Geçmemiş Zaman’a bir Mülkiyeli merhabası / Tahsin Şimşek
O kaymakam ve valinin, yazarın kendisi olduğundan hiç kuşkum yok. Romanın da onun gözlem, izlenim, özeleştiri, çözümlemeleriyle kurgulandığından…
Epiktotes, “Bir insanın anavatanı çocukluğudur.” der. Aiskhylos da “Anı, tüm bilgeliğin anasıdır.” Evet, bir yazar için de yaşanan ve tanık olunan hiçbir şey, geçip gitmemiştir; “Geçmemiş Zaman”dır.[1] Hele o zamana, değişik coğrafyalar tanıksa… O yol, Karacasu’dan Ovacık’a, Marmaris’ten Diyarbakır’a, Osmaniye’den Bartın’a çıkmışsa… Dahası bir de Mülkiyeli disipliniyle buluşmuşsa… İsa Küçük, son romanı “Geçmemiş Zaman”da, şiirle düzyazıyı buluşturuyor, Evet o, bu romanında, hem “göllerde bir dem kamış” olandır, hem yazıya biçim veren hattat kalemi… O, farklı bir yürek ve ses olduğunu, çoktan kanıtlamıştı zaten. “Halet Abla Destanı” ile şiire, “Sarışın Ve Kara” ile romana merhaba derken. Hem de Halet Çambel ile Ece Ayhan’ı esenlerken… Evet, başkalarıyla buluşmayı bilmek, bir zincirin halkası olmak değil midir, şair ve yazar olmak? Dr. Nur’un öyküsü anlatılan, “yanımda kendimi bile bulamadığım o yalnızlıklarda” diyen, “Aşk çağını çoktan geçtin sen, sevgi çağını bari kaçırma” diyen Nur’un. Buna eklenen, bir de “insanla arasına beton dökmüş” metropol yalnızlığı var elbet. Cesurca ele alınan bir konu. Dr. Nur’un bu anılar yolcuğu. Dağa çıkmasından korktuğu Dr. Sinan’ın, yıllar sonra çalan telefonuyla başlayan, sevgili Tunç (Mahsun), eş ihsan, Murat üçgeninde çıkılan içsel bir yolculuk… Doğu’da, yolları kar altında, toprak damlı uzak bir kasabada yaşanan… Çığ düşen uzak bir köyde yüzleşilen terör… O çığ, zorlu kışlara, eski sevgililere düşen çığ… O çığ, ülkemizin üstüne düşen terör çığı… Kendini sınırlayan zincirleri, özgürlük sanan çığ… O çığı, anlatan Nur’dan başka bir kişi daha var. Ayşe ebenin kızı Dr. Nur’un, çocukluk günlerinin kaymakamı, doktorluk günlerinin valisi. Elbette işte bu, çok daha ilginç; o halde gelin, Epiktotes’i bir kez daha esenleyelim. O kaymakam ve valinin, yazarın kendisi olduğundan hiç kuşkum yok. Romanın da onun gözlem, izlenim, özeleştiri, çözümlemeleriyle kurgulandığından… Her şeyi de şu üç simgesel imgeyle özetlediğinden: 1) Mahrumiyet bölgelerine, atanıp da ilk günden kaçmayı düşünenleri “demirbaş defterine kaydetme”, 2) görme engellileri tiyatro izletme… “Görme engelli insanlar bir tiyatro oyununu izleyeceklerdi. (…) Ankara, oyun, demokrasi ve körler. Demokrasi körler oyunu muydu (s.61)” 3) Türk ve Kürt sözcüklerinde sadece ilk ve son harflerin yer değiştirdiğini görme… “Harflerimiz yer değiştirse dahi özümüz, sözümüz değişmezdi. (s. 195)” DİLİYLE DE İÇERİĞİYLE DE ÖZGÜN Özellikle diliyle. Böylesi özenli bir Türkçeyi, günümüzün çoğu yazarında görmek pek olası değil. “Artı eksi beş ay.” tümcesini eleştirmek, “esrimek, imleç, olasılık, us, yanıt…“gibi sözcükleri kullanmak… Evet, İsa Küçük’ün özgün ve şiirsel bir dili var. Kalemini şiirle açmış bir yazara da bu yakışır: “türkü, ateşe atılmış yeşil bir dalın çığlığı gibi / içine ince mavi saklamış bir beyaz (kar) / Kadının bakışı karanlığa yağan kar gibiydi / konuştukça gücü giderek artan bir rüzgâr gibi özgürleşiyor / Doğu benim için hep acı. Güneş acıya doğar burada. /Gecenin siyahına keşke kocaman bir delik açabilseydik, güneşin hiç batmadığı bir mavilik. / bakışları gurbetin cehenneminde elyazıları gibi karmakarışık, sahibine ağlayan gölge / alazına değen ses” O bir bürokrattır. Ancak bürokrasinin ağdalı diline, yaşam biçimine de yabancıdır. “Yani, unvanları kişiliklerinden daha önde ve önemliydi. (s. 106) / Hepimiz görevini yapmaya kurgulanmış sahtekârlardık. (s. 115)” deme yürekliliğini gösterirken, belki de dünkü meslektaşları Şair Eşref ile Ece Ayhan’ı esenlemektedir. “Cehennem çevremizdir.” diyen Sartre’dan el alarak, derinliği olan bir ironiye kapı açmayı bilir. Daha çok da “baltayla ağacı korkutup ondan verim bekleyen”leri sorgulayan tümcelerle: “Dün, bugünü kurtarmaya yeter mi? Ya Yarın? / Yapamadım değil, henüz bitiremedim. / Cep telefonu arayan için Hızır, aranan için mecburiyet. / İnsan, yitirdiklerini bulmaya çalışırken daha fazlasını kaybetmekte olduğunun farkına varmalı. / farklı odalarda sabır dokuyan kadınlar (çok eşlilik) / Duvarlar bir anda dikaçılarını kaybetti sanki.” Benim için romanı en ilginç kılan yan; “Çare, yaşamak, birlikte yaşamak ve konuşarak başarmak… (s. 193)” iletisini, dört dörtlük somutlanmasıdır. Bir de yapıtın baştan sona bir eşduyum (empati) somutlaması olmasıdır. Üstelik bunu bir de bir kadının dili, duyarlığı, düşleri, açık yürekliliği, sorgulamalarıyla yapar. Bu eşduyumu kurabilmek, herkesin harcı değil kuşkusuz. Her şeyden önce doymuşluk ve kültürel birikim gerektirir. Aynı eşduyumu, “Birbirimize dair bilmediğimiz ne çok şey var. (s. 152)” tümcesinde, olaylara bakışında; Mahsun’u, Gülten’i, Sultan Ana’yı anlamaya çalışmasında da görürüz. Peki, başka neleri görüyoruz, Tınaz Titiz’e sempatiyi, Mem u Zin yadsımamayı, anılara gömülen o köykent-tarımkent düşünü, çok eşlilik yarasını ve ona isyanı, Türk-İslam sentezini dayatan 12 Eylül’ü… Evet, okur, bir romanla özdeşleşirse, bir mekânla da buluşur. Ben, gençliğimin, o 1968-71’in Beytüşşebap’ıyla buluştum; özellikle o Hemkan’la, oralara düşen çığla… Okuyun, sizi de sarıp sarmalayacaktır o Geçmemiş Zaman. * Cumhuriyet Kitap, 1733. Sayı, 4 Mayıs 2023 Tahsin Şimşek
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR