Son Dakika



Nijat Bey, ne kadar zamandır Ankara’da yaşıyorsunuz?

II Dünya savaşı zamanında Almanların sınıra dayanması nedeni ile İstanbul’dan Anadolu’ya göç başlamıştı, biz de bu göçe katıldık ve 1939’da Ankara’ya geldik. Ondan sonra yavaş yavaş Ankaralı olduk. Ankara’ya geldiğim için hiç pişman olmadım.

Babanız Mustafa Nihat bey Edebiyat tarihçisi ve yazarı idi. Babanızdan etkilendiğiniz muhakkak ama siz özel olarak sinema ile ilgilendiniz. Neden?

Sinema ile kimse meşgul olmuyordu, ben meşgul olayım dedim. Sinema ile tanışmam çok erken oldu. Babam fotoğraf amatörü idi. Bizim banyo karanlık oda görevini görüyordu. Bizde hem alıcı hem gösterici makine vardı. Babam kiralık filmleri getirir, evde bize seyrettirirdi. Babam Çapa Kız Lisesi’nde iken her hafta film gösterimi olurdu, bizde gider izlerdik orada. Yani sinema merakı 3 yaşından itibaren başlamış oldu. İlkin seyirci idim ama büyüdükçe daha yakından ilgilendim. Baktım ki sinema ile ilgili uğraşan kimse yok, bende ortaokuldan itibaren sinema ile uğraşmaya başladım. İzlediğim filmler hakkında fişler hazırlardım. Kim oynuyor, kim yönetiyor diye. O dönemler sinema öğretecek kitap yok. Ortada 2 kitap var. Birisi Sedat Simavi’nin, diğeri Işık Tandoğan’ın. Bende yabancı kaynaklardan öğrenmeye karar verdim. Fransızca bildiğim için önce Fransızca kaynaklardan, daha sonra ise İngilizce kaynaklardan sinemayı öğrenmeye başladım.

Babanızdan başka hangi konularda etkilendiniz?

Babam 1928 – 1930 yılları arasında ilk çıkan yeni harfli kitapların bibliyografyasını çıkarmakla görevlendirildi. Bibliyografya adlı bir dergi çıkardı. Babamın bu yeteneğinden etkilendim. Ben Türkiye’nin ilk kütüphanecilerindenim. 1947’de Milli Kütüphane’yi kuran Adnan Ötüken, Dil Tarih’te kütüphanecilik kursu açmıştı. Oradan sertifika aldım. Sonra Dil Tarih’e girdim, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne. Kütüphanecilik dersi zorunlu idi. 6 ay daha eğitim gördüm ve kütüphaneci eğitimimi tamamladım. Başlangıçta babamın kütüphanesinin katalogunu yaptım. Daha sonra sinemanın filmografisini tutmaya başladım. Yerli ve yabancı.

Karagözden Sinemaya Türk sineması ve Sorunları kitaplarınız neden 2 ciltte kaldı ve devam etmedi?

Aslında durmadı, yeni baskısı yapılacaktı, 39 yazı daha ekledim, resimli falan, ancak yayınevi iflâs etti. Şimdi Agora basacak. 1955’den 2005’e kadar 50 yıllık yazı var, bir aksilik olmazsa Eylül’de çıkmasını bekliyorum.

Vedat Türkali’nin sineması üzerinde sizin etkiniz nedir? Bu etkinin sebebi nedir?

Aslında benim fazla bir etkim olmadı. Benim sinema çalışmalarım vardı Harbiye’de. Bir dönem beni de içeri aldılar. Bende içerde sinema dersleri vermeye başladım. 5 – 6 öğrencim vardı. Biriside Vedat Türkali idi. Tutukevi Müdürü beni çağırdı bir gün. “Tutuklulara ders veriyorsun ve morallerini yükseltiyorsun, artık vermeyeceksin, yoksa sinema kitaplarını içeri almam” diye tehdit etti. Bende derslere ara vermek durumunda kaldım. Kısa bir dönem oldu bu. 1952 – 53 yılları bu dönem. Diğer öğrenciler Yılmaz Çolpan, Kemal Bekir Özmanav, Aclan Sayılgan idi.

Sinemacılığa başladığınız dönem, Tiyatrocular Dönemi’nin bitiş dönemi. Bu dönemle ilgili 2 görüş var. “Muhsin Ertuğrul olmasaydı sinemaya daha erken geçecektik”; diğeri de “Muhsin Ertuğrul olmasaydı sinemaya sahip çıkacak kimse yoktu” diyenler. Siz hangi tarafta idiniz?

İki görüş de doğrudur. Ama Muhsin Ertuğrul’un bunda bir kabahati yok, İpekçilerin kabahati var. Ertuğrul tiyatroyu yapıyor diye sinemada yapar deyip onu ön plâna çıkardılar. Başkaları da ortaya çıkamadığı için bir tekel oluşuyor. Olaylar bu şekilde gelişiyor.

Sedat Simavi ve Muhsin Ertuğrul’un sinemanın ilk yıllarındaki çekişmelerinin sebebi ne idi?

İlk dönemde Sedat Simavi vardı. İkisi arasında bir rekabet vardı. Aynı odada kaldılar ama birbirlerini çekemiyorlardı. Hangisi öne çıkacak diye gizli bir çekişme vardı. Sedat Simavi önce başlamasına rağmen daha sonra basın yayın hayatına giriyor. O arada Almanya’da olan Muhsin Ertuğrul sinemayı öğrenmeye başlıyor. Kendisini hem tiyatro hem de sinemanın kompetanı sayıyor. Temaşa Dergisi’nde kendisini pazarlayıcı yayınlar sunuyor. Türkiye’ye gelmeden kendini afişe ediyor. Geldiğinde ise Sedat Simavi ile kavga edip darılıyorlar. İpekçilerin desteklenmesi ile ön plâna çıkıyor. Kendi yanında çalışan kimseninse ön plâna çıkmasını istemiyor. Şehir Tiyatrosu bir aile gibidir. Herkes bir birinin akrabası idi. Kışın tiyatro oynuyorlar, yazında onun filmini çekiyorlar. Muhsin Ertuğrul kendisinin iyi bir sinemacı olmadığını bilir. Tiyatro konusunda eleştiri olduğunda korkunç tepki verir ve savunur. Ama sinema hakkında eleştiri yapıldığında sesinin çıkarmaz.

Halıcı Kız ilk renkli filmdir ama daha öncesinde Ali İpar renkli film çekti ama tarihe geçemedi neden?

Ali İpar daha öncesinde Bir Şehrin Hikâyesi (1952) adlı belgesel çekti, sonrasında Salgın (1954) çekildi. Renkli olarak çekilen ilk Türk filmi idi ancak, Muhsin Ertuğrul’un Halıcı Kız adlı filminden sonra gösterime girdi. Film, 16 mm’lik el kamerası ve Singer Dikiş Makinesi motoruyla çekildi ve kurgusu ise Amerika’da yapıldı. Ancak sinema tekniğini tam anlamıyla bilmediği için olsa gerek filmi bir türlü vizyona sokamadılar. Bu yüzden Halıcı Kız daha önce davrandı ve öne çıktı. Zaten Muhsin Ertuğrul’un ilk olmak gibi bir tutkusu vardı. Ali İpar Amerikalı bir yıldızla evli idi. Sinemacılığı oradan gelir.

Günümüz Türk sineması hakkında neler düşünüyorsunuz? Gidişatımız nasıl sizce?

Türkiye’de yılda 50 film çekilmeye başlandı ve bu normal bir durum. Zaten 300 filmli döneme benim itirazım vardı. Bir sürü saçma sapan filmler çevrildi. Türkiye’nin 300 film çekebilecek kapasitesi yoktu. 50 film çevrilmesi demek hepsinin iyi olması anlamına gelmez. Çok az yönetmen sinema yapmaya başladı. Benim tuttuğum yönetmen Nuri Bilge Ceylan’dır. Türk filmlerinde ortak bir özellik vardır. Gevezelik, devamlı gevezelik. Konuşma dışında bir şey yapılmıyor. Nuri Bilge Ceylan sineması bunu kırar. Gevezeliği en aza indirir. Sadece görüntü ile filmi anlatır. Nuri Bilge Ceylan nasıl ortaya çıkmış onu anlamak lâzım.

Peki, nasıl oluyor da Zeki Demirkubuz ve Nuri Bilge Ceylan filmleri bol ödül almasına karşın Türk seyircisi tarafından kabûl görmüyor ve gişe hasılatı yapamıyor?

Gitmez tabiî ki… Bizde masal, orta oyunu, karagöz, meddah geleneği hep sözlüdür. Biz söz sanatı gelişmiş bir toplumuz. Seyirci yıllarca bu yönde alıştırıldı. Başka ülkeler kendilerini çabuk toparladılar. Sinemanın görsel sanat olduğunu anladılar ve değiştiler. Bir sürü sinema dernekleri kulüpleri var. Bizde maalesef yaygın değil. Sinemayı geliştiren derneklerimiz ve seyirciyi eğitecek derneklerimiz yok. Seyirci alışmadığı için donuk filmleri izleyemiyor. Bizim filmlere dışarıda gösterilen rağbet de şundan dolayıdır. Avrupa’da da Amerikan showuna karşı bir tepki var. Böyle filmlerin çıkması hoşlarına gidiyor ve hayrete düşüyorlar. Onlar için nostaljik önem taşıyor.

Amerikan sinemasının Türk sineması üzerindeki etkisi nedir?

Amerika her konuda show yapmayı sever. Sinemada da bu böyle. Teknoloji hızla ilerledikçe efektli filmler de artmaya başladı. Yani seyirciyi etkilemek uğruna her şey yapıldı. Bunun yansıması tabiî ki Türk sinemasını etkiledi. Onlarda aynı şeyi yapma peşine düştü.

Güncel sinemayı nasıl takip ediyorsunuz?

Maalesef takip edemiyorum. Hastalığım sebebi ile kalabalık yerlere girmem yasak. Ancak DVD.si çıkarsa izleyebiliyorum. Birde cep sinemaları beni deli ediyor. İnsanlar nasıl tahammül ediyorlar. Ses feci bir şekilde. Son derece kötü ortamlar.

Hangi sinema yazarlarını okuyor, beğeniyorsunuz?

http://farm4.static.flickr.com/3110/2663554842_2136b8ed57_m.jpgArtık sinema yazar ve eleştirmenlerini okumuyorum. Adamlar internetten bakıyorlar IMDb’ye giriyorlar, sonra eleştiri yapıyorlar. Orada sanatçıların her türlü magazin haberlerini bulabiliyorsunuz. Öyle olduktan sonra ben kendim girer, doğrudan bakarım.

Sizce Türkiye’de sinema arşivciliği ne durumda, bu görev sizce kimde olmalıdır?

Türkiye’de nasıl ki Basın Yayın Enformasyon Genel Müdürlüğü varsa sinema ürünleri içinde böyle bir müdürlüğün olması gerekiyor. Bir ara yapmışlar, geçiş dönemi filmlerini toplamışlar. Bu görevde BYEGM’de imiş. Ben bunu keşfettim, izini de buldum. Sinematek’e söyledim “bunları alın” diye. 23 filmdir bu, mahzende kötü şartlar altında saklanmaktadır. Eskiden filmlerin birer video kopyası emniyete verilirdi. Daha sonra Kültür Bakanlığı’nın ilgili bölümü işi devraldı, ancak devam etmediler. Şimdi filmlerin kopyalarını DVD olarak verebilirler, ancak yinede işler yürümüyor maalesef. Eskiden Kültür Yüksek Kurulu’nda üye idim. Orada sinema yasası hazırladık. Ahmet Taner Kışlalı’nın Kültür Bakanlığı döneminde çıkacaktı, meclise gelemedi. Ecevit hükümeti düşünce yasa çıkmadı.

Kültür Bakanlığı fonları ve Euroimages yardımları sizce sinemanın temel yapısını bozuyor mu, sizce filmler devletten yardım almalı mıdır?

Olmalı tabiî ki. Fakat bu tür paraların yönetimi ve dağıtımı ahbap işi oluyor. Alması gereken alamıyor, almaması gereken alıyor. Türkiye’de bunu işletecek alt yapı yok. Bence fon vermekten çok, başarılı bir film çekmiş yönetmenin ikinci filmlerine verilebilir.

Türkiye’de sinema sektörü neden oluşmuyor? Neden Hollywood tarzı bir sinema endüstrimiz yok?

Baştan beri devletin ilgi göstermemesinden ileri geliyor. Devlet ciddi anlamda ilgilenmemiştir sinema ile. Dışarıya devlet bir sürü öğrenci göndermiştir ama sinema öğrensin diye kimseyi göndermemiştir. Tarihimizde devlet – sinema ilişkileri konusunda trajikomik olaylar var. İpekçiler bir zaman Atatürk’ün bir konuşmasını filme çekecekler ama makineye film koymayı unutmuşlar. Çankaya köşkünde yapılan çekimlerdeki aksaklıklar nedeni ile Atatürk “eşekler” diye bağırmış. Sonraları bir film stüdyosunda Nazım Hikmet ve arkadaşları dublaj için bekliyorlarmış. Orada da Atatürk’ün bir filmi oynuyormuş. Birden bire “eşekler” diye ses çıkınca şok oluyorlar. Atatürk yerli sinema ve yabancı sinema arasındaki farkı çok iyi biliyordu. Cumhuriyetin 10. yıl kutlamaları için Türkiye’ye gelen Rus sinemacılar Ankara’nın en güzel görüntülerini ve Atatürk’ün 10. yıl nutkunu çekmişlerdir. Hatta Avrupa ve Amerika’dan yönetmenler gelerek Atatürk’ün çeşitli görüntülerini çekmişlerdir.

Sinema hakkında serbest düşüncelerinizi alabilir miyim?

İletişim fakültelerinden her yıl binlerce kişi mezun oluyor. Hepsinin iş bulmaları gerçekten çok zor. Geçenlerde iletişim fakültesinden mezun olan bir arkadaşı telefon satıcısında gördüm. Başka iş bulamadığı için orada çalıştığını söyledi. Birde yeni mezunlar nedense hep yönetmen olmak istiyorlar. Hâlbuki sinemanın birçok dalı var. Niye senarist veya montajcı olmak istemiyor?

Sinemanın merkezi İstanbul ama siz Ankaralısınız. Ankara’da olmak sinema ile uğraşırken mesleğinizde bazı zorlukları getirmedi mi?

Hayır, aksine Ankara’da olmak bana daha fazla çalışma şansı verdi. 1959 yılında bir festivale gitmiştim. Eleştirmenlerin nasıl yönetmen tuttuklarını gördüm. Her eleştirmen kendi yönetmenini tutuyordu. Bu ortamlar benim hiç hoşuma gitmemişti. Bu tür durumlar beni İstanbul’dan uzaklaştırdı. Dedikodudan uzak durdum. Ankara’da daha huzurlu olma şansım oldu. Giovanni Scognamillo sağ olsun beni İstanbul’dan haberdar ederdi.

(Bu güzel ropörtaj Sadi Çilingir tarafafından 5 Temmuz 2008 yılında yapıldı.)

 

NİJAT ÖZÖN KİMDİR?

Yazın tarihçisi Mustafa Nihat Özön'ün oğlu Nijat Özön, 25 Aralık 1927'de İstanbul Beyoğlu Kumbaracılar Yokuşu'nda dünyaya geldi. İlköğrenimini İstanbul’da, orta ve yükseköğrenimini Ankara’da tamamlayan Özön, 1952'de Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nin Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu.

Kütüphanecilik eğitimi de alan Özön’ün sinemayla ilgili ilk yazısı, Aralık 1950'de Yağmur ve Toprak dergisinde çıktı.

Nijat Özön, 1952-1954'te yayıncılık, 1955-1958'de çevirmenlik yaptı, 1958’den 1980'de emekli olana kadar görev yaptığı Anadolu Ajansında ise çevirmen, sekreter ve bölüm şefi olarak çalıştı. 1966-1968'de Ankara Üniversitesi Basın ve Yayın Yüksekokulu'nda görev yapan Özön, 1964’ten 1992'ye kadar, Fransa Büyükelçiliğinin "Fransa’dan Haberler" adlı haftalık bültenini yayımladı.

İLK KİTABI 'SİNEMA SANATI' 1956'DA YAYIMLANDI

Türkiye'de sinemayı hemen her yönüyle ciddi olarak ele alıp sinema biliminin yerleşmesinde ilk emeği geçenlerden olan Özön, sinema üzerine ilk kitabı "Sinema Sanatı"nı ve ilk ciddi sinema dergisi "Sinema"yı, 1956'da okuyucuyla buluşturdu. Özön, 1958'de ilk sinema ansiklopedisi, "Ansiklopedik Sinema Sözlüğü"nü, 1962'de "Türk Sineması Tarihi"ni, 1964'te "Sinema El Kitabı"nı, 1968'de "Türk Sineması Kronolojisi"ni, 1972'de ise "100 Soruda Sinema" adlı eseri sinemaseverlere sundu.

Bilgi Yayınevinin "Sinema Dizisi"ni 1965-1968 arasında yöneten Özön, Türk Dil Kurumunun önerisiyle sinema ve televizyon terimlerinin Türkçeleştirilmesine katkıda bulundu. Özön'ün kaleme aldığı "Sinema Terimleri Sözlüğü" 1963'te, "Sinema ve Televizyon Terimleri Sözlüğü" adlı eser 1983'te, "Sinema: Uygulayımı, Sanatı, Tarihi" eseri de 1985'te yayımlandı.

Sinema yazarı Özön, Eisenstein, Pudovkin ve Bazin gibi temel sinema kuramcılarının yapıtlarıyla bazı klasiklerin senaryolarını da Türkçeye çevirdi.

TÜRKÇE'YE İLİŞKİN ÇEŞİTLİ ESERLER DE KALEME ALDI

Ayrıca 1975'te Arkın Sinema Ansiklopedisi’ni hazırlayan Özön, 1984'te Cumhuriyet Dönemi Türk Ansiklopedisi’nin Türk sinemasıyla ilgili bölümlerini yazdı.

Nijat Özön, 1980’de SİYAD Onur Belgesi, 1984’te İFSAK Sinema Ödülü, 1989’da 8. Uluslararası Film Festivali Onur Ödülü, 14 Kasım 1989 Türk Sineması Günü’nde ise sinemaya kırk yıl emeği geçenlere verilen plaketi aldı.

Fransa Milli Eğitim, Gençlik ve Spor Bakanlığı, Fransız dili ve kültürünün yayılmasına katkısından dolayı Özön'e 1990'da Palme academique nişanının "Officier" rütbesini verdi.

Nijat Özön'ün ayrıca "Resimli Uygulamalı Dilbilgisi" (1954), "Söylenişli Fransızca-Türkçe Sözlük" (1965, 1972, 1988), "Dil Kılavuzu" (1985, 1986, Güzel Türkçemiz adıyla 1986, Büyük Dil Kılavuzu adıyla 1995), "Okullar İçin Yeni Türkçe Sözlük" (1995), "Büyük Yazım Kılavuzu" (1999) ve "Temel Yazım Kılavuzu" (1999) adlı eserleri de yayımlandı.

Sinemada biçim ve estetiğe önem veren, sözünü sakınmayan bir yazar olarak tanınan Özön, 15 Aralık 2010'da kalp rahatsızlığı nedeniyle tedavi gördüğü Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'nde hayatını kaybetti.

NİJAT ÖZÖN'UN ÇEVİRİLERİ 

"Film Duyumu", Sergey M. Eisenstein
"Film Biçimi", Sergey M. Eisenstein
"Potemkin Zırhlısı" / "Harp Esirleri "/ "Cehennemden Dönüş", Sergey M. Eisenstein
"Çağdaş Sinemanın Sorunları" Andre Bazin
"Cehennemden Dönüş" John Ford, 1967,
"Harp Esirleri" Renoir 1967
"Sinemanın Temel İlkeleri" V. I. Pudovkin,1966

Gerçek Edebiyat

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)