Işık saçan adam / M. Topaloğlu
Devletin giderek zayıfladığı, toprakları üzerinde çeşitli bölünme senaryoların uygulanmaya çalışıldığı o zorlu yıllarda, 1910’da dünyaya gözlerini açtı. Küçük kasabalarında dış dünyayla iletişim kurmak son derece güçtü. Telefon ve radyo gibi olanaklardan yoksun olan halk için haberleşmenin tek yolu, yabancılar tarafından işletilen deniz yoluyla sağlanan vapur seferleriydi. Kasabaya ulaşan posta ve mektupları okuyabilen kişi sayısı oldukça azdı; bu nedenle yazılanlar, okuma yazma bilenlere okutulurdu. Bu durum, özel hayata ilişkin bilgilerin pek de "özel" kalmamasına yol açıyordu. Günümüzde kolaylıkla tedavi edilebilecek ateşli bir hastalıktan hayatını kaybeden kardeşinin ardından yaşanan keder, herkesi derin bir üzüntüye boğuyor, evin içine neşe ve yaşam sevinci bir türlü geri gelemiyordu. Doğduğu evde matem havası hâkimdi. Annesi, on iki yaşında ölen oğluna her gün ağlıyordu. Ancak aileye yeni katılan lepiska saçlı, mavi gözlü bu çocuk, kederli ortamı değiştirdiği gibi, ölen abisinin adını yaşatan bir neşe kaynağı oluvermişti. O dönemlerde sağlık, hekimlerin değil, hayatı deneyimleyerek öğrenen yaşlıların ellerindeydi. Kulaktan dolma bilgilerle şekillenen tedavi yöntemleri, kimi zaman faydalı olsa da çoğu zaman daha büyük acılara yol açıyordu. Sarışın mavi gözlü çocuk karaciğer rahatsızlığı olan sarılık (hepatit) hastalığına yakalandığında bir tedavi yöntemi olarak damağının usturayla kesilmesine karar verildi. Herkes bu yöntemin işe yaradığını söylüyordu. Kırılan kemikler düzgünce kaynamadan bezlere sarılıyor, suya okunan dualar hastalara içiriliyor ya da üzerlerine serpiliyordu. İnsanlar, hastalıklardan ve kötülüklerden korunmak için içinde Arap harfleriyle yazılmış dualar bulunduğu söylenen muskaları boyunlarından eksik etmiyordu. Ekonomik ve sosyal yapının büyük ölçüde dışa kapalı olması, bireylerin yalnızca temel ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik bir yaşam sürmesine yol açıyordu. Gazyağı, tuz ve bez gibi zorunlu malzemeler dışında, dış dünyayla sınırlı bir etkileşim söz konusuydu. Elektriğin bulunmaması nedeniyle gün batımının ardından evlere çekilme ve erken yatma alışkanlığı yerleşmişti. Gün doğumuyla birlikte ise hayvan bakımı, tarımsal faaliyetler, ev düzeni ve yemek hazırlığı gibi sorumluluklar bireylerin zamanının büyük bir kısmını dolduruyordu. Bu çerçevede, kişisel gelişime ayrılabilecek boş zaman kavramı neredeyse yok denecek kadar sınırlıydı. Çünkü burada hayat, dinlenmeye değil, hayatta kalmaya odaklıydı. Zaman nedir bilmeden geçen günlerinin ardından beş yaşına geldiğinde, ülkesi savaşa girmiş ve yaşadığı topraklar yabancılar tarafından işgal edilmişti. Yapılabilecek tek şey, herkes gibi işgalden kaçarak daha güvenli bölgelere göç etmekti. Ailesiyle birlikte evini doğduğu toprakları terk etmek zorunda kaldı ve zorlu günler başladı. Bu sıkıntılı yolculuk, istemeden başladıkları bir serüven olarak hem ülkeye hem de aileye derin izler bırakacaktı. Yaşanan kargaşa ve düzenli bir toplumsal yaşamdan uzak geçen günler nedeniyle eğitim hayatına geç başladı. O yıllarda Arap harfleriyle verilen eğitim çağın gerçeklerinden oldukça uzaktı. Ortaokula adım atma arifesindeki genç adam, kendisini varoluşunun derinliklerinde bir sorgulama içinde buluyordu. Zamanın akışı, ülkesinin tarihinde önemli bir kırılma noktasının eşiğinde olduğunu işaret ediyordu. Eğitim toplumun en önemli değerlerinden birine dönüşmeye başlamıştı. Geçmişin köhnemiş yapısının yıkıcı etkisi, yerini yeni bir umudun filizlenmesine bırakıyordu. Bu dönüşüm, sadece bir yönetim değişikliğinden ibaret değildi; bireylerin, toplumsal bir varlık olarak kendilerini yeniden tanımlamaları için bir fırsattı. Eğitimin, insanın doğasındaki potansiyeli ortaya çıkarma yolunda bir anahtar olduğu düşüncesi, bu yeniçağda yankılanıyordu. Artık yapılan devrimle eğitimde Latin harfleri kullanılıyor; “mektep” “okul”a, “talebe” ise “öğrenci”ye dönüşüyordu. Kelimelerin dahi yeni bir anlam kazanması, insanın düşünsel yapısındaki dönüşümün bir yansımasıydı. On gün gibi kısa bir sürede, tüm öğrenciler yeni alfabeyi öğrenmiş, okumanın ve yazmanın, kısacası eğitim almanın getirdiği özgürlüğü hissetmişti. Trabzon Lisesi( İdadi) 1930 Genç adamın ailesi, eğitim mücadelesinin insanı nasıl şekillendirdiğinin bilincindeydi. Çocuklarını okutmak için il merkezine göndermeleri gerekiyordu. Her türlü fedakarlığa katlanmaya hazır ailenin cehaletten kurtulma ve bir geleceğe sahip olma konusundaki çabaları, hayatta öğrenmenin ve öğretmenin kutsallığını hatırlatıyordu. Her bireyin, kendi bilgeliğini keşfetmesi için bir arayış içinde olması gerçeği, insanı hayatın anlamı üzerine düşünmeye sevk ediyordu Genç adam okula kaydını yaptırmak için il merkezine doğru yol alırken, içini kaplayan duygular bir deniz gibi dalgalanıyordu. Geleceğe dair hissettiği korku, belirsizlik ve aynı zamanda bir özlemle birleşiyordu. Eğitim, onun için sadece bir bilgi birikimi değil; özgürleşmenin, kendini gerçeğini bulmanın ve varoluşunu keşfetmenin bir aracıydı. Yıllar birbirini kovalıyor, insan merkezli değişim gündelik hayatta daha da hissedilir oluyordu. Yabancı tekellerin elinde bulunan deniz ulaşımına son verilmiş, yerli gemiler insan ve yük taşımaya başlamıştı. Yeni yollar ve taşıtlar, insanları birbirine yaklaştırıyor; yeni insanlarla tanışma ve bilgilenme yolları açılıyordu. Tarımda yapılan devrimle birlikte artık tütün ve fındık gibi ürünlerin üretimi, işlenmesi ve pazarlanması bu toprakların insanlarının elindeydi. Radyo yayınları başlamış, dış dünya daha tanınır ve anlaşılır hale gelmiş, ortak bir dil yaygınlaşmıştı. Bu yayınlardan öğrenilen Türkçe, insanları birleştirmede önemli bir rol üstlenmişti. Kasabaya zorunlu askerlik hizmetinin karşılığı olarak doktor ve eczacı gönderilmiş, penisilin gibi temel ilaçlar ulaştırılmıştı. Artık insanlar basit ateşli hastalıklardan kolayca kurtulabiliyordu. Keşke bu olanaklar daha önce kasabaya ulaşmış olsaydı ve ölen kardeşi de kurtarabilseydi. Yaşanan insan odaklı gelişmenin sonuçları ve etkilerinin ülkenin her yanına, insanlara ulaşması zaman alıyordu. O güne kadar ithal edilen şeker, artık yerli olanaklarla üretiliyordu. Giyim kuşam için gerekli kumaş ve ayakkabıya ulaşmak ise çok daha kolay hale gelmişti. Genç adam, okulun kapısından ilk adımını attığında, içinde bulunduğu dar dünyadan çıkmanın, farklı kültürlerle tanışmanın heyecanını hissediyordu. Okul, sadece yeni bilgiler öğrenmek için bir yer değildi. Aynı zamanda, onu çevreleyen kapalı dünyadan uzaklaşarak, farklı inançlara sahip öğrencilerle ve öğretmenlerle tanışma fırsatıydı. Her biri farklı bir bakış açısı, farklı bir dünya sunuyordu. Okul, ona sadece dersler değil, kişisel gelişimi için pek çok fırsat sunuyordu. Kaligrafi derslerinde, ilk başlarda zorlanan elleri zamanla güzellik ve incelikle yazmaya alışmıştı. Yazının her bir harfi, ona sabır ve özenin ne kadar önemli olduğunu öğretmişti. Yabancı dil derslerinde ise her kelime, ona farklı bir kültürün kapılarını aralıyordu. Her dil, farklı bir insanlık haliydi. Kendi deyimiyle ‘’bir lisan bir insan’’ demekti Beden eğitimi dersleri de onun için başka bir dünyaydı. Fiziksel gücünü keşfederken, disiplinin ne kadar değerli bir kavram olduğunu anlamıştı. Bu derslerde yalnızca bedenini değil, zihnini de güçlendiriyordu. Her ders ona biraz daha olgunlaşmayı, hayata dair yeni beceriler kazanmayı sağlıyordu. Yıllar geçtikçe, bu genç adam bir ortaokul öğrencisi olarak başladığı yolda, şimdi bir lise öğrencisi olmuştu. Yatılı okulda geçirdiği zamanlardan artan boşluklarda, arkadaşlarıyla şehri gezmek, muhallebiciye gitmek ve futbol maçlarını izlemek, ona kalan sosyal etkinlikten sadece birkaç tanesiydi. Bir gün, güzel yazı dersinden bütünlemeye kaldığını öğrendiğinde, kısa bir sarsıntı hissetti. Okulda kaligrafi önemli dersler arasındaydı. Ama bu kez başaramadığı bir şey vardı. Yazılı sınavı geçmek için, bütün bir yaz tatilini kalın bir defterde yazı yazarak geçirmeye karar verdi. Sabahları güne erken başlıyor, el yazısının incelikleriyle uğraşıyordu. Defterin sayfaları her geçen gün biraz daha doluyor, el yazısı zamanla öylesine mükemmel hale geliyordu ki, sanki her harf bir öykü anlatıyordu. Artık güzel bir el yazısının yanı sıra majiskül yazı tarzına da hakimdi. Genç adam, zorlu sürecin her anını, yeni bir şeyler öğrenmenin heyecanıyla ve kendini geliştirme arzusuyla geçiriyordu. Her adımda, büyüdüğünü ve dünyaya biraz daha açıldığını hissediyordu. Lise eğitimini başarıyla tamamlamak ise o kadar da kolay değildi. Bütün derslerini başarıyla geçsen de, asıl sınav olan olgunluk sınavı (Baccalauréat), her şeyin ölçüldüğü yerdi. Bu sınavda, sadece bilgiyi değil, aynı zamanda öğrencinin, analitik düşünme yeteneğini, kendini ifade edebilme gücünü ve dış görünüşüne özen gösterip göstermediğini de değerlendiriliyordu. Disiplinin, sabrın ve azmin sınandığı bu zorlu sürecin, sözlü sınavı da vardı. Birçok öğrenci bu sınavdan geçememiş, bütünlemeye kalmıştı. Yatakhanede uykusuz geçen bir gecede, geçmişin izleri zihninde yeniden canlandı. Ölen kardeşi, çocukluğu, evini terk edişi… Savaş yıllarında ayrıntıların ortadan kalkıp her şeyin siyah beyaza dönüştüğü anıları hatırlıyordu. Ama şimdi buradaydı; yeni bir hayatın içinde, başka bir geleceğin eşiğinde. Yaşamın renklerini yeniden hissetmesini sağlayan mucizenin mimarını tanımak için içi içine sığmıyordu Bu okul, ona ne kadar büyük bir değişim sunduğunu her geçen gün hatırlatıyordu. Yaşama yeniden tutunmasını sağlayan bu mucizenin arkasındaki kişiyi görmek birinci hayaliydi. Kendi kendine, “Bu imkansız,” diye fısıldadı ve gözlerini kapattı. Uykusuzluğun ağırlığına daha fazla direnemedi. Sabah olduğunda, kısa bir tereddütten sonra her zamanki rutinine başladı. Traş oldu, yatağını topladı, üzerine çeki düzen verdi. Gece düşündüklerinin bir rüya mı yoksa gerçek mi olduğunu kestiremiyordu. Yemekhaneye indiğinde ise alışılmadık bir hareketlilik dikkatini çekti. Sadece öğrenciler değil, öğretmenler de heyecan içindeydi. Bir şey oluyordu. Haber çabucak yayıldı: Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk Ege Vapuru ile şehre gelmişti! Üstelik okulu da ziyaret edecekti. İçindeki heyecan dalga dalga büyüdü. Onu gerçekten görebilecek miydi? Ya çok uzaktan bir anlığına görmekle yetinmek zorunda kalırsa? Atatürk'ün önce Türk Ocağına, ardından Halk Fırkasına gideceği, liseyi daha sonra ziyaret edeceği söylendi. Kararını verdi. Kahvaltısını yarım bırakıp fırladı. İki kilometrelik yolu nefes nefese koşarak geçti. Türk Ocağını vardığında, karşıdaki evin beş basamaklı giriş merdivene çıkıp beklemeye koyuldu. Dar sokakta, üstü açık bir otomobil sokağı kaplamış binanın önünde duruyordu. Kalbi göğsüne sığmayacak kadar hızlı atıyordu. Zaman durmuş gibiydi. Ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordu. Trabzon Türk Ocağı 1930 Sonunda kapıda bir hareketlenme oldu. Sarı saçları, dik duruşu ve kendinden emin adımlarıyla Atatürk, etrafındaki insanlarla birlikte belirmişti. Karşı karşıyaydılar. Genç adam, olduğu yerde donakaldı. O an, tüm dünya sessizleşmişti. Elinde fötr şapkası, etrafa göz gezdiriyordu. Ve sonra… Göz göze geldiler. İki sarışın adam, birbirlerine bakıyordu. Hayali gerçek olmuştu. Aralarında ancak üç-dört metre vardı. Genç adamın içini tarifsiz bir sıcaklık kapladı. Ancak, bakışlarını daha fazla sürdüremedi. O gök mavi gözlerden saçılan ışığa yenik düşmüş, bakışlarını kaçırmak zorunda kalmış, bu yoğunluğa daha fazla dayanamamıştı. Hiç konuşamadılar. Ama birbirlerini anlamışlardı. Derin bir etki altında kalmıştı. Tamamı sadece beş on dakikaya sığan o anların yoğun heyecanını kalbinde bir yerlerde hep öylece sakladı asla unutmadı. O büyük insanın ölüm yıldönümünde ve milli bayramlarda yaşadığı duygu yüklü anısını, bu satırların yazarına ve o büyük adamla tanışma olanağı bulamayanlara anlatmayı bir görev kabul etti. M. Topaloğlu
(Yüksek mimar)
Gercekedebiyat.com
YORUMLAR