Avukat Suat, bürosuna girmeden önce posta kutusunda birikenleri aldı. Bir tomar tebligat, dilekçe, reklam ve mektup içinde dergi boyundaki Kentpostası dikkatini çekti yine. Diğerlerini ayırıp sekreterine tasnif etmesi ve önemli olanını da odasına getirmesini söyledi. Sonra gazeteyi ve sekreterin kaşla göz arası zamanda eline tutuşturduğu kahve dolu bardağı alıp odasına çekildi. Gazeteyi, dört parmak eninde ve üstünde adresi yazılı kâğıt bandajdan çıkarıp açtığında, az kalsın elindeki kahve bardağını düşürecekti. Gördüğü haber karşısında şaşırmış ve inanmak istememişti. Çünkü, eczacı olan liseden sınıf arkadaşı Mustafa’nın babası için, ‘İlçemizin önemli esnaf ve simalarından Lafçı Kerim lakaplı Kerim Gülseven ve kardeşinin cesetlerine nihayet ulaşıldı…’ diye yazılmıştı…

      Gözleri buğulandı, geçmişteki kimi günlerine daldı birden.

      Suat’ın amcaları Güneysanayi’den aldıkları kumaşları ve perdelikleri Van’daki terzi tüccarlara, ihtiyacı olanlara satardı. Çok eskiden şimdiki Hz Ömer Camisi’nin yerinde Akköprü Oteli ve altında da bir kahvehane vardı. Amcaları kaldıkları odalarda istiflerdi kumaş ve perdelik toplarını… 1969 Model iki Skoda ile de il merkezinde ve ilçelerdeki terzilere, sokak aralarında da insanlara satarlardı.

      Skodaların arkası kapalıydı. İçten iki tarafta da malların istiflendiği raflar vardı…

      Kendisi de birkaç kuzeniyle okullar tatil olduğunda onlara yardımcı olmak için trenle keyifli ve günler süren bir yolculukla Van’a giderdi. Onların alışverişine yaptıkları yardımlardan ve katkılardan sonra hafta sonlarını Van İskelesi’nde geçirirlerdi ya da Edremit’e, Erciş’e, Ahlat’a veya Tatvan’a gittiklerinde birkaç gün otellerde kalırlardı. Bu yüzden buraların Van Gölü ile olan sahillerinde yüzerlerdi. İşte öyle bir tatil süresinde tanımıştı Lafçı Kerim’i ve kardeşini…

      İlk dikkatini çeken kardeşinin çok sessiz, onun da susmak bilmeyen biri olmasıydı… Bu ticaret yüzünden Van Gölü’nün etrafını ve güzelliklerini, çevre illeri ve ilçeleri de gezebilmişti Suat.

      Sonunda onlar da bir kamyonet alabilmiş ve satışlarını onunla daha uzak ve daha başka şehirlere de taşıyabilmişlerdi. Birkaç gün sonra da Akköprü Otel’e dönerlerdi.

      Onların da üssüydü burası…

      Biri dürtmüşçesine kendine geldi. Sabit telefonu eline aldı,  babasını aradı. Haberde pek de yer almayan bilgiler edindi babasından…

      Babasının dediğine göre ki, o da kardeşlerinden öğrenmişti, ikisi de ehliyetliymiş ama pek usta değillermiş.

      O gün malları kamyonete yükleyip arka yoldan Van İskelesi’ni solda bırakarak önce Muradiye’ye, Çaldıran’a gitmişler. İş olmuş, olmamış bir gün kalıp oradan da Erciş’e geçmişler. Birkaç gün iş yapmışlar sonra kaldıkları otelden ayrılıp Ahlat’a gitmek için yola çıkmışlar.

      Hangisinin arabayı sürdüğünü kimse bilmiyor tabii…

      Erciş’le Ahlat yolu Van Gölü kıyısına paralel, dar ve de yüksek mi yüksek…

      Suat oradan birkaç kez Ahlat’a, Bitlis’e gittikleri için biliyordu. Eski Anamur Antalya arasındaki yol gibiydi…

      Ve bir çoban görmüş kamyonetin virajı alamayıp göle uçtuğunu… Uçurumun başından bakmış ki kamyonet sulara gömülmüş. Biraz daha beklemiş. Suyun yüzüne çıkan birilerini göremeyince de hayvanları bırakıp köye gitmiş. Muhtara haber vermiş, o da jandarmayı aramış…

      Günler süren arama sonunda ancak ulaşabilmişler kamyonete ve onlara…

      Cenaze törenine de katıldık demiş babası, yer gök insandı oğlum… Çocukları, eşleri, akrabaları per perişan… Sana da her nedense diyemedik bir türlü demişti konuşmasının sonunda…

     Arkadaşını arayıp baş sağlığı dileğini iletti. En kısa zamanda da bizzat gelip ailenin diğer üyelerine ve kendisine taziyede bulunacağını söyledi.

      Sonra Kerim’i anlatan bir hikâye yazmaya başladı…

           

      Seyyar halı, kumaş, perdelik satıcıları Akköprü Otel’i mesken edinmişti. Mallarını yerleştirdikleri odalarda hem uyuyor hem de yemek pişiriyorlardı. Hafta sonlarında da otelin girişindeki kahvehanede akşama kadar çeşitli oyunlar oynuyorlardı. Aralarında sinemaya, gezmeye, pikniğe veya şehrin eğlence yerlerine giden yok denecek kadar azdı.

     Lafçı Kerim, işe çıkmamıştı. Hafta sonu da değildi. Kahvehanede kimsenin olmadığını bildiği hâlde buraya indi. Ocakçı’ya selam verdi ve ondan çay istedi.

     Bir köşede tavla oynayan iki genç vardı. Onlara yakın bir sandalyeye oturdu. Gençlerden selam aldı, onlara karşılık verdi. Sonra cebinden sigara paketini çıkardı. Önce onlara uzattı. Gençlerden biri aldı. Bir tane de kendi yaktı. Derin bir nefes çekti sigaradan. Ellisine merdiven dayamış olan zayıf ve uzun boylu Ocakçı çay getirdi.

     “İşe çıkmıyor musun?” diye sordu.

     “Hayır.”

     “Neden peki?”

      “Bilmiyorum, içimde garip bir his var. Neşem de yok…”

      “Dün akşam çok içtin ondan olmasın.”

      “İçki beni içmez arkadaş. Ben içerim onu.”

      “Biliriz biliriz..”

      “Düşümün etkisindeyim desem yalan olur. Çoluk çocuğu da… Yalnız bohçayı sırtlamak, köylerin, kasabaların sokaklarını dolaşmak artık içimden gelmiyor. Onca dolaşıyorum yine de yorgunluğumun karşılığını alamıyorum. Nasılsa bir pazarım var, neden boşu boşuna masraf yapayım. Kardeşim olacak o kafasıza gel güçlerimizi birleştirip ikinci el bir kamyonet alalım, birlikte işe çıkalım diyorum demesine de dinlemiyor ki beni…”

      “O aranızda, bana söz düşmez… Arkadaşların iş yapıyor ama…”

      “Doğru, kiminin arabası var, kiminin çeşidi bol. Senediydi, bonosuydu çalışmak zorundalar. Elindeki halıyı kıymetli bir halıyla takas etti mi benim bir aylık kazancımın on, on beş katını kazanıyor. Neden gitmesin her gün işe... Onların çoğu okuma-yazma bilmeyen zavallı kadınları denk getirip kandırıyor. Ben öyle ticaretin içine edeyim, dürüst olduğumuzdan böyleyiz  ya.”

      “Eğer böyle bir sahtekârlık yapıyorlarsa, yazıklar olsun onlara. Her koyun kendi bacağından asılır ve sonunda herkes ektiğini biçer bir biçimde; biçer inan... Ama şunu bilirim, şunu derim. Otel odalarını halılarla, perdeliklerle, kazaklarla, elbiselerle, kumaşlarla doldurmuşlar. Gün doğmadan gidiyorlar. Bazen otele on günde bir geliyorlar. Ekmeklerinin peşinde dolaşıyorlar. Sen herkesten sonra işe çıkıyorsun, herkesten önce dönüyorsun. Gittiğin yer de belli. Kazancını kimlerle yediğini bilmeyen yok. Çocuklarının rızkını heba etmen doğru mu sence?”

      “Başkasının avukatlığını yapmak ve başkasını yargılamak kolay tabii… Kazın ayağı hiç de bildiğin gibi değil. Ben kazancımın kıymetini bilirim. Paramı kimseye yedirmem, başkasından yerim. Sana beni yanlış anlatmışlar Ocakçı kardeş. Ben öyle zor kazandığını ona buna yedirecek biri değilim. Olmam da.”

      “Peki, kızmaca gücenmece yok, sen neden lafçılık yapıyorsun?”

      “Bunu doktorlar bilemedi ki ben bileyim. Elimde değil. Doğam bu.”

      “Nasıl yani?!”

      “Bak, karganın biri günün birinde dere kıyısında koyunları yıkayan birkaç köylü görmüş. Bir dala tünemiş onları seyretmiş. Kara kara tüylü koyunların kirleri sırtlarına sürülen sabunla kayboluyormuş. Gözleri parlamış karganın. O şeyi alayım da tüylerimi parlatayım ve ak pak bir karga olayım demiş. Sabunu bir uçuşla köylülerden birinin elinden kapmış ve uzaklaşmış. Sığ bir kıyıda başlamış gagasıyla, pençeleriyle kendini sabunlamaya. Ne kadar çabalamışsa tüylerini parlatamamış. Uzunca bir zamandan beri onu seyreden baykuş dayanamamış, “Boşuna uğraşma çünkü renklerin senin doğandır. Ne yaparsan yap rengini değiştiremezsin, fakat onunla karnını doyurabilirsin,” demiş.  Gerçekten de kargalar sabunu da çok sever ha. Bilmem anlatabildim mi Ocakçı’m. Bu benim doğam. Can çıkar da huy çıkmaz diye boşuna dememiş atalarımız?”

      “Anladım. Başkası için çalışsan daha kazançlı olmaz mı?”

      “Yevmiyecilik bana ters be Ocakçı.”

      “Niçin?”

      “Satış yaptığın gün yevmiyen tamam, yapmadın mı kesilecek.”

      “Sende çene o biçim, biraz sıksan kendini, dolaşsan iyi kazanırsın ya…”

      “Adama yevmiye karşılığı çalışanlar, alıcıları kandırıp malı daha yüksek fiyata satıyor. Üstünü de ceplerine atıyorlar. Bu ikiyüzlülüğü yapamam.”

      “Sana mal getiren insanlara bu kadar haksızlık yapma be Kerim.”

      “O da diğerleri gibi bilir, işe çıktım mı iyi kazanırım, satış yaparım. Artık her gün her gün işe çıkmak canımı sıkıyor o kadar.”

      “Memlekette durumun iyi o zaman.”

      “Eh fena sayılmaz. Benim asıl derdim memleket görmek. Başkaları yurtdışını gördüğü için tafra yapar, ben de yurdumu karış karış geziyorum bu vesileyle.”

      “Yahu durumun iyi ise buralarda ne işin var senin.”

      Sustu Lafçı Kerim. Yüzünü çevirdi öbür tarafa. Babadan kalma üç odalı bir yer evindeki karısını, dört çocuğunu anımsadı birden. Irgatlık, işçilik olmasa, yani karısının ve yeni yetişen beşten sonra da okula göndermediği kızının kazandığı hepsinin ihtiyaçlarını zor karşılıyordu. Kızı koltuk değneği olmasa hâlleri dumandı yoksa. İçi eridi. Karısının sözleri kulaklarında çınladı:

      “Bu böyle olmaz hayatım, çocuklar büyüyor. Kazancımız ancak karınlarını doyuruyor. Ona da doymak denirse tabii. Sen de komşularımızla seyyar satıcılık yapsan, oralarda kazanç iyi diyorlar, olmaz mı acaba? Senin bu işi yapanlardan neyin eksik... Hesabını bilirsin, aldığını, verdiğini. Paranı sıkı tut. Kötü huy edinme. Her lokmada bizi düşün.”

      “Ne kadar da haklıymış,” dedi içinden, “alıştık gittik elin karılarına. Kötü huy edindik. Kazanıyorum ama ne yazık ki o kadınlara harcıyorum çoğunu. Genelevi pazar edindik. Oradan çıkmıyoruz. Verdiklerimize karşılık alıyorlar beni koyunlarına. Zararda mıyız, kârda mıyız bilemiyorum ki. Güya çoluk çocuk için geldim yaban ellere.”

      “Lafçı Kerim, ne oldu?!”

      “Dalmışım be Ocakçı, kusura bakma.”

      “Şu gelenler seni tanıyor herhâlde..”

      Lafçı Kerim birden ayağa kalktı. Gözlerinin içi parladı.

      “Vaaay,” dedi neşeyle, “sizi hangi rüzgâr attı buralara. Aslanlarım, gelin hele öpeyim sizi. Ocakçı bunlar hem köylülerim hem de komşularım. Hadi valizlerini benim odaya taşıyalım, sonra onlara oda ayarlarsın.”

      Ocakçı, her şeyi yapacağını kendilerinin de oturmalarını söyledi. Birbirine ikiz gibi benzeyen iki kara yağız gençle sobaya yakın masaya geçip oturdular.  

      “Ne var ne yok bizim gecekondularda anlatın bakalım?”

      “N’ olsun her şey bildiğin gibi. Sizinkilerden bir mektup var, işte cebime koymuştum buyur,” dedi birisi.

      “Ya öyle mi?! Zahmet olmadı ya, peki babanız nasıl ?”

      “Ne zahmeti Kerim ağabey... Babamız biraz hastaydı, yaşlılık işte.”

      “Niçin geldiniz diyeceğim ama…”

      “Bohçacılık yapmak için geldik. Babamızın hastalığı belimizi büktü, çok borçlandık, yine de sağlığına kavuşturamadık.”

Mektubu açtı Lafçı Kerim. Oğlunun, Mustafa’sının yazısını tanıdı. Duygulandı biraz. İçinden okumaya başladı. Ocakçı gelmişti. Onlara çay vermişti ve sobaya da birkaç odunla biraz kömür atmıştı. Tavla oynayan gençler de o sırada kahvehaneden çıkmışlardı.        

      “Taze çay ister misiniz?”

      “Sorduğun kabahat be Ocakçı, isteriz tabii. “

      “Mektup kimden ?”

      “Oğlum yazmış Ocakçı, evin iç hâlini ve beni çok özlediklerini anlatmış.”

      “Hiç olmazsa onu okut, unutma ki sigortan o olacak senin. Bohçacılıkla gelecek sahibi olamazsın. Pantolonu ayakta tutan kemer neyse okuttuğun çocuk da senin için öyle bir şeydir.”

      “O, benim sigortam mı olacak?”

      “Evet, ya ne sandın. Benim oğlan üniversiteyi bitiriyor bu yıl. Matematik öğretmeni olacak. Maaş almaya başlayınca işi bırakacağım. Ben, babama ölene kadar baktım, oğlum da bana bakacak, evlat dediğin yapar bunu, yapmalı da. Kime güveneceğiz yoksa?”

      “Bu haksızlık değil mi Ocakçı?”

      “Ne söyledin duymadım da.”

      “Sen bardaklarını yıka Ocakçı bir şey demedim…” dedi ve mektubu bıraktığı yerden okumaya başladı.

 

                                               * * *

 

      Pazar günleri seyyar satıcıların dinlenme günüydü.

      İşe çıkmazlardı. Kimi sinemaya giderdi. Kimi çarşıda dolaşırdı. Kimi yakınlarına telefon etmek için postaneye koşardı. Kimi de kahvehanede oyunla zaman geçirirdi.

      Alışılmış pazarlardan biriydi.

      Kahvehane doluydu. Orta yerde kurulmuş olan sobanın etrafındakilerin arasında Lafçı Kerim de vardı. Havadan sudan konuşuyorlardı. Otelin ve kahvehanenin sahibi de oradaydı.

      Pazar günü olmasına karşın içeri giren telaşlı gözlü posta memuru herkesin ilgisini çekti. Bir anlık sessizlik herkesin meraklandığının kanıtı sayılabilirdi.

      Memur direkt sobanın yakınında oturan otel sahibine yürüdü. Birinin adını söyledi. Tanıyıp tanımadığını sordu.

      “Adres olarak otel verilmiş de…”

      “Yeni olmalı,” dedi İşletmeci, “ben tanımıyorum, fakat öğreniriz hemen.”

      Lafçı Kerim’e de mal veren orta boylu, etine dolgun adam  atıldı.

      “Köylümdür o,” dedi,  “bir mahsuru yoksa alabilirim telgrafı,” dedi.

      “Olur,” dedi Memur,” şurayı imzalayın tamam.”

      Telgrafı açtı ve hemen okudu.

      Kapıdan çıkmakta olan memurun ardından baktı.

      “Kötü bir haber mi,” diye sordu İşletmeci, “niçin sarardın öyle?”

      “Geçen gelen gençlerin babaları sizlere ömür…” dedi ve o an Lafçı Kerim’i fark etti.

      Söylediğine bin pişman oldu.

      Ne yapacağını, ne diyeceğini unuttu.

      Gözlerini, o gözlerini çevirene kadar üstünden ayırmadı.

      “Ulan seni nasıl unuttum ben,” dedi suç işlemiş gibi, “senin ağzın gevşek, hemen söylersin. Onlar geleli birkaç hafta olmadı daha. Borçlandılar da. Bu ölüm tuz biber oldu şimdi. N’ olur söyleme.”

      “Senin kadar benim de köylülerim onlar,” dedi Lafçı Kerim, “borçlu olduklarını da biliyorum. Onlar gidince babaları dirilecek mi… Demem vallahi; söz.”

      “Söylersin Kerim, söylersin…”

       Ezildi, büzüldü, kıvrandı. Yemin üstüne yemin etti.

      “Lan seni biliyorum,” dedi, “duyduğunu anında söylemezsen çatlarsın. Ne söylersen söyle şu kulağımdan girer şundan çıkar. Bak, verdiğim malların parasını da istemiyorum. Ananın ak sütü gibi helal olsun sana. Aha şuradaki adamların şahitliğinde söz, senedini de vereceğim. Bundan böyle bana borçlu değilsin. Bahara şunun şurasında iki ay var. İki ay ağzını tut ki çocuklar biraz olsun rahatlasın. Çalışıp çabalayıp para kazansın. Geçim derdi nedir bilirsin, değil mi koçum?”

      “Hiç senede sepete gerek yok, söz verdim mi tutarım.”

      “Uzatma işte, iki ay sus yeter. Fukaralar borçlarından kurtulsun. Ölenle ölünmez. Olan olmuş, eğer babalarının öldüğünü söylersen daha çok borçlanacak, ömürlerinin bir bölümü borç ödemekle geçecek. Hemen senedini getiriyorum, anlaştık mı Kerim?!”

      Kaşla göz arası bir sürede odasından senedi getirdi. Herkesin gözü önünde Lafçı Kerim’e verdi. Utana sıkıla aldı senedi.

      “Senet olmasa da söylemem!”

      “Al lan işte uzatma!”

      Lafçı Kerim aniden ayağa kalktı ve kahvehaneden çıktı.

      Yağmurla karışık kar yağıyordu. Hava bıçak gibi soğuktu. Yürümeye başladı. “Diline sahip ol, bülbülün çektiği dili belası dememişler mi? Söylenecek söz var, söylenmeyecek var. Kocaman adamsın adın lafçıya çıkmış. Onca insanın içinde nasıl da gururunu kırdı. Bu huyunla ne kötüsün Kerim gel bir yerden başla, zararın neresinden dönülürse kardır demiyorlar mı? Zarar etmekten bıkmadın mı,” dedi kendi kendine.

      Durmadan öğüt verdi kendine.

      Yaptığının büyük yanlış olduğunu anlattı, ama içindeki lafçı hiç dinlemiyordu.

      Amaçsızca dolaştı sokaklarda.

      Sarkıtların, dikitlerin öbek öbek karın güzelliğinden alamadı gözlerini. Caddeler sokaklar tenhaydı. Sonunda kahvehaneye dönmeye karar verdi. Bir sokak sonra kahvehanenin önünde olacaktı.

      Yeniden kendi kendisiyle konuşmaya başladı:

      “İki ay sabret. Sayılı gün çabuk geçer. O senin sözünü tutmayacağını bildiğinden senedi verdi ve bana borçlu değilsin dedi. Herkese ders vermem için iyi bir fırsat bu. Kararlı olduğumu kanıtlamalıyım. Onu da diğerlerini de utandırmalıyım. Böylece adımın yanındaki sıfatı sildirmiş olurum. Ya hep ya hiç demenin tam sırası Kerim… Senedi yırtarsam söylemem. Yırtma Kerim daha fazla dayanamazsın söylersin. Çünkü söylemek zorundasın. Çocuklar babalarının cenazesinde bulunmazsa gecekondulardaki komşuları, akrabaları ne der onlar için. Laf gelmesin çocuklara. Cenazeye yetişmeleri gerekir… Sen askerdin, sınırdaydın. Babana son hizmetini yapamamıştın. Teskereni alıp da eve döndüğünde öğrenmiştin gerçeği… Ya üstlerin izin vermeseydi, babana düşkünlüğünü biliriz kesin yakardın askerliğini, işte bu yüzden… demişlerdi. Babama toprak atmamı, dua etmemi engellemişlerdi… Onlar, deseydi de gerisini düşünseydim. Onlar benim adıma karar vermeseydi keşke… En iyisi söylemek… Vakit kaybetmek doğru değil. Giderler, gitmezler, onlara kalmış…

      Boncuk boncuk terlemişti kahvehaneye girdiğinde.

      Yüzü kıpkırmızıydı. Herkesle göz göze geldi bir anda. Böylece onların kahvehanede olduğunu anladı. Gözleriyle aradı iki kardeşi. Gördü onları. Kulakları zonkladı. Bedenini ter bastı. İçi ürperdi. Heyecanlandı. Değişti. Kalbinin atışları düzensizleşti. Sırtları kendine dönük, yüzleri kendisine senet veren işverene dönük gençlere sokuldu iyice. Kahvehanede onlar ve kendisi varmış gibi, cebinden çıkardı senedi,

      “Şu senedini al kardeşim,” dedi ve senedi verdiği kişiye hiçbir şey deme fırsatı vermeden, “sizin de babanız ölmüş, bu öğlen telgraf geldi. Aha şundadır telgraf. İster gidin ister gitmeyin memlekete; onun cenazesi için!” 

      Büyük bir enkazdan kurtulmuş gibi derin oh çekti ve gözlerini yumdu…

            *  Lafçı Kerim/Çukurova İnsanları adlı dosyadan

Tacim Çiçek
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)