Kendini yazmak mümkün mü? / Prof. Dr. Gonca Gökalp Alpaslan
İnsan özyaşamını ayrıntılarıyla yazabilir mi? Anımsadıklarımızı olduğu gibi, hiç değiştirmeden, eğip bükmeden, istediğimizi atıp istediğimizi katmadan, kendimizi yüceltmeden, kimseyi gücendirmeden anlatmamız mümkün müdür?
İnsanın kendini, kendi yaşamını tüm ayrıntılarıyla anımsaması mümkün müdür?[1] Anımsadığını varsaydığımızda yeni bir soru daha çıkıyor ortaya: Anımsadıklarımızı olduğu gibi, hiç değiştirmeden, eğip bükmeden, istediğimizi atıp istediğimizi katmadan, kendimizi yüceltmeden, kimseyi gücendirmeden anlatmamız mümkün müdür? Diyelim o da mümkün, bu durumda her şeyi yazabilmemiz, soyuttan ve kişiselden somut ve kalıcı hale dönüştürmemiz mümkün müdür? Bu cesareti gösterebilir miyiz? Siz gösterebilir misiniz? Diyelim ki her şeyi anımsadınız ve her şeyi olduğu gibi yazıya dökmeye zaman ayırdınız, cesaret gösterip anlattınız, kendinizi yüceltmediniz, hep doğruyu anlattığınızdan çok eminsiniz. Pekiyi, o doğrunun tek doğru olduğundan, her şeyi doğru anlattığınızdan okurunuz nasıl emin olabilir? Ya aynı anda orada olan diğer kişiler o olayı/olayları başka türlü anımsıyorsa? Biraz düşünelim... Beatriz Sarlo (2012), karar vererek ya da aklımızı kullanarak geçmişten vazgeçemeyeceğimizi, sadece iradeyle de geçmişi anımsayamayacağımızı belirtir. Ona göre anılar tıpkı kokular gibi istenmese de aniden hücum eder, ısrarcıdır ve bugüne muhtaçtır. Sarlo, deneyimle tanıklık arasındaki bağa değinerek deneyimin söze dökülmesinin onu unutulmaktan kurtardığını, iletilebilir hale getirdiğini belirtir. Böylece özne, deneyime sahip olmakla kalmayıp, onu anlatarak başkalarına aktarırken onun anlamını yeniden inşa eder ve özne olarak kendini doğrular. Başka bir bellek araştırmacısı Schacter (2010), hayat hikâyelerimizin bizi bulunduğumuz yere, tanıdığımız insanlara ve bugüne bağladığı, aynı ailenin farklı üyelerinin belirli olayları ve genel durumları farklı hatırlamasının o kişilerin olayları başta ne kadar derin kodladıklarıyla, nasıl yorumladıklarıyla ve hangi sıklıkta düşünüp ondan bahsettikleriyle ilişkili olduğu, yakın arkadaşlarımıza güvendiğimiz gibi anılarımızın doğruluğuna da güvenmemiz gerektiği sonucuna varır. "Bununla birlikte arkadaşların en iyisi bile zaman zaman bizi aldatabilir ve bellek de bazen ona en çok inanmak istediğimiz zamanlarda bizi yanıltabilir" (2010: 149) diye ekleyen Schacter, bazen anıları çarpıtmamızın ya da olmamış bir şeyi olmuş gibi hatırlamamızın "belleğin kırılgan gücü"nden kaynaklandığını belirtir. 20. yüzyılın önemli filozoflarından Paul Ricoeur ise bir başka açıdan bakar bu güven sorununa. "Nasıl ki her şeyi anımsamak mümkün değilse, herşeyi anlatmak da mümkün değildir. Anlatı kaçınılmaz olarak seçici bir boyut taşır" diyen Ricoeur, hafıza suiistimalleri ve unutuş suiistimallerinden söz eder. "Eksiltmeler yaparak, vurguların yerini değiştirerek, eylemcileri ve aynı zamanda eylemi farklı şekilde biçimlendirerek, her zaman farklı anlatılar kurabiliriz" dedikten sonra en büyük tehlikenin "onaylı, dayatılan, kutlanan, anılan tarihi" yani resmi tarihi işletmek olduğunu belirtir. Aydınlanma Çağı'nın "Bilmeye cesaret et!" sloganına benzetimle "Cesaret et, anlatıyı kendin kur!" ilkesini öne süren Ricoeur, bir yandan her şeyi unutmaya mahkûm olduğumuz halde unutuştan korktuğumuzu diğer yandan "unutulmaktan kurtarılmış bir geçmiş kırıntısının geri gelişini" büyük bir sevinçle karşıladığımızı düşünür. Ricoeur, unuttuğumuzu sandığımız şeyleri bile aslında unutmadığımızı, onların sadece erişilmez, ele gelmez olduğunu, yani korktuğumuz kadar unutmadığımızı söyler (2012: 456-492). Anımsama ve yazma üzerine düşünen bir başka araştırmacı Draaisma "Geriye doğru hatırlamak, arabayı geri geri sürmek gibidir. Böyle gidebilirsiniz ama arabaların bu şekilde gitmek için yapılmadığını bilirsiniz" der ve geçmişteki olayların geleceği tahmin etmemize imkân sağladığı oranda önemli olduğunu, o nedenle belleğin sadece geçmişe değil geleceğe de odaklandığını, hatırlamalarımızın beklentilerimize hizmet ettiğini belirtir. Anıların olayların yalın birer kaydı olmadığını, o anıları yorumlamak için geriye dönük bir perspektif gerektiğini, bunun da ancak belirli bir yaştan sonra mümkün olabildiğini, böylece yaşlılığın gençlik yılları üzerine kendi hikâyesini yazdığını düşünür. Otobiyografisini yazan kişi, ayıklayıp, yorumlayıp, renk katarak bazı temaları ortaya çıkardığı gibi, hayatından çıkan bazı şeyler sayesinde de zamanın çekip kısalmasını sağlar. İnsanların genellikle ellili yaşlarını aştıktan sonra özyaşamöykülerini ve anılarını yazmaya yönelmesini kum saati imgesiyle açıklayan Draaisma, canlı, taze ve sabırsız gençlik dönemlerinde zamanın geçmek bilmediği ama yaşlılık döneminde haftaların, ayların hatta yılların bile birbirine benzer olduğu için zamanın monotonlaştığına ve kısaldığına değinir (2008). Anlattıkça anımsıyor, anımsadıkça anlatıyoruz. Anımsadıklarımız biz yazdıkça kalıcılaşıyor. Çünkü biz ölünce belleğimiz ve tüm yaşantımız kayboluyor ama yazdıkça ölümsüzleşiyor. O yüzden de anlatmak, hem zaman ve emek hem de cesaret istiyor. Anımsamak kadar anımsadığımızı yazmak da ilginç... Genel olarak "yaşam yazını" olarak adlandırılsa da bir dönem, bir olay, bir kişi, bir aile, bir kurum, bir yer... hakkında anımsadıklarımızı yazdığımızda "anı (hatıra)", birinin yaşamını baştan sona anlattığımızda "yaşamöyküsü (biyografi)", kendi yaşantımız hakkında anımsadıklarımızı -çoğu kez- zamandizinsel bir çizgide yazdığımızda ise "özyaşamöyküsü (otobiyografi)" olarak kendi içinde ayrılıyor. Yaşadıklarımızı anımsamak, anımsadığımızın bilincinde olmayı, anımsadıklarımızı yazmaksa bir başkasına aktarmayı içerir. Bellekte izi kalmış olay, durum, görüntü, an ve duyguların zamandizinsel bir sırayla, tamamen öznel ve kişisel anlatımı olan özyaşamöyküsünü diğer bütün yazınsal türlerden farklı ve özel kılan, bireysel hafızanın sürekli hareketini içermesidir. Özyaşamöyküsü, kişinin zamana meydan okuması olarak da düşünülebilir: Gördükleri, yaşadıkları, hissettikleriyle herhangi bir insan olarak ölümle yok olacak varlığının -yaşamını yazmamış- diğerlerinden ayrılması için... Gelmiş geçmiş ve gelecek milyarlarca insan arasından sıyrılarak, yaşadıklarıyla zamana meydan okumak için... Ben varım, ben vardım, buradaydım demek için. Bedri Rahmi'nin dizelerindeki gibi "Yaşadım! Erik ağaçları şahidimdir!" demek için... Birinin anılarını veya yaşamını yazmasının kime, ne faydası olacağı da bir başka sorudur aslında: Yaşamını yazan kişinin kendini o kişi yapan ve diğerlerinden ayıran özelliklerini ortaya koyma isteği, geçmişinden yola çıkarak kendisinin şu andaki durumuna ve belki geleceğine dair tespitte bulunma isteği, o özyaşamöyküsünü okuyanların geleceğine yararlı olabilme isteği... En görünür amaç yazdıklarıyla başkalarına örnek olmaktır bir özyaşamöyküsünde: Pişmanlıkları, başarısızlıkları, yanlışları, doğruları, eksikleri, fazlaları, insanüstü ve insanca yanlarıyla kendini olduğu gibi ortaya koymaya çabalarken özyaşamöyküsünü okuyan kişilere bir örnek oluşturmak. Bu sonuncusunu, daha çok işadamlarının, meslekî başarısını anlatmayı amaçlayan kişilerin temel amaçları arasında değerlendirmek daha gerçekçi olabilir. Nitekim Türkiye'de yayınlanmış özyaşamöykülerinin çoğu bu yolda kaleme alınmıştır. Engellilerin, eğitim neferlerinin, yokluktan çıkıp büyük bir servete kavuşan sanayicilerin, siyasetçilerin, müzisyenlerin, film oyuncularının, sporcuların özyaşamöyküleri birer başarı öyküsüdür ve örnek olmak/örnek alınmak üzere yazılmış gibidirler. Başımızdan geçenleri bütün ayrıntılarıyla ve duygularımızı da katarak sözlü/yazılı anlatırken yeniden yaşamak, bizi gençleştiren, dirilten edilgen bir eylem de olabilir aslında. Üzüntü ve korkuları, sevinç ve heyecanları, karar anlarını, zafer ve çöküntüleri anımsayarak bizi bugünkü biz yapan her şeyi yeniden gözden geçirmek, zamanın hızlı akışını bir süreliğine durdurmak değil midir bir anlamda? Bu durumda Draaisma'nın "Yaşlandıkça hayat neden çabuk geçer?" sorusuna, hayatını yazan bireyin anlık duruşlarla karşılık verme çabası olarak da değerlendirilebilir mi özyaşamöyküleri? Türk yazarlarından bazılarının özyaşamöykülerine verdikleri adlar, bu sorunun yanıtı gibidir: Zaman da Eskir (Ayla Kutlu), Yıllar Sadece Sayı (Cahit Uçuk), Gölgede Kalan Yıllar (Memet Fuat), Dönüp Baktığımda (Fethi Naci), Bir Ömrün Kıyılarında (Orhan Suda), Dürbünümde Kırk Sene (Ayşe Kulin), Sevdalım Hayat (Zülfü Livaneli), Bir Ömür Yetmiyor (Aydın Boysan), Yaşamak Hatırlamaktır (Ülkü Tamer), Gel Zaman Git Zaman (Güzin Dino), Kum Saatini İzlerken (Nermin Abadan Unat), Unutulan Yıllar (Niyazi Berkes), Geldim Gördüm Geçtim Gittim (İlhan Mimaroğlu), Yılların İzi (Mahir İz), Puslu Camın Arkasından (Sadun Aren) vb. Zamanın geçiciliğini, geçmişin belirsizliğini ve uzaklığını, şimdinin hüznünü, anımsamanın kişiselliğini, hayata bağlılığı, ölüme meydan okumayı fakat yaşamın sonuna gelmiş olmanın sessiz kabullenişini yansıtan etkileyici başlıklar... Yaşamın diğer alanlarından kişilerin özyaşamöykülerine verdikleri adlarsa daha gerçekçi, keskin, somut olabiliyor: Yaşadığım Gibi (Kâzım Taşkent), Ardımdaki Yıllar (Yıldız Sertel), Hayat Hikâyem (Vehbi Koç), İşte Hayatım (Sakıp Sabancı), Fakir Gencin Hikâyesi (Cüneyt Arkın), Bir Ömür (Kâmran İnan), Bir Dönem Bir Çocuk (Altan Öymen), Ben Kapıcı Süleyman (Süleyman Yürük)... Evet, bu başlıklarda da zaman ve yaşam vurgusu var ama daha çok ölçülebilir bir zamanın işaretleriyle. Ve kendine yaşamına dönüp bakan bir ben vurgusuyla. Geçmişi anımsamak ve anlatmak, sadece bireyleri değil, tek tek bireylerden oluşan toplulukları, toplumları da ilgilendirir aslında. Sosyal tarihin, kültürel belleğin, anonim anlatıların, ortak (kolektif) hafızanın oluşmasında kendinin ve ailesinin geçmişini anımsayan bireylerin anlattıkları değerlidir. Biri kendi yaşamını, kişiliğinin oluşumunu yazılı/sözlü olarak bir başkasına/okura anlatırken günlük yaşamı, sosyal tarihi, sıradan gerçekleri, davranış kalıplarını, üretim-tüketim ilişkilerini, çevre ve mekânı, dünya ve ülke gündemini vs. bu anlatının görünür/görünmez bir parçası halinde kendiliğinden aktarır. Böylece anlatan/yazan kendi yaşamı kadar çevresindeki yaşamın da bir anlatıcısına dönüşür. Özyaşamöykülerini yazanların çoğu, tarihin bir anında bir yerde bulunduklarını, çevrelerinde ve dünyada olup bitenlere tanıklık ettiklerini vurgulamak isterler. Meslekî başarılarını ya da siyasal gelişmelerdeki rollerini öne çıkarmak isteyen kişilerin özyaşamöyküleri adlarında bile bu vurguyu taşır: Bir İmparatorluk Çökerken (Cahit Uçuk), Atatürk’le Geçen Bir Ömür (Sabiha Gökçen), Bu Gözler Neler Gördü (Hüseyin Baradan), 80 Yıl: Cumhuriyet’e Yaşıt Bir Hayat (Orhan Oğuz), Babam ve Ben: Bir Çocuğun İktidarla ve Darbeyle Yüzleştiği Anlar (Aydın Menderes), Kızlar da Yanmaz: Genç Cumhuriyette Köy Çocuğu Olmak (Pakize Türkoğlu)... Yazar ve şairlerin özyaşamöyküleriyse, başlıklarından anlaşılsa da anlaşılmasa da, yazanın kendiyle, zamanla, yaşamla açık ve sürekli didişmesini içerir. Sanatçıların kurgusal metinlerini yaratırken yaşadıkları yaratım sancılarından daha fazlasını barındırır. Bu açıdan bakıldığında sanatçıların özyaşamöyküleri, diğerlerine göre daha zorludur. Çünkü sanatçının kendiyle mücadelesini okurlarına gösteren açık bir sahnedir özyaşamöyküsü. Ve bu, bir şair/yazar için pek de kolay bir oyun değildir elbette. Ayla Kutlu, Zaman da Eskir'in en başında tercihi tamamen okura bırakarak, oyunun kuralını belirler: "İster gerçek kabul edersiniz, bir tanıklık dersiniz, ister etmezsiniz. Edebiyatın doğruları söylemek zorunda bir sanat olmadığını da unutmayalım!" (Kutlu: 2006: 6). Okura restini çekip sadece anlatmaya -ama kendi istediklerini, kendi seçtiklerini anlatmaya, bazılarını unutmaya- odaklanmak... İyi de, özyaşamöyküsünü yazmanın doğasında, kendi yaşamına dair önemli anları unutmama, başkalarına da anlatarak zamanda kalıcı kılma isteği yok muydu? Kendini, çocukluğunu, gençliğini, yaşamındaki dönüm noktalarını yazmak, kimi zaman yakın çevresine (çocuklarına vs.) kimi zaman uzak ve görünmez çevresine (onunla derin bir bağ kurmuş okurlarına) bir sesleniş anlamına gelebilir bir yazar için. Kendinden, gerçek kendinden bir iz bırakmak... Belki de o nedenle bazı yazarlar, kendi yaşamlarına dair pek çok şeyi anlatsalar da yazarlık serüvenlerinden pek söz etmezler. Cemil Kavukçu, Ayla Kutlu, Zülfü Livaneli yaşamlarını yazınsal kimliklerinden -çoğunlukla- bağımsız anlatmışlardır. Bazen de bir yazarın/şairin sanatsal kimliğinin gerçek yaşamıyla örtüşen noktalarını merak eden okur için bir anahtardır özyaşamöyküsü: Bugün ya da yarın, eserlerine getirilebilecek başka yorumlar için sanatçının önceden yanıt verme, belge sunma çabası... Görünmez ve dile getirilmez bir şekilde kendini önemsemedir belki de bu. Yeni bir yazınsal yaratı alanında sanatçının kendini yeniden keşfetmesi, sorgulaması, geçmişini ve eserlerini -kimseyle değil sadece- kendiyle tartışması amacını da taşıyabilir bir özyaşamöyküsü yazma gayreti: Daha önce hiç denemediği bir şeyi deneyerek, kurgusal metinlerin arkasına saklamadan kendini, yalnızca kendini anlatmak... Böylece kendi yazınsal serüveninde yeni ve farklı bir türe yer açmak, sadece bir kez denemek üzere. Öz Yaşam Öyküsünde Yazarın Yeniden Doğuşu Bir insanın kendi yaşamına/geçmişteki kendine/içinde saklı kalmış ve sadece kendinin bildiği diğer ben'e dokunması, üstelik bunu bir başkasına/başkalarına anlatması sanıldığından çok daha zor ve bir o kadar da ilginç bir süreçtir. Çünkü birinin kendi hayatını her şeyiyle tastamam yazabilmesi neredeyse olanaksızdır. Bilmedikleri, anımsayamadıkları, yanlış anımsadıkları, eksik ya da hayal meyal anımsadıkları, anımsadığı ama kimsenin doğrulamadıkları, herkesin anlattığı ama yazanın anımsamadıkları... O günün, o anın tanığı olan diğer kişilerin anımsadıkları doğru mu pekiyi? Birbirinin içine dolaşan ve epeyce karmaşık düğümleri olan bir yumak. Bunun en fazla farkında olan kesimse, yazarlar herhalde. Çünkü onlar dünyaya sözcüklerle bakıp dünyayı sözcüklerle işliyor. Sıra kendi yaşamlarını anlatmaya geldiğinde, samimiyetlerini ve gerçekçiliklerini de tartışmaktan pek kaçmıyorlar. Hatta kendilerini anlatmaya nereden nasıl vardıklarını da sözcüklerle boğuşa boğuşa anlatmanın derdini çekiyorlar. Özyaşamöyküsü, bireyin kendi kaleminde yeniden yarattığı yaşamının anlatısı ve geçmiş zamanın bireysel kurgulanışıdır. Bütün, parçaların toplamından daha fazlası olduğuna göre, her özyaşamöyküsü bize gerçeğin çeşitliliğini ve tarihin tek tek bireylerin yaşamlarının toplamından daha fazlası olduğunu gösterir. Velhasıl kendini yazmak uzun ve çetrefil bir iş... Geriye dönüp bakmak cesaret istiyor, anlatmak, yazmak ayrı bir cesaret işi... Yazarken anımsamak, anımsadıkça yazmak gittikçe büyüyen bir yumak gibi hem de geriye sararak büyüyen bir yumak... Kolay değil... Var mısınız kendinizi yazmaya? Kaynakça DRAAISMA, Douwe (2008) Yaşlandıkça Hayat Neden Çabuk Geçer?: Belleğimiz Geçmişimizi Nasıl Biçimlendirir? (Çeviren: Gürol Koca). İstanbul: Metis Yayınları. GÖKALP ALPASLAN, Gonca (2016) Özyaşamöyküsünde Yazarın Yeniden Doğuşu, Ankara: Ürün Yayınları. KUTLU, Ayla (2006) Zaman da Eskir. Ankara: Bilgi Yayınevi. RICOEUR, Paul (2012) Hafıza, Tarih, Unutuş (Çeviren: M. Emin Özcan). İstanbul: Metis Yayınları. SARLO, Beatriz (2012) Geçmiş Zaman: Bellek Kültürü ve Özneye Dönüş Üzerine Bir Tartışma (Çevirenler: Peral Ayaz Charum ve Deniz Ekinci). İstanbul: Metis Yayınları. SCHACTER, Daniel (2010) Belleğin İzinde: Beyin, Zihin ve Geçmiş (Çeviren: Eda Özgül). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. [1] Bu yazı, on yılı aşkın bir çalışma süreci sonunda yayımlanan Özyaşamöyküsünde Yazarın Yeniden Doğuşu (2016) başlıklı kitabımın giriş bölümlerinden çok çok kısaltarak oluşturulmuştur. Yaşamyazını türlerine ilgi duyanlar kitaba başvurabilir. Prof. Dr. G. Gonca Gökalp Alpaslan
Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
ggonca@hacettepe.edu.tr
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR