oluşmuş ve bu durumda her ülke ya da devlet değişken bir süreç içerisinde kendiliğinden eksen kaymasına sahne olarak başka tür yapılanmalara sahne olmuştur.

EKSEN KAYMASI NE DEMEKTİR?

Eksen kayması, bir ülkenin ya da devletin içinde bulunduğu siyasal konumdan çıkarak, başka bir süreç içerisinde farklı bir jeopolitik duruma gelmesi demektir. Bu gibi durumlar yeryüzündeki güçler dengesine ya da merkezi güç değişmesine bağlı olarak ortaya çıkmaktadır. Dünya haritasında bulunan beş kıta üzerinde hangi ülke daha fazla hegemonya düzeni kurarsa, uluslararası ilişkiler o ülkenin devletinin öncülüğünde ya da yönlendirmesinde gelişmekte ve ülkeler arasındaki jeopolitik konum, bu gibi gelişmelere paralel bir çizgide yeni bir yapılanmaya doğru sürüklenmektedir.

Tek merkezli ya da çok merkezli dünya dengelerinde ülkelerin jeopolitik konumları güç merkezlerinin aldığı kararlar doğrultusunda biçimlenmekte, onların izlediği yollara göre yeni yapılanmalar ortaya çıkmaktadır.

En büyük güç sahibi olan devlet merkezi ülke konumuna gelince, dünya haritası buna göre yeniden belirlenmekte, merkez ülkeden hareketle diğer ülkeler yan ülkeler, kenar ülkeler, köprü ülkeler ve ara ya da arka bölgeler gibi farklı konumlara sahip olmaktadırlar. Önemli olan merkezin neresi olacağıdır. Merkezi devlet konumuna herhangi bir büyük devlet geldi mi, bu yeni merkezin etrafında kenar yan ve köprü ülkeler ortaya çıkmakta ve dünyanın geri kalan bölgeleri de merkezi yapının bulunduğu bu bölgeye göre belirlenmektedir.

(...)

Osmanlı İmparatorluğunun çöküşü ile başlayan geçiş süreci, daha sonraki aşamada Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla devam etmiş ve dünya yeniden bugünkü gergin ortama gelmiştir. Avrupa merkezli yapılanmadan Amerika merkezli dünyaya geçişi sağlayan dünya savaşları sonrasında, merkezi alanda Osmanlı devleti gibi bir büyük yapılanma gerçekleştirilemediği için, otorite boşluğu devam etmekte ve yeni ortaya çıkan büyük devletlerin oluşturduğu güç merkezleri arasındaki çekişme ve çatışmalar dünya barışını ortadan kaldıracak derecede etkili olabilmektedir. Orta Doğu’yu ele geçiremeyen Sovyetler Birliği yirminci yüzyılın sonlarında yıkılmak zorunda kalırken, Osmanlı sonrasında merkezi alana gelen İngiltere ve Fransa gibi batılı emperyal güçler de  Osmanlı hinterlandında kendi hegemonya düzenlerini tam olarak kuramamışlardır.

İkinci dünya savaşı sonrasında bölgeye gelen Amerika Birleşik Devletleri  Türkiye üzerinden merkezi alana yerleşirken kendi yavrusu olarak İsrail’i kurmuş ve bu yahudi devletinin güvenliği için seferber olarak eski Osmanlı ülkeleri üzerinde çok ciddi bir baskı  düzeni uygulamaya başlamıştır. Savaş sonrası dönemde bölgeye özgürlük ve demokrasi getiriyor görünümünde giren ABD emperyalizmi, sonraki yıllarda İsrail siyonizmi için uygun bir ortam hazırlamış ve merkezi alandaki bu otorite boşluğunu yirminci yüzyılın ortalarından sonra, ABD emperyalizmi ile İsrail siyonizmi ortaklaşa doldurmaya çalışmışlardır.

ABD merkezi alana Türkiye üzerinden girerken, Türk ülkesini bir askeri üs konumuna çevirmiş ve Türkiye topraklarında kurduğu askeri üsleri ise, İslam dünyasının tam ortasında kurulan yahudi devletinin korunması doğrultusunda şemsiye olarak kullanmıştır. ABD Türkiye’ye gelerek gizlice ülke içine yerleşirken ya da  İsrail’in güvenliği için uluslarası hukuka aykırı biçimde İncirlik gibi  askeri üsleri kurarken, Türkiye için bir eksen kayması söz konusu değil ama, Türkiye ile ABD  ve İsrail , merkezi alandaki batı hegemonyası ya da siyonizm egemenliği  için ters düştüğü ya da Türkiye Cumhuriyeti ulusal çıkarları doğrultusunda kendisini savunmak durumunda kaldığı zaman, hemen Türkiye için eksen kayması suçlamaları yapılması, gerçekten içtenlikten uzak  ve tamamen emperyal amaçlı saldırılar doğrultusunda  gündeme getirilen  suçlamalar olarak görülmektedir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin bugün karşı karşıya kaldığı eksen kayması suçlamaları, gene gerçeklere uymamakta ve Atatürk’ün ülkesi üzerindeki etkilerini yitiren batılı emperyal güçlerin bu yüzden feryat etmelerinden başka bir anlam taşımamaktadır.

Soğuk savaş koşullarının korku ortamında Türk devletini ve ülkesini kolaylıkla kendi emperyal çıkarları doğrultusunda kullanabilen batılı emperyal devletler ya da güçler, değişen koşullarda Türkiye’yi kendi istedikleri yönlere çekemeyince ya da kullanamayınca, hemen Türkiye’nin eksen değiştirdiği çığlıklarıyla öne çıkarak gene eski oyunlarına devam etmektedirler.

Bu oyunun artık sonuna gelindiği ve soğuk savaş koşullanmalarıyla Türk devletinin batılıların çıkarları için bir yerlere sürüklenemeyeceği iyice görülmektedir.

Emperyalistlerin ve siyonistlerin telaşı ve feryatlarının nedeni, aslında Türk devletinin ve milletinin bu alanda uyanmasıdır.

Bir daha eski oyunlar ile Türkleri kandırmak, ya da Avrupa, Amerika ve İsrail’in çıkarları doğrultusunda merkezi coğrafyadaki Atatürk cumhuriyetinin batılılar tarafından kullanılması artık mümkün olamayacaktır.

Avrupa Birliği sürecinde Türkiye bu yüzyılın başlarında toplanan Lüksemburg zirvesine davet edilmemiş ve bir anlamda batılıların bu önemli uluslararası örgütlenmesinin dışında tutulmuştur. AB zirvesinden kovulan Türkiye Cumhuriyeti aynı yıl içinde İran’ın başkent’i Tahran’da toplanan İslam zirvesi toplantısından da dışlanmıştır.

O dönemin cumhurbaşkanı Süleyman Demirel Tahran İslam zirvesini terketmek zorunda kaldığı aşamada, Türkiye doğuluların uluslararası yapılanmasından da uzak tutulmuştur. Avrupa Birliği ve İslam Birliği gibi uluslararası yapılanmalardan aynı zaman dilimi içerisinde kovulmak durumunda kalan Türkiye, açıkça iki merkez arasında kaldığını ve giderek kilise ile cami arasına sıkıştığını görünce, bu kez de İsrail üzerinde havra ya da sinagog çıkarması ile karşı karşıya kalmıştır.

Doğu batı arasında din farklılığının arasına sıkışıp kalan Türkiye’nin güneyden bir de İsrail zorlamasıyla iyice merkeze doğru itildiği anlaşılmıştır.

(...)

Müslüman kimliği yüzünden Avrupa Birliği Türkiye’yi içine almamakta kararlı görünürken aslında Türkiye’yi doğu bölgesine doğru itmektedir.

Ne var ki, laik devlet yapılanması nedeniyle de Türkiye İslam Birliğinden dışlanmaya çalışılmaktadır.  Bulunduğu konumu ile ne doğuya ne de batıya yar olabilen Türkiye’nin giderek doğu ile batı arasına sıkıştığı anlaşılmaktadır.

Böylesine bir sıkışıklık Türkiye’yi zaman içerisinde eritip ortadan kaldıracağı için, iki dünya arasında yalnız kalan, giderek sıkışıp silinmek tehlikesine maruz kalan Türkiye’nin böylesine bir durumda daha uzun süre varlığını sürdürmesi beklenemez.

Yeni ortaya çıkan jeopolitik dengeler çerçevesinde Türkiye’nin bir güncel değerlendirme yaparak konumunu her yönü ile belirlemesi ve buna göre yeni bir yol izlemesi gerekmektedir. Türk devleti bunu yapabilirse varlığını koruyabilecek, yapamazsa Osmanlı devleti gibi bu coğrafyadan silinip gidecektir.

Roma, Bizans, Hazar ve Selçuklu İmparatorlukları gibi merkezi büyük devletler de uzun süren hegemonyalarına rağmen, yeni içine girilen dönemlerde ortaya çıkan değişmeleri algılamakta geç kalınca dağılmaktan kurtulamamışlardır. Rus devleti ise geçmişten dersini almış, imparatorluk biterken bir ideolojik yeni devlet yapılanmasına geçmiş, ideolojik devletin bittiği aşamada ise geniş bölgesel bir federasyona giderek merkezi devlet yapısını koruyabilmiştir.

Osmanlı devleti ise, başkent İstanbul’un batılı emperyal güçler ve onların yerli işbirlikçileri tarafından ele geçirildiği için teslim olarak bağımsız konumunu yitirince imparatorluk sona ermiştir. Yeni Türk devleti ise, bu kez Anadolu topraklarının tam ortasında yer alan Ankara’da bir ulusal kurtuluş savaşı sonrasında kurulabilmiştir.

Türklerin başkenti değişirken Rusların başkenti aynı kalmış, bu yüzden de Rus devleti Türk devletinden yüz yıl daha ileri bir düzeye gelme şansını elde edebilmiştir. Türkler İstanbul’dan Ankara’ya gelirken ve Anadolu bozkırında çağdaş bir cumhuriyeti kurarlarken, devletler arası rekabet yarışında Rusya’dan en az bir yüzyıl geri kalmışlardır.

YAYGARANIN NEDENİ

Bugün sanki bütün olup bitenlerden Türkiye suçluymuş gibi bir ortam yaratılarak, Türkiye Cumhuriyeti gene batı emperyalizmi ve İsrail siyonizminin çıkarları doğrultusunda bu bölgede kullanılmaya çalışılmaktadır. Ne var ki, bu aşamadan sonra artık papazın pilav yemesi zor görünmektedir.

(...)Eskiden gerçekleri dile getiren aydınları çıkar çevreleri ve emperyal güçlerin Truva atları konumundaki mandacı ve işbirlikçiler komplocular suçlarken, şimdi tamamen tersi bir durum ortaya çıkmakta ve Türk halkı gerçekleri görürken, bu gibi oyunlara eskisi gibi devam etmek isteyenlerin belirli komploların suçlusu olduğu önceden tespit edilerek topluma açıklanabilmektedir.

Halkı aydınlatanları komploculukla suçlayan işbirlikçilerin , aslında gerçek komplocular olduğu ortaya çıkınca ve  kitleler  bu doğrultuda bilinçlenerek uyanmaya başladığında  her şey ters yüz olmakta ve artık batı emperyalizmi ile İsrail siyonizmi Türkiye’yi eskisi gibi yönlendiremez bir duruma düşmektedirler. Türkiye’yi bu aşamada eskisi gibi doğu ülkelerine karşı kullanamayanlar eksen kayması suçlamasıyla, Atatürk’ün devletini mahkûm etmeye ve bu yönden köşeye sıkıştırarak batının denetiminde yeniden kullanmaya çalışmaktadırlar.

(...) Kontrol dışı bırakılacak bir Türkiye’nin ulusal çıkarları doğrultusunda eski Osmanlı ya da Selçuklu İmparatorlukları gibi büyük ve güçlü devlet yapılanmasına dönebileceği kuşkusu, batılıları ve siyonistleri fazlasıyla korkutmakta ve rahatsız etmektedir. Bütün yaygara buradan kopmaktadır.

Avrupa Birliğinin dışında bırakılan Türk devleti yeni dönemde, Orta Doğunun savaş alanına dönüşen topraklarında yalnız kalmamak üzere komşularıyla yeni ilişkilere girmekte ve dayanışma düzeni sağlayarak, bölge güvenliğini  sağlama almak istemektedir.

Yeni dış işleri bakanının bu doğrultuda geliştirmeye çalıştığı komşularla sıfır sorun politikasının son dönemlerde fazlasıyla olumlu sonuçlarını Türkiye görmeye  başladığı aşamada, yavaş yavaş bir bölgesel birliktelik arayışı tıpkı Avrupa kıtasında olduğu gibi gündeme gelmektedir.

Avrupa’ya alınmayan bu Avrasya’nın merkez ülkesinin Orta Doğu’daki yeni barış ve düzen arayışlarının dışında kalması, Türkiye’nin ulusal çıkarları açısından düşünülemeyeceği için, Avrupa ülkeleri İsrail ve ABD üçlüsü daha fazla patırtı kütürtü çıkararak Türk devletinin yeni dönemdeki konumunu fazlasıyla tartışma konusu yapmaktadırlar.

Türk basını içinde yer alan maaşlı ve kadrolu ajanları aracılığı ile Türkiye’yi eskisi gibi batı blokunun kontrolü altında tutma çabalarının, ne derece komik ve gayriciddi yazılara konu olduğu son dönemlerde siyonizmin denetimi altındaki sermaye basını ve işbirlikçi dinci yayın organlarında göze çarpmaktadır. Bu gibi eski teranelerin döndüre döndüre tekrar edilmesinden artık iyice rahatsız olan Türk halkının, son dönemlerdeki komşu ülkelere doğru geliştirilen iş birliği ve barış yaklaşımlarını fazlasıyla benimsediği görülmektedir.

Devlet ile milletin bu doğrultuda yakınlaşması, hükümetin ise birçok yanlıştan sonra bu doğrultuda doğru adımlar atması birbirini destekleyince, batılı emperyalistler ile İsrail siyonistlerinin çıkardığı gürültü giderek artmıştır. Türkiye sürekli olarak batıdan bu doğrultuda sıkıştırılınca, bazı uluslararası ilişkiler kesilmekte ve bazı sorunlarda ise, Türkiye’ye karşı batılılar yeni gerginlik senaryoları öne sürmektedirler.

(...)  Bölge güvenliği açısından Irak ve İran’ın nükleer silahları önlenirken, İsrail’in bu silahlara sahip olması ciddi bir haksızlık ve dengesizlik yarattığı için, Türkiye bu aşamada siyonizmin kontrolü altındaki batılı güçler ile değil ama kendi güvenliği açısından komşularıyla ve özellikle İran ile beraber hareket etmeye başlamıştır.

Enerji kaynaklarında başlayan iş birliği giderek bir bölgesel dayanışmaya dönüşme eğilimleri gösterince, başta İsrail olmak üzere batılı ülkelerin Türkiye’ye yönelik eksen kayması suçlamaları birbiri ardı sıra yoğun bir biçimde gündeme getirilmiştir.

Üçüncü dünya savaşı sürecinde doğu ile batının sınırlarının, Türkiye ve İran sınırı olarak belirlendiğini İngiliz kaynakları açıklamışlardır. Dünyayı beş yüz yıl yönetmiş olan İngiltere’nin, İsrail siyonizminin dünyaya egemen olabilmesi doğrultusunda bir üçüncü dünya savaşı istemediği ve bu nedenle birçok gerçeği dünya kamuoyunun bilgilerine sunduğu anlaşılmaktadır.

Türk-İran sınırı üçüncü dünya savaşı sürecinde doğu batı sınırı olarak belirlendiğine göre, Türkiye batının İran’da doğunun cephe ülkeleri konumuna sürüklenmektedir. İkinci dünya savaşı sırasında Almanya Sovyetler Birliği ile merkezde savaşırken, bir cephe ülkesi konumuna sürüklenmiş ve bu yüzden milyonlarca insan öldürülmüştür. Üçüncü dünya savaşı öncesinde Türkiye ve İran doğu-batı savaşının cephe ülkeleri konumuna sürüklenmekte ve tıpkı Almanya’da olduğu gibi milyonlarca İran ve Anadolu Türkü ölüme mahkûm edilmek istenmektedir. Böylesine bir durum hem Türkiye hem de İran açısından kabul edilemeyecek bir sorundur. Hiçbir ülke savaşın cephe ülkesi olmayı istemeyeceği gibi, Türkiye ve İran ‘da kendi ülkelerinde bir füze ya da atom savaşı istemeyecek kadar büyük ve ciddi devletlerdir. Böylesine bir büyüklük ve ciddilik her türlü ayırımın ve farklılığın ötesinde bu iki büyük merkezi devletin bir araya gelmesini ve savaşı önleyici doğrultuda önlemler alabilme çizgisinde  işbirliğini geliştirmelerini sağlamıştır.

İran nüfusunun büyük çoğunluğunun Türk asıllı olması nedeniyle, iki Türk ülkesinin ya da devletinin emperyalistler ya da siyonistler yüzünden birbirini yok etmesi gibi bir saçmalığa alet olmayacakları ortaya çıkmıştır. Bu durumda, önce terör ve savaşın önlenmesi gerekmektedir. Diğer konular ve farklılıklar savaş riski devam ettiği sürece ikinci planda kalmaktadır.

Emperyalistler ise iki ülke arasındaki farklılıkları kışkırtarak, bir Türk-İran iş birliğini önlemeye çalışmakta ve bu doğrultuda   çalışan savaş lobileri de İran ile Türkiye’yi cephe ülkesine dönüştürebilmenin yollarını aramaktadırlar.

İRAN-TÜRKİYE

İran ile Türkiye dört yüz yıla yakın bir süre birbiriyle savaşmayarak merkezi coğrafyada güçlü iki ülke olarak varlıklarını korumuşlardır. Bugün gelinen noktada İsrail siyonizmi ya da ABD emperyalizmi yüzünden iki ülke birbirleriyle savaşmayacak kadar derin bilgi ve deneyime sahiptir.

Türkiye batıdan dışlandığı bu aşamada batı emperyalizminin doğuya yönelik bir üçüncü dünya savaşı girişiminin cephe ülkesi olmamak için, merkezi ülke konumunu güçlendirmelidir. Türkiye batı ya da doğu olmadığı içindir ki, artık merkezi ülke olarak hareket etmek zorundadır.

Ayrıca bu konumunu güçlendirebilmek için de merkezin diğer ülkesi olan İran ile yakınlaşarak tekrar eskiden olduğu gibi, Selçuklu İmparatorluğu çatısı altında iki ülke nasıl birlikte var olduysa, benzeri bir Yeni Selçuklu yaklaşımı çerçevesinde geleceğe dönük bir bölgesel birlikteliğin temellerini de atmalıdır.  Atatürk döneminde İran ve Türkiye birlikteliği nasıl Sadabat Paktı ile bir merkezi ortaklığa dönüştürüldü ise, bugün de merkezi coğrafyada var olan bütün devletler İran ve Türkiye ortaklığının çatısı altında oluşturulacak bir merkezi birliğin üyesi olabilirler.

İran ve Türkiye arasında yer alan Azerbaycan’ın başkenti olan Bakü’de bir araya gelecek iki büyük ülke böylesine bir merkezi birlikteliğin temellerini atabilirler ve böylesine bir yapılanmayı tıpkı Avrupa Birliğinde olduğu gibi bölgesel bir kurumlaşmaya dönüştürebilirler.

O zaman İran-Türkiye cepheleri üzerinden gerçekleştirilmek istenen bütün savaş senaryoları devre dışı kalacak, savaş için tırmandırılan bölücü etnik terör önlenebilecek, Irak, Suriye, Azerbaycan ve Gürcistan’ın da üye olarak katılacağı merkezi devletler birliği, üçüncü dünya savaşının çıkartılmak istendiği orta alanda dünya barışının kurucusu ve güvencesi olarak   var olacaktır.

Emperyal ya da siyonist hegemonya peşinde koşanların çıkarmaya çalıştığı üçüncü dünya savaşını önleyecek en önemli adım Türkiye ve İran ortaklığında oluşturulacak bir bölgesel pakttır. Sadabat ya da Bağdat Paktlarının merkezi barış düzeni için daha önceden kurulduğu bu topraklarda Cento ve RCD gibi bölgesel güvenlik ya da kalkınma örgütleri de kurulabilmiştir.

Bugün bunların benzerleri yeniden kurularak, üçüncü dünya savaşı senaryolarının önü kesilebilir.

Türkiye’nin böylesine bir merkezi yapılanma için doğuya yönelmesine gerek olmayacağı için, bir eksen kayması yaşanmayacaktır.

Türkiye doğuya ya da batıya kaymadan bulunduğu bölgede sıkı duracak, merkezin güçlü temsilcisi olarak diğer merkezi devlet olan İran ile ortaklık kurarak ve bölgede geleceğe dönük bir  yapılanmaya öncülük ederek, üçüncü dünya savaşına giden bütün yolları merkezi alanda kesecektir.

Türkiye batı emperyalizmi ile doğu ülkeleri arasında merkezi coğrafyada gerçekleşecek bir üçüncü dünya savaşını, İran ile ortaklık kurarak önleyebilecek ve merkezi alandaki otorite boşluğunu doldurarak, çok kutuplu dünyada kutup merkezlerinin dünyanın orta bölgesinde  hegemonya amaçlı emperyalist saldırılara  kalkışmasına izin vermeyecektir.

O zaman bundan sonra "ne doğu ne de batı ama önce merkez” düşüncesi, Türkiye’nin ana hedefi olacaktır.

Merkezde her yönden güçlü bir Türkiye komşuları ile kuracağı bölgesel birlik sayesinde dünya barışının kurucusu ve güvencesi olabilecektir.

Yeni ortaya çıkan durum karşısında emperyalistlerin söylediği gibi eksen kayması olmayacak, Türkiye üzerinde kurulu bulunduğu merkezi coğrafya topraklarına çivi çakarak konumunu daha da güçlendirecektir.

Türkiye’nin geleceği ne doğu da ne de batıdadır. Türkiye’nin geleceği devletin ülkesi olarak üzerinde bulunduğu topraklardadır. Türkiye bu nedenle, bundan sonra daha fazla merkezi politikalar uygulayarak hem kendisini hem de komşularıyla dayanışma içerisinde gerçekleştirilmesi gereken merkezi yapılanmayı güçlendirmek zorundadır.

GÜNCEL 'BLOK'LAR

(...) Batı bloku kendi içinde dörde bölünürken, dünya haritasının doğu bölgelerinde yer alan Rusya, Çin, Hindistan ve Avustralya gibi kıtasal büyüklükteki devletler  yeni dört büyük güç olarak öne çıkarken, batı bloku gibi doğu dünyasında da dört kutuplu yepyeni bir yapılanma gündeme gelmiştir.

Artık, Türkiye gibi bir merkezi coğrafya ülkesinin parçalanmış olan doğu ya da batı blokları içinde yer alması mümkün olamayacaktır.

Bu nedenle, Türkiye’nin geleceği ne batıda ne de doğuda değildir. Doğu ve Batı blokları içinde yer alan dörder büyük ülkenin bir araya gelerek tek kutup halinde hareket etmeleri bu aşamada görülmediği için, Türkiye üç kıta arasındaki konumu ile kendisinin merkezinde yer aldığı bir merkezi ittifak ya da güvenlik paktını, dünya barışı için bir an önce gerçekleştirmek zorundadır.

Bugünün koşullarında bir üçüncü dünya savaşı çıkartmak isteyen emperyalist güçlerin önünün kesilebilmesi için, orta dünyada yer alan devletlerin bir araya gelerek merkezi devletler birliği içinde yerlerini almaları kaçınılmazdır.

(...) Osmanlı alanında Büyük Türkiye yaratacak bu tür bir güvenlik örgütlenmesi hem doğu batı savaşının hem de yeni kutup başlarının ortaya çıkmasıyla gündeme gelen çok kutuplu çatışma risklerinin önlenmesinde dünya barışına hizmet edecektir.

Artık insanoğlu ciddi bir bilgi düzeyine sahip olduğu için, her türlü savaş senaryosuna orta dünyada karşı çıkılacaktır. Bu nedenle artık gelecek için, "ne doğu, ne de batı, ama merkez" yaklaşımında birleşmekte yarar vardır.

(Yazının tamamını buradan okuyabilirsiniz)

Prof. Dr. Anıl Çeçen
Gerçek Edebiyat

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)