Faruk Duman doğayla devrimi anlatıyor
Faruk Duman'ın bir üçlemenin ilk kitabı olarak 2018’de yayımlanan ve Orhan Kemal Roman Armağanı ile Cevdet Kudret Roman Ödülü’nü alan Sus Barbatus! 'çetin kış koşullarında geçen ürkünç olaylarla ilerliyor'du. Üçlemenin kısa süre önce yayımlanan ikinci kitabı Sus Barbatus! 2’de ise 'bahar mevsimi büt...
Cumhuriyet Kitap'tan Gamze Akdemir'e konuşan Faruk Duman, "Modern edebiyatın kaynaklarından biri, geleneksel hikâyeler ve onların yorumlarıyla ilgili çalışmalar. Ben hikâye okumayı ve anlatmayı seviyorum, bu bir yana; ancak yazım modern. Burada bir denge oluşturabilmek için çok çabaladım elbette. Bu belki Cemal Süreya’nın 'folklor şiire düşman' dediği şeydir, yazı tekniğinden ve üsluptan uzaklaştığınız zaman, işte bu bir tehlikedir." diyor. Faruk Duman'ın ikinci kitabı hakkında söyledikleri kısaca şöyle: Aslına bakılırsa, Sus Barbatus!’un gövdesi halk hikâyelerine ve söylencelere gönderme yapan kısa hikâyelerle dolu, bunlarla bir bakıma, bizim hikâye geleneğimize, menkıbe geleneğine de işaret etmiş oluyoruz, bana öyle geliyor. Yine de şunu unutmamak gerekir, öz bakımından modern bir roman yazıyorum ben. Sus Barbatus!’un içinde, dil anlamında süren bir çalışmam var, romanı mevsimlere ayırdım ve her bir ciltte bu mevsimlerin dilini oluşturmak istedim. Burada yalnız mevsim görüntüsü yok, ona özgü ses zenginliği ve dil biçimi de var. Benim doğaya ilişkin yaptıklarımın en cüretlileri diyebiliriz. Amaç kuşkusuz yalnızca dil bakımından böyleydi, hikâyenin asıl odaklandığı şey, biliyorsunuz, 12 Eylül’ün insanlara yaşattığı acılar, sözgelimi, Orhan’ı ayaklarından ağaca asıyorlar, sonra yoksulluk, Kenan’ın ilk kitapta, tereğe uzanıp da küçük tarhana kavanozunda bir şey kalmamış olduğunu gördüğü sahne… Sus Barbatus!’un asıl hikâyesi bunlar. Dile dönersek, halk dilini, konuşma dilini nasıl yansıtabiliriz? Ben öteden beri bunu cümleleri keserek vermeyi denedim, bana öyle geliyordu çünkü. Bu romanda bunun yanına kahramanların dili de karıştı, atı öpüyor çocuk, çünkü onun da kendisiyle kendi yöntemiyle konuştuğunu biliyor. Tabii, Artvin’e yanılmıyorsam 2014 yılıydı, bir yaz köyde kalmak için gittim. Eşimin köyünde, onun yakınlarıyla, çevreyi de gezerek bir süre kaldım. Tabii oradaki yakınlarımızın 12 Eylül döneminde yaşadıklarını epey bir zamandır dinliyordum, ancak doğanın içinde, bütün bu olaylar sanki benim için birleşiyordu. Ağaçları, hayvanları yakından görünce, insanları da daha iyi anlıyordum. Bence insan hakkında daha çok şey öğrenmek için doğaya bakmalıyız. 12 Eylül öncesi, o dik ormanlarda bazı devrimci gençlerin saklandığı mağaralar vardı, bunları oralı dostlarla birlikte ziyaret ettik, bölgede yetişen yenebilir otları, bizim Ardahan’dan iyi bildiğimiz atları, ağaçları, pınarları dolaştık, hikâyeler dinledik. Ancak, özellikle karda mahsur kalındığı yılları ben daha çok Ardahan’dan bilirim. Fındık’ın, Gülşen’in evi, yani benim romanda anlatmaya çalıştığım köy bir Ardahan köyüdür, ama dışarıdaki doğa Artvin doğasıdır, buraları birleştirmek zorunda kaldım. Tabii ilk cildin Kenan’ı da Ardahanlıdır. Ç.’de yaşadığı akıl almaz yaşam mücadelesi o kardan kapanmış yolların bir esinidir. Şimdi, diyebilirim ki, Dede Korkut bizim oralıdır, hemşeriliğimiz var. Bu bölgenin bunca hikâye yatağı olmasının nedeni işte bu çaresizlik ve kapanmışlıktır. Çaresiz insan hikâye anlatır. Canı sıkılan insan hikâye anlatır. Tabii sizin hemşeriler de bazı özel sözcükleri bulacaklardır romanda. Örneğin kalacoş’u bilirsin o halde, yemişsindir. Bence doğanın inzivayla da ana kucağıyla da ilgisi yok. Bana yaşamı öğretiyor. Bir yaşam mücadelesi var, bir vahşet var. Benim bakışım biraz Jack London hikâyelerindeki gibidir; kararsızlığa ya da duygusallığa yer yoktur, karnınızı doyurmak zorundasınızdır. Beni etkileyen şey, el değmemişlik. Bunun içinde Jules Verne’e özgü keşif ruhu da vardır, Jack London’a özgü maceralar da. Ama her geçen gün daha fazla duyduğum bir istek var, çıkıp tek başıma ormanların içinde dolaşmak istiyorum. (...) Burada yaratmak istediğim etki şu; okurlar da anımsayacaktır, Sus Barbatus! 1’de, toplumsal sistem tam bir umutsuzluk içindedir. Elbette, romanın zamanı, tıpkı coğrafyası gibi, bazı kısıtlamalar içermek zorundadır. Dolayısıyla toplumsal durum bazı pratik evrelere ayrılır. Denizlerin idamı, SOSYAL BİLİMLER ANSİKLOPEDİSİ’nin incelenmesi, ölüm haberleri vs, bunlar üst üste gelir. Ancak aynı anda, Kenan kendisini Mustafa Kemal’in bir askeri gibi bir rüyada görür, ama o rüyayı gördüğü zaman da yerin altındadır, yani tam bir gömülme durumudur bu. Ama orada iyileşir. Dolayısıyla, eski kuşaklar hep anlatır, 12 Eylül’den bir gün önce, devrimin eli kulağındadır. Bu durumda, coşkunun giderek artması ve manzaranın yeşermesi gerekir. Benim romanı mevsimlere ayırma nedenim budur. Böylece roman “çağşak suyla” başlar. Suyun sıçraması, su dantellerinin içinden uçan balıkların geçmesi, bana göre tam bir devrimci coşku halidir. (...) Çok uzun sürecektir bu. Ama iyimserlik ve yumuşama, baharla birlikte geliyor. Devrimin yaklaştığını düşünüyorlar. Dolayısıyla devrimcinin tezlerinin doğrulanmaya yüz tuttuğu bir dönemdir. Sona yaklaşılmaktadır. Bunu coşkuyla ve biraz da gururla karşılıyorlar. Bir yerde Halil, edebiyatçılara yönelik eleştiriler getiriyor hatta. Ama bunların hepsi kurgusal konular tabii; yorumlamak okura kalıyor. Sus Barbatus! 2 / Faruk Duman / Yapı Kredi Yayınları / 592 s. / 2020. (Konuşmanın tümünü Cumhuriyet Kitap'tan okuyabilirsiniz) Gerçek Edebiyat
YORUMLAR