Işığı görmeden / Tacim Çiçek
Uyandırılmamış bozkırın içine kara bir yılan gibi uzanan yol, güneşin altında parlayıp duruyordu. Bu yol bir derenin altından düzlüğe akıyordu. Bozkırın hiç de kendi hâlinde olmayan insanları azotun bereketini toplayıp gülmeye çalıştıkları bir zaman diliminde türküye dururlar. İşte türkülerden bazıları izbelerdeki insanların kimini bu yola çeker. Üç sevdalı yürek, sinsi, doyumsuz kara parıltıya kapılmış zamanın taşıtlarını bekliyordu. Kısa saçlı, kara yağız olanı Güneş’e baktı. Sonra terini sildi yüzünün. Oradaki bir taşa oturdu. Elindeki çubukla, ayaklarının arasından toprağa bir şeyler çizmeye başladı. Sarışın olanı çömelmişti yol kıyısına. Bir sigara yakmıştı. Bir şey söylemek için geriye döndü birkaç defa... Üçüncüsü, pala bıyıklı, kavruk yüzlü ve soluk benizliydi. Onlara bakıp bıyık altından gülümsedi. Sonra şapkasını çıkardı. Terlemiş olan saçını kuruttu mendiliyle. Üçünün az ilerisinde, üstleri birer bezle örtülmüş üç sepet vardı. Kamıştan yapılmışlardı. Sarışın soluktu biraz, bir bulut, bir hayal gibi görünüyordu. Konuşmadan bekliyorlardı... Diğer ikisinin fiziki görünümleri aynıydı. İkiz gibi değil ama, kardeş gibi... Sarışın da onlara beziyordu ama onun bir yanı vardı ki bu özelliği ile diğerlerinden ayrılıyordu. Onlara benzerliğini engelleyen bir şey vardı onda... Bozkırın sessizliği bozuldu birden. Ayağa kalktılar. Yolun yukarısına baktılar. Ses yaklaştıkça telaşları arttı üçünün. Araba yanlarında durdu. Birbirine ‘haydi çabuk’ türünden bakış attılar. Sarışın olanı yaklaşmadı bile arabaya. Ötekiler arabanın üstünden ona seslendi: ‘Haydi gel.’ O, başıyla ‘hayır’ imi yaptı. Sürücü kükredi: ‘Çabuk olun.’ El ettiler, bağırdılar ona: ‘Haydi gel.’ ‘Niçin,’ dedi kara yağız olanı, ‘gerekli mi yaptığın? Niyetliydin bizimle gelmeye, şimdi neden...’ ‘Yok yok, siz gidin...’ Sürücü: ‘Sallanmayın be,’ dedi bağırarak, ‘yolumuz uzun. Araba hareket etmeden, sarışın olan git gide onlardan bir hayal gibi uzaklaşmaya başladı. Sessizlik kaldı geride. Palabıyıklı: ‘Hangi yol? Nasıl yol? Yol niçin uzun? Hava neden soğuk? Ortalık niye karanlık? Aracın ışıkları yanıyor mu? Biz binerken hava sıcaktı. Ya sarışın nerede? Babam yani? O neden gelmedi? Nasıl razı oldu yüreği bizi yalnız göndermeye? Bir bulanıklık var, var ama nerede, nasıl?’ diye söylenip durdu bir süre içinden. Kavakların, söğütlerin oluşturduğu küçük bir korudan geçiyordu yol. Bir demir köprü vardı düzlüğünde korunun. Altından akan su berraktı. Kuşların düğünü vardı. Sürücü, onları köprüde indirip yoluna devam etti. Palabıyıklı şaşkındı. Her taraf aydınlık ve sıcaktı. Karanlık yoktu. Cennet’in burası olabileceğini geçirdi içinden, mutlandı. Bir zaman sonra da içini bir sıkıntı sardı. Ürperdi biraz da. Burası sahipsiz olamazdı. Sahipleri görünmüyordu... Neredelerdi? Niçin burada indiklerini düşündü ve yanındakine sormayı akıl edemedi. Belki de çekindi bundan. Şaşkınlık içinde çevresinde dönüp durdu. Yanındakinin sesiyle irkildi birden: ‘Haydi kaldır şunu!’ ‘Neyi?’ ‘Koca sepeti görmüyor musun?’ ‘Hangi sepet, hani, nerede?’ ‘Bırak numarayı be, ayaklarının dibinde.’ Uzun uzun baktı. Ayaklarının önünde bir şey yoktu. Yemyeşil bir çayır uzanıyordu göz alabildiğine... ‘Hani?’ ‘Anlaşıldı, kaldırmak istemiyorsun...’ Palabıyıklı karşısındakine hayretle baktı. O, bir pandomimci gibi, olmayan sepeti kaldırıp omuzlamış ve sırtında taşıyormuşçasına zorlana zorlana yürümeye başlamıştı. Ağaçların arasında patika bir yol vardı. Onun bu yola koyulduğunu gördü. Baktı ardından. Gün kararıyor gibi, perde perde bir karanlık etrafını sarmaya başladı. Arkasından gidip gitmemekte ikircikli davrandı. Durdu, düşündü bir süre. Gözden kaybolduğunu gördü. Kararsızlık içinde dolandı olduğu yerde. Garip bir ses duymuş gibi, aceleyle dönüp sağa sola baktı. Kulak kesildi. ‘Suyun sesi değil bu, bana seslendiler, kim, niçin?’ İçini bir korku sardı. Yutkunamadı bir an. Sonra toparlandı. Sesi bir daha dinledi can kulağı ile. Biraz rahatladı. Ses tanıdıktı sanki. Yanındakinin şakalarından sandı. Cesaretlendi ve sese doğru yavaş yavaş yürümeye başladı. ‘Gel... Gel...’ ‘Bu ses, bu... Olamaz. Olamaz. Yok. Yoooook.’ Aynı sesi duydu yine: ‘Gel... Gel...’ Sanki çok uzaktan ve derinden geliyordu çağrı. Sese yaklaştıkça sahibini tanıyacak oldu ama çıkaramıyormuş gibi bir duyguyla ilerledi hep. Sonunda sesin geldiği yeri buldu. Oradaki bir kuyudan çıkıp çevreye yayılıyordu. Kuyuya çekinerek baktı. Tüyleri diken diken oldu. Korkuyla karışık bir heyecanla, kuyuya eğildi. Gördüğüne inanamadı… Yeri göğü, ağaçlardaki kuşları ürküten bir haykırışla seslendi kuyudakine: ‘Baba... ba... ba...’ ‘Bağırma oğlum...’ ‘Hani gelmiyordun, ne arıyorsun? Nasıl... Nasıl oldu da, hem sen... Sen nasıl duruyorsun orada? Seni havada tutan ne?’ ‘Boşluktayım evlat.’ ‘Olamaaaz...’ ‘Zamanla bazı şeyleri daha iyi anlarsın evlat.’ ‘Peki, ne yapıyorsun?’ ‘Buradaki musluğu onarıyorum, bozulmuş da.’ ‘Kuyularda musluk olur mu?!’ ‘Her kuyunun bir musluğu vardır evlat.’ ‘Ya kuyu suyla dolarsa, nasıl çıkacaksın? Bekleyeyim mi?’ ‘Olmaz, indiğim gibi çıkarım. Yardımına gerek yok. Herkesin bir işi olmalı kendine ait. Anladın mı?’ ‘Oradan nasıl geldin, ne ile?’ ‘Değişerek...’ ‘Düş olmalı bu...’ ‘Öyle sandığın için mi? Git, haydi zamanımı alma.’ Sesin kararlı olduğunu anladı. Karşı gelmek istemedi. Yürüdü isteksizce ve kuşku dolu bakışlarla... Mutsuzlaştı. Burukluğun pençesinde kıvrandı... Patika yoldan yana baktı. Sonra çayıra uzandı yüzükoyun. Kafasını iki kolunun arasından çayıra gömdü bir süre. Üzerinde sıcaklığın ağırlığını hissetti. Başını kaldırdı biraz. Kuşların düğünüyle ve yaprakların şarkısıyla renkleniyordu etraf. Bir mavi kelebeğe takıldı gözleri. Uçan iki mavi kanat değil de gözleriydi sanki. Birkaç metre ileride bir çocuğun kendi hâlinde oynadığını gördü. Şaşırdı. Çocuk kendisinden habersizdi sanki. Aniden ayağa fırladı. Çocuğu ürkütmek istemez bir tavırla yürüdü ona doğru. Kimdi? Ne arıyordu? Buraya nasıl gelmişti? Yalnız mıydı? Sorular beyninde hareketlendi. İvedilikle yaklaştı çocuğa. Çocuk onu görmüyormuş gibi ilgisizce oyununu sürdürüyordu. Gözlerini ovdu, kendini çimdikledi. Gördüğünün düş olmadığını anladı. Az ötesindeki bir çocuktu ve oynuyordu çayırda. Gülen yüz takındı. Çayıra uzanan çocuğun arkasına geçti. Ona yukarıdan bakmaya başladı. Çocukları severdi. Onlar da kendisini... Ama kuşkuluydu biraz. Bu çocuğun nasıl bir tepki göstereceğini kestiremiyordu. İkircikli tavrından caydı ve üzerine eğildi. Pek de çocuk olmadığını görünce ürktü. Geri çekildi. Çocuk, kuyudaki adama benziyordu. Çekingenliğini yenip tekrar eğildi üstüne. Bu kez kendisine benzediğini gördü. Şaşkınlığı daha da arttı. Tüyleri diken diken oldu ansızın. Çocuğun kendisiyle ilgilendiğini görünce durup beklemeye başladı. Elindeki, İzmir köftelerine benzeyen parlak çubuklarla çayıra bir şeyler yazıyordu. Usulca: ‘Ne yazıyorsun?’ diye sordu. Çocuk, ona bakmadan ve işini sürdürerek yanıtladı. ‘Bitince görürsün...’ Onun umursamaz tavrı, kendinden korkmaması daha da heyecanlandırdı onu. Çocuğun, tanıdık olmayan biriyle karşılaşacağı zaman tepkisinin kaçmak olacağını sanıyordu... ‘Bu ses... Bu yüz, düş değil gördüğüm, nasıl açıklamalı bilmiyorum. Sen... Sen...’ Kafasındaki karmaşık sorunun yanıtını bulmaya çalışırken çocuğun birden ayağa fırladığını, koşar adım köprünün altındaki ışıl ışıl suya yürüdüğünü gördü. Bir kaç saniye sonra da gözden kaybolmuştu. Fosforlu çubuklara baktı. Çocuğun yazdıklarını içinden okudu: ‘Işığı görmeden gitme...’ ‘Gitme’ sözcüğüne takıldı kaldı bir süre. Bu sözcük sanki ‘Geçme’ gibi yazılmıştı. İki sözcüğün arasındaki İT ve EÇ heceleri üstünde durdu. İki heceyi birleştirdi: İTEÇ sözcüğünü okudu birkaç kez. Yazıyı bozdu. Çocuğun yerine uzandı. Işıklı çubuklarla yazmaya ve yazdığını okumaya başladı: ‘Işığı görmeden gitme.’ Ayağa kalktı, yazıya baktı: ‘Ne güzel... gü… zel.’ Tanıdık olan o sesi duydu: ‘Özenmeyi bırak...’ Sesin yönünü tayin edemedi bu defa. Durup dinledi. Sonra kuyuya koştu. İçine baktı. Kimse yoktu. Geri döndü. Suyun olup olmadığına bakmamıştı bile, baksaydım diye geçirdi içinden. Aynı sesi duydu: ‘Bırak özenmeyi, bıraaak.’ Aklına sepeti geldi. Aradı bir süre, bulamayınca aramaktan vazgeçti. Yazdığı yazının yanına gitti koşarak. Vitrin yazısına benziyordu tümce. Karşısında duruyordu havada asılıymış gibi. Yol gösteriyordu. ‘Nereye?’ dedi içinden yol gösteren yazıya bakıp. Ses mes kalmamıştı. Her tarafın karanlık olduğunu fark etti o an. Yalnız patika yol aydınlıktı. Tümce önündeydi. ‘Abimin gittiği yol bu muydu?’ dedi. Yetişmek umuduyla yola koyuldu. Kavaklar, suyun müziği eşliğinde türkü söylüyordu. Kuşların düğünü bitmişti hâlâ… Gercekedebiyat.com
YORUMLAR