Metin Demirtaş'da Başkaldırı İmgesi Olarak Che Guevara / Halit Payza
Küba’da Temmuzun 26’sında Fidel Castro Ruz- ki o zamanlar bir öğrenci lideridir- Santiago de Cuba’da hiç kimsenin yapmaya cesaret edemeyeceği bir şeyi yapıyor. Mancada kışlasına saldırıyor. Bu müthiş bir şey… Muhtemelen Che de ilk kez Castro adını duyuyor.
9 Temmuz 1955. Bu tarih, en azından Küba’nın tarihinin yeniden belirlenmesi, suların akışının başka türlü olacağı bir tarihtir. İki dev bu tarihte bir araya geleceklerdir. Bu tarihte Che, Castro ile ilk kez birliktedirler. Gece yarısına iki saat kalmıştır. Ev Republica Meydanı’na yakın bir yerlerdedir: Emparan Sokağı No: 49. Fidel o tarihte otuz yaşında. Che yirmi yedi. Fidel bir doksan boyunda, Che’den daha uzun. Che, Fidel’e oranla daha zayıf. Koltukların birinde Castro, diğerinde Che oturuyor. Her ikisi de birer kahraman. İsimleri sınırları aşmış. Maria Antonia Sanchez Gonzales ev sahibi.
Sabaha kadar konuşuyorlar. Sonra güneş doğuyor. Onlar hala konuşuyorlar. Ortalık aydınlanınca birbirlerini kucaklayarak ayrılıyorlar. Che o zaman net bir biçimde geleceği tasarlayabiliyor. Küba’ya karşı üzerine düşen görevi eksiksiz yerine getirecektir. Zaferden sonra yeniden başka ülkelerde devrimci yükümlülüklerini yerine getirmek üzere yollara düşecektir. Bir yere oturup kalmayı göze almıyor. Hep yollarda ve hep devrimci… Küba’ya savaşmaya gitmeyi göze aldığında, belki bir daha karısını ve çocuğunu görememek de var. Kendi ölümünü düşünmüyor bile, geri dönememek de var. Ama Che bu.
Fidel, Cüba’ya sahilden çıkacak, oradan Sierra Maestra’yı aşacak. Önlerinde dağlık bir alan var. İşgali oradan başlatacak. Plan bu. Ve slogan da hazır : “1956’da, ya özgür olacağız, ya öleceğiz.” Başka bir yöntemi, yolu, yordamı yok bu işin. Şakaya gelmez yani, ciddiye alacaksın. Bir yat bulunmuştur bile bu işi gerçekleştirmek üzere. Özgürlük rüzgârları denizden karaya esecektir. Yatın adı Granma, yani büyükanne. Yat bir Kuzey Amerikalıdan satın alınmış. 1943’te yapılmış bir tekne. Ahşap. 13.25 metre uzunluğunda, 4.79 metre genişliğinde. Altı silindirli. 6 M4 hacimli iki dizel Grey General tipi motoru olan ahşap bir tekne. Durumu pek parlak sayılmaz, pek de kötü değil. İşe yarar. Hem zaten mavi yolculuğa çıkacak değiller ya, alt tarafı devrim yapacaklar. Dört deposu var ve sekiz ton yakıt alabilecek kapasiteye sahip. Gerisi can sağlığı… Saatte tüketse tüketse yirmi litre mazot tüketir. 25 Kasım l956’da Granma, Sierra Maestra’ya doğru harekete geçiyor. Yolculuk ya özgürlüğe ya ölüme… Karanlık, yağmurlu pis bir gece…
Batista da boş durmuyor, sinek avlamıyor tabi. Sahil Güvenlik uyarılmış. Hava kuvvetleri de gözetimde. C-47, B-25 uçakları keşif görevinde. Kara birlikleri çıkartmanın yapılacağı kıyıya sevk edilmiş. Tam kedi fare oyunu… Büyükannenin yaptığı beş günlük yolculukta yiyecek stokları tükenmiş. Che’nin ilaçları yanında değil. Biliyorsun lanet olası astım krizi tutarsa, canının okunması işten bile değil. Hem de böyle bir anda. Felaket.
Che mi? Arkadaşımızdır, bütün devrimcilerin arkadaşı… Bizim de Che’lerimiz oldu; Deniz, Yusuf, Hüseyin, Mahir ve diğerleri…
Metin Demirtaş, bu yüzdendir ki, “Bizim de dağlarımız vardır Che Guevara” der. Bizim dağlarımız da Küba’nınki kader hareketli olmuştur atmışlı yılların sonlarında. Şimdi durgundur, “bir şahan gibi” duruyordur. Demirtaş, Che Guevara adını verdiği şiirinde bunun gerekçesini şöyle açıklar; “Yorgundur, savaşlar görmüştür, çeteciler barındırmıştır/Yani satılmış değillerdir hiç tüfek patlamıyorsa/Alaçamın, mor meşenin ardına silah çatıp yatmaya/Bizim de dağlarımız vardır Che Guevara”
İşte, tam o anda tekneden bir gitar sesi yükseliyor: Guantanamera, guajira guantanamera. Cuba’lı bir halk şarkısı…
Bizim de halkımız vardır, türküleriyle çoşar ve öyle yaşar. Metin Demirtaş da öyle yazıyor zaten, “Bizim de halkımız vardır Che Guevara” diyor, “Unutulmuş uzak tarlalar yalazında/Sazıyla, türküleriyle kardeşliğe vurgun/Bütün ulusların halkları gibi/Ve yalnız büyük fırtınalarla kımıldayan/Bizim de halkımız vardır Che Guevara”
Türkü dediğin nedir ki? Coşarsın, kızarsın, seversin, ağıt yakarsın, yüreğinle bir ezgi tutturursun, türküdür. Veysel’in “seversin, kavuşamazsın aşk olur” dediği gibi, Leyla ve Mecnun gibi. Leylâ biliniyor, dillere destan bir güzel değil, Mecnun’a sormuşlar “bütün çektiklerin bunun için mi?” Mecnun gülümsemiş, “Hayır,” demiş, “Gönlümdeki Leylâ içindi.” Buna ilişkin başka bir öykü daha anlatılır. Halife Harun Reşit, Leylâ’nın güzelliğini kendi gözleriyle görmek istemiş, saraya davet etmiş, Leylâ peçesini çıkartınca, söylendiği kadar güzel olmadığını görmüş, bunu da söylemiş Leylâ’ya. Leylâ, şöyle yanıtlamış Halifeyi “Evet o kadar güzel değilim ama sen Mecnun değilsin. Sen bir de beni Mecnun’un gözleriyle görmelisin!” İlle de aşk olması gerekmez tabi ki, türkülerde ölüm vardır, özlem vardır, çünkü ayrılık da türkülere dâhil. Bu yüzdendir ki türküler ezgilerine göre ya uzun havalardan oluşmaktadır, ya da kırık havalardan… Kırık bir yaşama tam bir türkü yaraşmaz, kırık dökük olması bundandır. Metin Demirtaş’ın buna da sözü vardır söylenecek; “Bizim de ozanlarımız vardır Che Guevara/Sağ çıkmış güneşsiz taş odalardan/Yüreğiyle barışa, sevgiye yönelmiş/Çelik öfke bir yanı, bir yanı uysal mavi/Eğilmeden dimdik geçmiş demir kapılardan/Bizim de yiğit insanlarımız vardır Che Guevara”
Granma’nın yolcuları balık istifi, deniz içlerinde ne varsa dışarı çıkartmış. Kimsede Guantanamera, guajira guantanamera’yı dinleyecek hâl yok. Bitmiş adamlar. Ve tam o anda Che’nin meşhur astım krizi... Aksilikler bu kadarla da kalmıyor tabi. Su da bitiyor ama Küba kıyıları bir türlü gözükmüyor. Cayo Curuz, gözcü, karayı göreceğim diye, kaptan kamarasının damına bir iniyor, bir çıkıyor. Üç, beş, on. Sonra ayağı takılıyor ve hop denize.
2 Aralık l956’da Granma bataklığa saplanıyor. Al başına belayı. Bataklığın olduğu bölgenin adı El purgatorio. Yani Araf. Ne cennet, ne cehennem… Tam arada bir yer. Önlerinde mangrov ormanı, sakız ağaçları. Ayaklarının altı bataklık, çürümüş sarmaşıklar. Ağaçların yaprakları bıçak gibi keskin... Tam sekiz arkadaşlarını yitiriyorlar bataklıkta. Al sana daha tek silah atmadan sekiz kayıp. Bir balıkçı teknesi, terk edilmiş Granma’yı görüyor. Hemen tekneyi ihbar ediyor. Gerillaların yerleri tespit ediliyor. Yetmiş dört kişiler. Üç kişi teknenin istiap haddini aştığından binememiş, sekiz kişi kayıp. Açlıklarını bastırmak üzere yemek yerlerken FAC uçaklarının birbiri ardına patlayan bombalarının seslerini duyuyorlar. Uçaklar rastgele mangrov ormanlarını bombalıyor.
Che’ye ilk Che adını veren kimdir?
Bir başka gerilla… Arkadaşı ... Adı Nico Lopez.
Metin Demirtaş, Che’ye selam gönderirken ve anarken adını, bizim devrimci delikanlıları da ekliyor devrimcilikleriyle Kuba’lı devrimcilere. “Bizim de delikanlılarımız vardır Che Guevara/Yokluklarından bi yol kopup gelmiş/Üç zeytin, az ekmek üniversitelerde/Su gibi kızlar çarpar önce, alkol vurur/Öfkeli dolanırlar caddelerde/Ve başkaldırırlar akılları suya erende//Çünkü Vietnam hepimizin Vietnam’ı/Kongo hepimizin Kongo’su/Bir kere özsu yürümüştür dallara/Patlayacaktır ağır sancılarla karanlıklar/Varmak için o güzel yarınlara/Bizim de dağlarımız vardır Che Guevara”
Küba’nın kır gerillası ile başlayan ve başarıya ulaşan devriminin Metin Demirtaş’a yeni bir umut verdiğini görüyoruz. 68’li yıllarda devrimci gençlik için de bir yöntemdir kır gerillası. Devrimin kentlerden yapılamayacağı düşünüldüğünde, kır yeni bir çıkış yöntemi olarak benimsenir. Devrim kentselin ötesinde kırsal yoksulluğu ve yoksunluğu yaşan köylerden/kırlardan başlayacaktır ve kentlere uzanacaktır. Böyle düşünülür.
Şair duyarlılığı ile Metin Demirtaş da Küba deneyimini kazanç sayar ve örnek kabul eder. Emperyalizme, Amerika’nın burnunun dibinde başkaldırmış olması ve başarması yeni umuttur, her ne kadar emperyalizmin kuşatmışlığına karşın. “Eli Kolu Bağlı Da Olsa Küba Bir Umuttur Orada” başlıklı şiirinde bunu işaret etmekten kendini alıkoyamaz Metin Demirtaş. “Küba!/Koca kürede ışıklı bir nokta./Teslim olmuyor/Direniyor, insanlığın onuru adına./Öte yakada kudurmuş böğürüyor sömürünün devi:/-Ya eğil herkes gibi ya öl!/Sosyalizmin vefalı oğlu/Gençliğimizin taptaze sesiyle/Ve ekmek su gibi yalın sözcüklerle/Yanıtlıyor bu homurtuyu:/-Ya barbarlık, toptan yıkım/Ya sosyalizm!/Küba!/Antiller’in ışığı kuşatılmış seher yıldızı!/Destansı şarkısı Che Guevara’nın…/Küba/ Şarkının, şiirin sesi/-Özgürlüğün ve aydınlığın delisi-/Jose Marti’nin, Fidel’in ülkesi!/Elin kolun bağlı biliyorum./Biliyorum çöküldü ümüğüne çocuklarının./Diren, bak her yerde/Ufak ufak/Toparlanmakta umudun ordusu.”
Metin Demirtaş’ın şiiri devrimci bir şiirdir. Devrimci kaynaklardan beslenmiştir ve devrimci kaynakları beslemiştir. Beslendiği devrimci damardan aldığını, yine devrimci damarlara veren, devrimci şiire yeni bir kan taşıyan şiirlerdir yazdıkları. Emekçi olması ve sınıf bilincini bilmesi şiirinin çıkış noktasıdır. Şairdir ve emekçidir, hangisini öne koyar bilinmez ama ayrılmaz da! Emekçi olması şiire götürmüştür onu. Fabrikalarda emekçidir ve yazarken şair.
Che Guevara, Metin Demirtaş’ın yaşamında önemli bir imgedir. Türk şiirinin en güzel şiirlerinden birini yazdırmıştır ve en güzel çağlarda tutsak düşürmüştür. Che Guevara’yı 1967’de yazar Demirtaş şiirini. Türk Solu Gazetesi’nin ikinci sayısında yayımlanır. 68’e bir vardır ve Türkiye yeni bir oluşum, devrimci bir yapılanma içerisindedir. Dönemin egemenleri şiirden rahatsız olurlar. Komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle, Faşist İtalyan Ceza Yasası’ndan aktarılan ünlü 142. Madde uyarınca tutuklanır. Ankara Cezaevinde hapis yatar. Bu ilk tutuklanışı olmayacaktır, 12 Mart 1971 darbesi ile ülke karanlığa ve bataklığa çekilirken, Metin Demirtaş aynı maddeden bir kez daha tutuklanacak,yargılanacak ve aklanacaktır.
Umudun şairidir Metin Demirtaş ve umutsuzluk yasaktır. Her olumsuzlukta yenilmek, kabullenmek yerine direnmeyi önerecek, düşünecektir. Aynı adı taşıyan “Umutsuzluk Yasak” şiirinde; “Kar dalları örttü/Kavruldu en yamanı çiçeklerin/Kalbim, katlan bunlara/Çünkü kıştır yaşanılan/Amansız, limansız bir kış/Ve sarılmışız dört bir yandan//Ama düşün kalbim/Düşün, kavgayla kazanılacak dostları/Direnin, adressiz yaşayan dostları/Fışkıracak ekinleri/İlkyazla karlar altından//Ve doludizgin geçerek/Her acıyı bir sevinçle/Yolu yok kalbim/ Sağ çıkacağız bu acılardan//Çünkü umutsuzluk yasak/Yılgın türküler söylemek de/Çünkü yürüyor umudun ordusu/Umutsuzluğu kurşuna dizerek” diyecektir.
Nihat Behram, Metin Demirtaş’ı arıya, ana kucağına, toprağa kök salan ağaca benzetiyor;”Bir de arı çiçektozunu böyle özümser, böyle sağar nektarı. Bir de ana kucağı böyle sıcak, dost kapısı böyle açıktır. Bir de kök toprağı böyle sarar; halkın öz evladı, halkının acısını böyle duyar... Demem o ki: Metin Demirtaş, şiiri böyle özümsemiştir” (*) Behram, Metin Demirtaş’ta, Attila Josef’in pürüzsüz dikliğini; Yesenin’in hüzünlü düzlüğünü, Karacaoğlan’ın kırışıksız sevdasını, Dadaloğlu’nun sönümsüz narasını, Ahmet Arif’in, Enver Gökçe’nin sırdaşı, ses kardeşliğini, Lorca’nın inceliğini, Nâzım Hikmet’in direncini bulur. “Che’nin yoldaşıdır. Eğilmez bükülmezliğini, Lenin onurundan, umut doruğundan alır. Sabırla öfkenin kesiştiği yerden… Ondan ki soluğunda, hem ayrılık acısı tüter, hem kavuşma sevinci. Öfkesinde lanetten çok merhamet, ürküşünde korkudan çok cesaret gizlidir”(*) diyecektir.
Che’ye gelince…
Bolivya’da çatışmada yaralı olarak Churo Vadisinde ele geçirilir. Ölüm emri La Higuara’ya geldiğinde, 1962 kışıdır ve saatler on’u gösteriyordur. Üç astsubay onu öldürmek için gönüllü olur. Kurada Mario Teron seçilir, doğum yıldönümüdür. Che, yaralı bir biçimde okul sıralarından birindedir. Mario, tetiği çekemez yine de. Che vurması için cesaretlendirir onu. Che, yan odadan gelen silah seslerini duyar o ara. Arkadaşlarının infaz edildiğini anlar, Willy, Chino… Artık yaşamıyorlar. Saat 13.10’da Bolivya’lı bir gurup subay ve CIA ajanı Mario Teran’ı Che’yi vurması için zorlar. Mario gözlerini kapatıp, Belçika yapımı UZİ’sinin tetiğine basıyor. İyi nişan alamadığı için beceremiyor. İşi tamamlamak Ramon’a kalıyor, Che’nin kalbine ateş ediyor Ramon. Kurşun sesi duvarlar arasında yankılanır. Sonrası sessizlik…
Che’nin elleri kesilmiş cesedini naylon bir torbaya koyuyorlar. Bir su menfezinin altında bir çiçekliğe gömüyorlar, kimseler bulamasın diye duvarları örüyorlar, üstünü taşla iyice kapatıyorlar. Yetmiyor, ipek bir örtü gibi üzerine yeşillikler ekiyorlar.
La Higuera’da, köylüler arasında bir efsane anlatılır. Che’nin Bolivya’da, tıpkı İnka efsanelerinde olduğu gibi taşa dönüştüğünü anlatır köylüler. Devrim zamanı taş uyanacak, yeniden ete kemiğe bürünecektir.
Metin Demirtaş haklıdır, bizim de dağlarımız vardır. Taşın ete dönmesini bekleyebiliriz!
Umutla!
-------------------------------------
(*) Nihat Behram “Toroslar’ın Akdeniz’le Öpüştüğü Yerde Şiirin Bileğitaşı Bir Ömür: Metin Demirtaş, SoL org.tr, 30.12.2009
YORUMLAR