Son Dakika




ve hüzün hüzün hüzün
en büyük muhalefettir şimdi!

Hilmi Yavuz


Ne yapsam kurtulamıyorum. Ruhuma, etime, bakışlarıma sinmiş. Beynimin içine, yapışmış. Değiştirmek için (belki de değiştirmemek için) verdiğim onca çaba boşuna. Bir mıknatısın kutupları gibi bir ucu bana, bir ucu o eski yaşama bağlı. Beni çekiyor. Bir türlü alanından kurtulamıyorum. (Oysa hep yazmak için yaşadım. Bir yazarın yeri toplumun en uç kesimi, en ileri kesimi olmalıydı.)

Dışarıda da o duvarlar. Toprağın altında sıra sıra koğuşlar, koğuşların çevresinde bembeyaz duvarlar. Yukarıda, tavana yakın, dışarıdan avlunun ayak dibine açılan küçük demir parmaklıklarla örülü otuz santimetrekarelik pencereler.

Kalın paltoların, kazakların içinde, yakıcı güneşin altında bile üşüyorum. Geceleri derinden, inceden inceye bir inilti gibi uzun, içli, hiç duyulmamış türküler, uzun havalar söyleyen Sivaslıların seslerini duyuyorum. Saz seslerini. Köpekler, sarı solgun ışıkların arasında birden parlayıp gezinen projektörlerin, yüksek duvarların, cam kırıklarının, elektrikli telörgülerin dibinde gezinen nöbetçilerin gizliden gizliye çektikleri sigara dumanlarının arkasından havlıyorlar.

Bir rüzgâr uğultusu bile duymuyorum. Bir kadın sesi bile. Hiçbir şey beni heyecanlandırmıyor. Ürpertmiyor. Kanımı hızlandıracak hiçbir şey yok.

Şimdi her şey sisli bir camın ardında gibi.

İçimde yine o köpekler havlıyor. Yine o soğuk duvarlarla çevrilmiş geceyi yaşıyorum. (Annemi ancak bir yıl sonra görme iznim çıktı. Son anda yetiştiler görüşe. Ta uzaklardan, kuzeyden, şimdi ancak ruhumda tasarlayabildiğim dağların ardından. Çamsakızı kokan köknar ormanlarından, naftalin, taze sabun kokan çamaşırların arasından. Sonra hep onun sesini duydum. Birbirimize hep sarılmış, bırakmayan. Babamın ağlarken ilk kez gördüğüm ağır yüzünü.)

Şimdi oradan oraya atıyorum bu ağır gövdemi. Hiçbir yere sığdıramıyorum. O ezici, ısıran bakışlardan kaçmak için mi? Para kazanmak için mi? Bilmiyorum.

En sonu bu kentte buldum kendimi. Artık bu kentin sesini dinliyorum. Havalandırılmamış binlerce yatak odasından fışkıran günahkar kokuları koklayarak. Yaşamanın bedelini ödemek için her sabah yeteneklerimi, bilgimi, düş gücümü satmaya gidiyorum. Beynimde nöbetçi düdüklerinin tırmalayan sesi, hiç duymadığım rüzgarın uğultusuyla, köpek sesleriyle.

Bakkalın deterjan afişiyle donanmış kapısının kilidi üzerinde ağır zincirler ve anahtarlar duruyor. Önünde süt kasası, sıcak ekmekler bekleşiyor. (Camlı kapıda: "Bir kasa süt bırakın") Az sonra günlük yaşamın zavallı sıradanlığı yaşanacak. Bir günü daha büyük bir acımasızlıkla, büyük bir hızla tüketmeye koşuyoruz. Zamanı, parmaklarımızı yakmasını beklediğimiz bir sigara gibi emip bitirmek istiyoruz. O kadar acımasız. (Biz mi, zaman mı?) Belediye ekmek satış büfesinin camları buharlar içinde. Durakta, üniversiteye gidememiş, küçük devlet memuriyetinde, bir masanın arkasında yaşayıp tükenmeye kendilerini şartlandırmış geçkin kızlar, ablak yüzlü maç hastası memurlar birer put gibi bekleşiyor. Karşıda, binaların camına vuran solgun güneşi görüyorum. Her şeyi denetleyen, her şey kendi insiyatifinde. Dünyayı yöneten bir kral gibi.

Köşedeki gazeteciden, akşamdan kalan haberleri, aylar öncesinden, yıllar öncesinden sürüp gelen olayları beynimde yutmak için büyük bir iştahla gazetemi alıyorum. Bozuk kaldırımdan, gövdeleri delme deşik bakımsız ağaçların yanından haber başlıklarına bakarak yürüyorum. Sonra, Topraklık sırtlarından gelen, hala uykulu, ağır, hantal gövdesinden homurtular çıkaran belediye otobüsü büyük bir gürültüyle durakta duruyor. Duraktakiler otobüsün öğütmeye hazır bir değirmenin gövdesine benzeyen gövdesinde kayboluyorlar.

Ankara yeni bir düşe başlıyor.

(En sonu bu kentte buldum kendimi. Gövdemi en sonu bütün tanıdıklardan, beni hiçbir zaman anlayamayan insanlardan kurtarabileceğim, ayıplarımı, kendimi unutturabileceğim, hala sönmemiş, hiç yaşamadığım tutkularımı, özlemlerimi, yalnızlığımı yaşayabileceğim bu kente attım. Ama şimdi tonlarca yığının karşısında olduğumu görüyorum. Onları çözmenin, o birikintinin üstesinden gelmenin sancılarının. Hiç yazılmaya başlanmamış nice şiiri yarına bıraktım. Nice sözlüğü, nice düşünceyi. Hep yaşadım. Kafamda beni yiyip bitiren onlarca kurmacayı hep sonraya bıraktım. Hep sonraya! Hep harcadım. O mıymıntılığı, o tembelliği bir türlü silip atamadım bedenimden.

"Mahkümlar dünyanın en tembel insanıdırlar."

Hep bir şeylerin düzelmesini bekledim. Birilerinin gelip bana yardım etmesini. Birinin bana bütün yayınlanmış kitapları alma olanağı sağlamasını. Birilerinin bana iş bulmasını. Birilerinin bana sevebileceğim bir kız bulmasını. (Oysa içeride geliştirdiğimiz zamanı öldürme yöntemleri şimdi nasıl da tersine işliyor!)

Artık pervasızca yaşadığım yaşamı en ince ayrıntısına dek değerlendirmeliyim. Kimseyle paylaşacak tek bir saniyem bile yok. Bütün istediğim yalnızlığım. Ben ve kafamın içindekiler. İçerdeyken, dışardayken, o korkunç anlarda bile hep yazmayı düşündüm, her gördüğüm nesneyi nasıl yazabileceğime kafa yordum. Beni anlaşılmaz bir coşkuyla, sarhoşlukla ve tuhaf bir tutkuyla saran yazma isteğini büyük bir aşk gibi sakladım.

(Kimse benim yazar olacağımı bilmiyor!)

Bir apartmanın küçük, demir kapısından, kitaplarını göğsüne bastırmış, daracık kot pantolonunun içinde zorlukla yürüyen bir kız çıkıyor önüme. Uzun süre bütün gazetelerin ön sayfalarını dükkanının önüne asmış kitapçıya dek onu izliyorum. Subayevlerinin orada, dörtyolda, ayaklarımın dibinde ekmek kokularıyla karışık pis dumanlar fışkırtan fırının yanından geçiyorum. Dükkanının içi leş gibi kokan ciğerci bugün, etleri sümük gibi bir döner geçiriyor ocağın karşısına. Eczacı elindeki şişeyle kapısının önünü ıslatıyor.

(Hayat bütün zavallılığıyla sürüyor.)

Işıkların dibinde daha da kalabalıklaşan insanları izliyorum. Yine de yaşıyorum. Yine de sağlıklıyım. Sabahı, serin havayı ciğerlerime çekiyorum. Yalnızca yapacaklarımı düşünerek. Yalnızca düş kurarak! Bu kurmacaya ne kadar dayanabileceğimi düşünmeden. Ne zaman yenileceğimi bilmeden. (Herkes nasıl da bunu bekliyor.)

Karşıda, Kurtuluş Parkı'nın üzerinde sabah güneşiyle sisler yükseliyor. Bir zamanlar sokak kadınlarının bekleştiği uğrak. (Artık Cinnah Caddesi'ne takılıyorlar.) Sık ağaçların altında, labirentimsi, çocuksu patikalarda yaşanan heyecanlar. (Aylar önce Emel'le orada tanışmıştım. Bir Cumartesi günü. Ağzımızdan buharlar çıkarken, kışın. Yeni bir kentin, alışılmamış bir yalnızlığın insana verdiği o korkunç cinsel açlıkla, ne yapacağını bilemez, çılgın boğalar gibi caddelerde dolaşırken en sonu parka gelmiştim. Geniş, çıplak ağaçların gizleyemediği göğün altında, piknik yapmak için kurulmuş, üzeri kurumuş, çürümüş yapraklarla kaplı tahta masada, o heybetli, görkemli vücuduyla onu görmüştüm. Önce büyük bir utançla, ama isteklerimi de gizleyemeyerek tam karşısındaki masaya ilişivermiştim. Ona bakmıyormuşum gibi, ilgilenmeyerek. Oysa çok garip bir durumdaydık. Dondurucu soğukta, kocaman parkta yalnızca ikimiz. Sonra bir iki kez çakışan bakışlarımız. Bir an gülümsüyor gibi kıvrılan alt dudağı. Belki de saçtığı kokuları, buğuları ta buradan duyumsadığım dolu vücudunun çağrısından cesaret aldım. Yerimden kalkıp yanına gittim. Sigarama acaba ateşiniz var mı? Gülüşü her şeyi tamamladı. Tam karşısına oturdum ve konuşmaya başladık. İri gövdemi süzmeden edemiyordu. Açıkçaydı her şey. Ben de mantosunun içinde kıpırdıyor gibi gelen göğüslerine bakmadan edemiyordum.)

Artık istediği her gece odama konuk oluyor. Yalnızlığımı yalnızca Onunla paylaşıyorum. Masamdaki kağıtlara, bunca kitaba bir türlü akıl erdiremiyor. Marquez adını ilk kez duymuş.

"Ne kadar garip bir isim?"

Yazı makinesini yalnızca nasıl kullandığım ilgilendiriyor onu. Tuşlara dokunan uzun parmaklarım, işaret parmağıma uzanan siyah bir damar; neler yazdığım değil. Bu da bana huzur veriyor. Onu belki de seviyorum. Önce bütün gövdemi gerçek bir aşkla öpüyor. İçimdeki bütün acıları süzüp almak için ne gerekiyorsa hepsini bütün yeteneğini zorlarcasına yerine getiriyor. Bir süre çıkardığı sıcak buğuların içinde kayboluyorum.

Bana, geçmişimi bir an için de olsa unutturuyor.

Bölüm başkanının, bir ölünün peşinden bakar gibi bakışları kapıda belirince anlamalıydım her şeyi. Oysa günlerdir diken üstünde yaşıyordum. Herkes teker teker alınıyor, birden ortalıktan kayboluveriyorlardı. Sonra her içeri alınanın ismi, büyük bir bomba düşmüş gibi kulaktan kulağa yayılıyordu. Bütün olasılıkları göze almıştım. Ama böyle olacağı, bölüm başkanının açıkça karşıma geçip çağıracağı aklımın kıyısından geçmezdi. Belki de benim büyük bir saflıkla bir türlü farkına varmak istemediğim, yıllardır beslediği bir kinin tadını çıkarıyordu. Sesi bir celladın sesi gibiydi: Kurbanının ölmesi gerektiğine inanan ama yine de ölüm karşısında duygulanan! Küçücük bir tanıklık için gitmem gerekiyordu. Kitaplarım bile masamda kalabilirdi. Emniyetten gelmişler. Odasında bekliyorlarmış.

(Kimse günlerce dokunamamış kitaplarıma. Öyle kalmış kitaplarım. Sahibi, yalnızca düşüncelerde ve evlerin kuytu köşelerinde yakın akrabalar arasında ancak konuşulabilen söylentilerin dünyasına götürülmüş. Kitaplarını yapayalnız bırakarak. Masama kimse oturmaya cesaret edememiş. Belki korkudan, belki de birgün döner diye. Belki de düşüncelerini, hayranlığını -evet hayran olunuyorduk- içine gömmüş biri gizlice kitaplarımı almış saklıyordur. Ben hep buna inanmışımdır. Belki de böyle olmasını istediğimden.)

Büyük bir inanç içinde yaşıyorduk. Her gün gazetelere yansıyan ölüm haberleri, gözümüzün önünde, yanıbaşımızda akıtılan arkadaşlarımızın kanları yalnızca bunu pekiştirmeye yarıyordu. Ama yine de teorik olarak algılıyorduk her şeyi. Para neydi? (Beslenmek için, aidat ödemek için, kitaplara ödemek için gerekli bir madde.) Yaşam neydi? (Dünya halklarına ve halkımıza adanmış bir ömür.) Başkasını hiç birimiz düşünmüyorduk bile. Bir devle boğuşup duruyorduk. Kendimiz için en ufak bir şey yapmadan. (Yalnızca Ercüment. Şimdi daha iyi anlıyorum. Kentin en işlek sokağında, seminerlerden boş kalan zamanında bir işhanının kenarında ellerini göğsünde kavuşturmuş, tanıdık birine rastlama korkusunu taşıyarak plakçıda çalan günün son parçalarını dinlerken. Onu saygıyla anımsıyorum. İkili bir yaşamın merkezinde, gözlerinde dalgın bir hülyayla birlikte).

Bir gençliği yitirdik biz.

Sırtımızda tonlarca yükle.

Bir öpüşü bile tanımayan.

Uykunun egemenliğinden daha kurtulamamış yüzlerce et ve kan kendini satmaya koşuyor. Sanki çalışmak alınlarına yazılmış gibi. Yaşlılığı bir nefret gibi taşıyan, gençliklerini büyük bir şımarıklıkla sergileyen yüzlerce yüz geçiyor yanımdan. Artık onları tanıyorum. (Her şeye teslim bayrağını çekmiş rezil yüzlerini.) Her sabah buradan geçiyoruz. Kolejin kara duvarlarının yanından, büyük bir hızla, birbirimize ancak göz atarak.

Ankara, milyonlarca insanın kaderinin çizileceği, dosyaların inceleneceği, dosyaların imzalanacağı, milyarlarca lira paranın veznelerin ve veznedarların zavallı görüntüleri içinde sayılıp el değiştireceği bir güne başlıyor. Yüzlerce sözcüğün düşünülüp söyleneceği, yüzlerce yalanın ve milyonlarca duygunun göğe doğru yükseleceği bir güne başlıyor. Reklam panolarındaki afişlerde bir kız durmadan gülümsüyor. Caddeye, bulvara doğru bakarak. Bir zamanlar asfaltın üzerinde yürümüş tankların paletlerinin şakırtılarını düşünerek, köşe başlarında gizlenip uğultularını dinleyerek. Nice korkuların, nice acıların yaşandığını düşleyerek. Orada, o basit yapıların içinde nice kırımlara neden olacak kararların alındığına tanık olarak.

Artık hiç kimseyi kendime yaklaştırmıyorum. Kimse bana yaklaşmayacak. Ancak ben istediğim zaman dokunabilirler bana. Beni ilgilendirmeyen insanlardan bıktım artık. Bir buzdolabının, bir çamaşır makinesinin, televizyonun peşinden koşmanın, bir araba sahibi olmanın, bir ev sahibi olmanın, toplumsal açıklarını kapatacak bir eşin, evlendikten sonraki pervasız duygunun bende anlamı yok. Bu zavallı şeyler beni ilgilendirmiyor. Bu ülke benim değil. Bu ülkede yaşadığım için utanıyorum. -Bunu düşündüğüm için hepten utanıyorum.- O zaman binalara saldırmak istiyorum. Karşıma çıkan herkese. Trafiğin önüne fırlatıp atmayı artık hiçbir işlevi kalmamış bu gövdemi. Bu kez çılgına dönüyorlar. Küçücük beyinleri bir türlü anlayamıyor. Para nasıl geriye çevrilebilir, bir işadamıyla, bir subayla, bir müdürle dostluk nasıl önemsiz olabilir? Bir şairle tanışmış olmak, bir kitabının -özel ilişkilerle de olsa- ödül almış olması nasıl böyle küçümsenebilir? Ama benim gücüm buradan geliyor. Bunun farkındayım. Yaşamama neden olan yaşamı küçümsemiş olmam. Bunu anlıyorum. Ne kadar uğraşsalar bana ulaşamayacaklar. Kendilerinin bir parçası haline getiremeyecekler. Kurdukları kentlerin, yapışkan ilişkilerin içine çekemeyecekler beni. Her akşam televizyonda izledikleri o iğrençliklere ortak edemeyecekler. Aramızda o boşluk her zaman olacak. (En sonu aslolan kendi küçük yaşamları olduğu için terk ediyorlar tabi beni.) O zaman korkunç tad alıyorum. Belki bütün istediğim de bu. Bu eşi olmayan, kimsenin yaşayamayacağı duyguyu tatmak. Silahları elinden alınmış bir savaşçının tek silahı. Kitapçıları dolaşıp durmam hiçbir işe yaramıyor. Yürekli, bana yarayacak küçücük bir kıpırtıyı, kırıntıyı boşuna arayıp duruyorum. Bütün paramı kitaplara veriyorum yine de. Boşuna yutarcasına okuyorum. Hiçbiri beni aşacak bir şey söylemiyor. Çünkü yaşamamışlar! (Yalnızca cesur bir şair, hayatını silah yaparak.)

İşsiz kalmak da beni durduramıyor. Bana egemen olamayan, beni ele geçiremeyenler en sonu kendilerini alçaltma pahasına sokağa bırakıyorlar. Ama işsizlik de korkutmuyor. (Bir yaşamda alternatifler sonsuzdur!) Yeni bir iş bulmam zor olmuyor. İşsiz gezdiğim, küçücük borçlarla yaşadığım günler sonsuz keyif veriyor. O zaman bütün sinemaları dolaşıyorum. Karanlıkta bir koltuğa ilişerek, yalnızlığın zevkten iğnelediği gövdemi koltuğa yığarak, herşeyden, herkesten habersiz izliyorum. Çırakken bütün etlerim gevşemiş, gözlerimden fırlamış gözyaşlarımı gizlemeye çalışırken küfür ediyorum. Ama her şeye. O zaman anlıyor gibi oluyorum. Bütün sıkıntıları ben kendim istiyorum. Bilinçli olarak. Ama bunu, bütün benliğimi sarmış olan tatlı acıları söndürür korkusuyla anlamazlıktan geliyorum.

Bir kış günü, tugayın içinde, bir zamanlar Amerikalılarca yapılmış daracık bir cezaevinden, daha gün ışıkları gümüşsüyken, daha şafak sökmemişken, aralarında adım atacak yer olmayan üst üste ranzalarımızda, eski, tozlu battaniyelerimizin altındayken uyandırıyorlar bizi. Gardiyan demir kapıyı gürültüyle açıyor. Gidiyoruz söylentisi yayılıyor hemen. Bembeyaz, kansız, kabuk bağlamaya başlamış yaralı gövdelerimize giysilerimizi geçirmeye çalışıyoruz. Çamaşır torbalarımızı ancak topluyoruz. Yüzümüzü yıkamaya zaman bulamadan ikişer ikişer daracık kapıdan çıkarılıyoruz. Etimize yapışan ayazın içinde bileklerimizden zincirlenip kapıda bekleşen mavi, kamyondan dönme otobüslere dolduruluyoruz. Bir yerlere götürüldüğümüz kesin ama nereye, kimse bilmiyor.

"Nereye götürülüyoruz komutan?"

Savaş giysilerini giymiş, bir savaşa gider gibi pusatlarına bürünmüş, miğferli, kalın dudaklı askerlerin, ince narin gövdeli subayların ağızlarını bıçak açmıyor. Son ana dek konuşmamak için anlaşmışlar. Yalnızca büyük bir heyecanla emir veriyorlar. Kente yukarıdan bakan bu tepede, deniz tarafından esen bıçak gibi sabah rüzgarının içinde otobüsler hareket ediyor Bizim okulun otobüsleri bunlar. Üniversitenin. Her akşam, bazen haftalarca alınıp sorguya götürüldüğümüz cezaevimize son kez bakıyoruz. Prefabrik küçük varlığıyla mavi ışıklar içinde, bomboş, yapayalnız, şirin bir kır evi gibi arkamızdan bakıyor. Bütün olanlara bir canlı gibi tanık oysa.

Daha uyku sersemi evlerin, yalnızca, ıssız caddelerinde, başıboş gazete kağıtlarının rüzgarda uçuştuğu kentin içine giriyoruz.

Hayatımızı vermeye hazır olduğumuz bu kentten gizlice kaçırıyorlar bizi.

Önde askeri araçlar, utangaç, korkak motor homurtularıyla bir an önce kurtulmak istiyorlar bu sıkıntıdan. Otobüslerin ön ve arka koltuklarında askerler, elleri tetikte, mum gibi suratlarla oturuyorlar. Komutanlara yüzlerce soru soruyoruz, bağırıyoruz. Bir yandan kenti, caddeleri - belki de son kez- görebilmenin melankolisini yaşamaya veriyoruz kendimizi. Bu hüznü, herkesin tadamayacağı bu hüznü sonuna dek tatmaya çalışıyoruz.

"Annem!.." diye fırlıyor Sinan yerinden.

Hepimiz yerimizden fırlıyoruz. Ellerimizden ikişer ikişer bağlandığımız zincirlere aldırmadan. Garip bir durumdayız. Askerler ayağa kalkmış, şaşkın bir durumdalar. Bizi oturmaya zorluyorlar. Yanından büyük bir hışımla geçen otobüslere doğru gri mantosunun ve eşarbının altında büyük bir haksızlıkla karşılaşan çaresiz insanların acı yüzüyle haykıran annesini görüyoruz. Otobüslerin yanından koşarken, yokuş aşağı, kaldırımlardan.

"Anne!.." diyor Sinan.

"Anne!.." diye bağırıyoruz hepimiz.

Kasaturaların, silahların çıkardığı madeni seslerin arasında herkesin gözleri ıpıslak oluyor. Artık marşlar söylüyoruz. Alınlarımızdaki damarları şişirerek, askerleri, silahları hiçe sayarak. Ellerimizde zincirler yokmuş gibi.

"Kurşuna dizmeye götürüyorlar bizi!.."

Kurşuna dizilmeye götürüldüğümüze herkes inanıyor. (Çünkü teorik olarak olası bu!)

"Artık dizsinler..." diyor biri. "Nasıl olsa bir tanığımız var..."

Kentten ayrılan kavşakta, geniş kıçlarından kara dumanlar savurarak, derin bir nefes alarak otobüsler, kuru, öfkeli bir gökyüzünün altındaki mavi, engin dağlara doğru tırmanmaya başlıyor.

Subay en sonu nereye gittiğimizi açıklıyor.

"Erzincan'a!"

Bu kentte yaşadığımı kimse bilmiyor. -Hiç kimse hiç kimsenin yaşadığını bilmiyor. Yalnızca karşı karşıya geldiklerinde, ağızlarını kımıldatarak, türlü şaklabanlıklar yaparak.- Herkes bir başkasını göremeyecek denli kendi içinde. Ama kendimi anlatmaya, belli etmeye niyetim yok. Bunun için en ufak bir davranışta bile bulunmuyorum. Aksine, kendimi, yalnızca kendimin anladığı, başkasının anlayamadığı bir hırçınlıkla hepten yalnızlığın kuyusuna itecek davranışları yapıyorum. Bunu bilinçli yaptığımı yalnızca ben biliyorum. Onlar anlayamıyorlar. Yalnızca sunduğum zavallı görüntümü algılamakla sınırlılar. Belki de gizli aysbergi sezinleyenler var derinlerde, ancak onların da bu denli derin düşünmeye, yorgun beyinlerini bir başkası için bu denli yormaya zamanları yok. Güçleri yetmiyor. Yorgun kafalarını yastığa koyup uyumayı yeğliyorlar. İçimden kıs kıs gülüyorum. Bir gün anlayacaklar. Bir gün bu kentte yaşadığımı, yaptıklarımı dakikası dakikasına öğrenecekler. Kendimi onsekizinci yüzyıl müzisyenleri gibi görüyorum. Yoksulluk ve yalnızlık içinde, beyinlerini çatlatırcasına yine de çalışan -ama hep yarım senfoniler bırakan- batılı müzisyenler gibi. Kendi duyarlılıkları içinde, yaratma eyleminin cehennemi ateşleri içinde karınlarını doyurmak için, onurlarının geri verilmesi için hiçbir mücadelede bulunmadan, yalnızca tarihin kararını bekleyen müzisyenlere.

Gökdelenin dibinde yeşil ışığın yanmasını bekliyorum. Trafik polisinin bizi yönlendirmesini bekliyoruz. Saçları koyun kıvırcığı bir kadın yanıma gelip adeta rampa ediyor. Ağzımı açıp bir şeyler söyleyebilmem için tonlarca dinamit patlatmam gerekecek. Çünkü aylardır kimseyle aramda gerçek bir konuşma geçmedi. Gündelik "şunu al, şunu ver"lerin dışında.

Dalları karların yüküyle eğilmiş iri köknar ağaçlarının dibinden, bitmeyen virajlardan, buz tutmuş, zaman zaman ağaçların arasında kararan yoldan ağır ağır tırmanıyoruz. Elimdeki zincirin öbür ucundaki Ercüment. İnce, uzun boynuyla sürekli dışarısını gözetliyor. Tepelere bakıyoruz. Karların ortasında bir anıt gibi koyulmuş taşların arkasından dağda kalmış arkadaşlarımızın silahlarıyla birlikte fırlayıp bizi kurtarması gibi çocukça düşler kuruyoruz. Kendimizi oyalayacak bir sürü düşünce içinde, doğanın bu el değmemiş ıssız gövdesinden yayılan hayata o denli zıt bir durumdayız ki ağzımızı bıçak açmıyor. Herkes bunun ayırdında. Dışarısının el değmemiş büyüsü içinde, sonu gelmez hülyalar içinde kıvranıyoruz. Bembeyaz karların ortasında, ellerimizde zincirler. Tabanlarımız, gövdemiz, yüreğimiz son iki ayda çektiğimiz işkencelerden yaralı, kırık. Yine de ülkemizi seviyoruz. Hem nasıl seviyoruz. Askerler, artık bizimle zaman zaman sıcak bir sohbetin, tartışmanın içine giren subay bile bu işte bir gariplik olduğunun ayırdında.

Tırmanıyoruz.

Bu yoldan önceden geçmiş olanlar yüksek sesle yanlarındakilere anlatıyorlar. Hangi tepeden, hangi yayladan, hangi boğazdan geçtiğimizi. Büyük bir övünçle. Bu topraklardan daha önceleri özgürce geçtiğini, geçme şansını tattığını ballandıra ballandıra anlatarak. Sanki tutuklu değiliz, sanki bir masalda yaşıyoruz, sanki gençliğimizi bir hiç gibi yaşamaya biz gitmiyoruz, sanki bilinmez bir tarihin içine hapsolacak bizler değilmişiz gibi. En sonu dağın başına varıyoruz. Arkada ormanla kaplı, deniz kokusu sinik, orman ve deniz kültürüyle karışık yabanıl bir coğrafyayı geride bırakarak; sevdiklerimizi, bütün çabalarımızı geride bırakarak, bodur ağaçların ve daha sonra yalnızca bembeyaz karla kaplı uçsuz çıplak tepelerin arasında bambaşka bir yaşama, bambaşka bir tarihe giriyoruz.

Uzun TIR şoförleri için yapılmış 'kendin pişir kendin ye' levhalarının yanından (yalnızca levhalar var görünürde) geçerek aşağılara, vadiye doğru inince ancak mola veriyoruz. Bir asker torbalardan ekmek ve haşlanmış yumurta dağıtıyor. Dışarıya çıkmak yasak! Bütün arabaların çevresi ateşlenmeye hazır silahlarla çevrilmiş durumda.

"Hey, komutan, işemeyecek miyiz?.." diye bağırıyor birisi.

Diğer arabalardaki subaylarla çetin bir tartışma geçiyor. Telsizlerle uzaklarla konuşmalar yapılıyor. En sonu herkesin sırayla çıkıp işeme hakkının var olduğu açıklanıyor. İkişer ikişer. Ercüment'le bana geliyor en sonu sıra. Arkamızda iki askerle birlikte yolun kenarına doğru uzun zincirlerimizi sürükleyerek yaklaşıyoruz. Aşağıda küçük bir dere. Karların arasında. Siyah bir leke gibi uzanıyor. Büyük bir dirençle, karları yararak, her şeye meydan okuyarak, delişmen bir duyguyla pırıl pırıl akıp duruyor. Bir an fırlayıp kendimi karların arasına atmayı düşünüyorum. Ne olup bittiği anlaşılıncaya dek dereye yuvarlanmayı. Ama derenin yanında yeni bir yokuş tırmanıyor, tam karşımızda. Ayna gibi kalırım orada. Arkamızda otobüslerin çalışan, yorulmuş motorlarından yayılan kokular, askerlerin ensemdeki solukları, pencereden bizi gözetleyen arkadaşların rahatsız edici bakışlarının varlığı içinde önce ben çıkarıyorum. Sonra Ercüment. Karların üzerinde bizden öncekilerin açmış oldukları sarı oyukların arasından temiz bir yer ayarlayarak, karların sıcak sidik altında çaresiz eriyişlerini tatlı bir oyun gibi izleyerek bir takım zik zaklar çizdiriyorum. Sonra bu tatlı, özgür oyun sidiğin kesilmesiyle sona eriyor. Askerler uyarıyor. Gülüşler, şakalar arasında buğu ve ter kokan otobüsün içine, yerimize oturuyoruz.

Yine eski günlerdeki gibi artık yine durmadan kitap okuyorum. Evimi paylaştığım üniversite öğrencileri neler okuduğumu bilmiyorlar bile. Odama kapanıp, masamdan eksik etmediğim kitapların tatlı kurmacalarının yepyeni evrenlerinde ruhumu sayısız heyecanlara gönderme fırsatı buluyorum. Sonra yazmaya başlıyorum. Herkesten gizleyerek. Kimse odamda yalnız ne yaptığımı bilmiyor. Gece yarılarına, sabahlara değin yanan ışığımın kimse ayırdında değil. Yıllardır uğrunda onca acılara katlandığım, bütün yaşantımı onu gerçekleştirmek için planlayıp yaşadığım düşlerimi gerçekleştirmek için çalışıyorum.

Artık Borges okuyorum.

Yorgunluktan bunalıp kendimi sırtüstü divanıma attığımda Faulkner'in Jefferson'ında yaşıyorum. Macondo'da durmadan yağmur yağıyor. Bir yandan çukurlar açarak, tren raylarını söküp sürükleyerek, kilisenin, evlerin, duyguların temellerini yıkarak...

(Marquez: "Genç yazarlar, her zaman en büyük yazar gibi yazmaya çalışın.")

En sonu akşam alacasında, gri bir aydınlığın ortasında, binlerce ışığın arasında kımıldayan kenti görüyoruz. Oniki saattir aynı berbat koltukta şişen kemiklerimizi kımıldatmaya çalışıyoruz. Açlıktan ve soğuktan kenetlenmiş midemiz, çenemiz bizim değil artık. Yabancı bir diyarda, sevdiklerimizden uzakta, bize ne zaman ne yapacakları belirsiz düşmanlarımızın elinde, bütün silahlarından arındırılmış bir durumda, yapayalnız, tanımadığımız bir kente giriyoruz. Sayısız dönemeci dönerek. Hiçbir zaman bu denli bir yalnızlık duygusu içinde olmadım. Hiçbir zaman bu denli korkmadım. Sanki ruhum, etlerim burada, bir delikte kıvranacağını biliyor gibi, acıyla kasılıp sızlıyorlar. Kalbim çıldırmış gibi atıyor. Sonra atılan yüzlerce küfürün arasında rahatlıyorum. Durmadan küfrediyorum. Herkes ayağa kalkmış, bütün güçleriyle, son güçleriyle haykırıyor. Herkes o tarihsel sezgiyle artık kendini savunmazsa sonsuza dek ezileceğini biliyor gibi. Kapana kısılmış bir kaplan gibi böğürüp çevremize saldırıyoruz. Askerler ateş edeceklerini söylüyorlar. Şoförün yanında subay, otobüsün içine doğru bir konuşma yapmaya çalışıyor. Sesinde, sağ salim bizi yerine ulaştırmış, görevini yapmış, devletten korkan devlet görevlilerinin titrekliğiyle, artık rahat durmamızı, yeni kuralların, yeni bir yaşamın sınırları içinde yaşamaya çalışmamızı, buna alışmamız gerektiğini anımsatarak, rahat durursak rahat edeceğimizi söyleyerek konuşmasını bitiriyor. Biz çılgınca bağırıp marşlar söylüyoruz. Kentin kenar mahallelerinden son hızla geçiyoruz. Bu garip konvoya dışarıda kalmış birkaç kişi şaşkın şaşkın bakıyor. Ben yalnızca sarı sokak lambasının altında yorgun bir at arabasını, arabacının ve iri tüylü atın ağzından çıkan buğuları görebildim ancak.

Artık sakinleşmiş, olacakları merak eden tavrımızla uzun ve sessiz bir yolculuktan sonra (anlaşılan askeri bir birliğin içinden geçiyorduk) durduk. Ama uzun süre otobüsün içinde bekletildik. Neden sonra ikişer kişilik sıralar halinde o gri yapının dibinde tek sıra zincir olmuş, elleri tetikte askerlerin arasından, önümüzdekini takip ederek birtakım uyarılarla, komutlarla, beceriksiz adımlarla yürüdük. Bacaklarımızın artık oturmaktan isyan etmiş acemilikleriyle yığılan arkadaşlarımızı kaldırıyoruz. Karanlık gece, karanlık bir bina, soğuk, boğuk haykırışlar... Askerler, ardı arkası gelmeyen bu çılgın sürüden şaşırmış, komutanların gözlerine bakıyorlar. Herkes nasıl davranacağı konusunda kararsız, akşama dek yalnızca isimlerini duydukları biz konukları konusunda ruhlarını genel ideoloji doğrultusunda şartlandırdıkları için gergin, ne yapacaklarını bilmez, insiyatif koymaktan yoksun, öyle duruyor.

İlk kapıdan sonra başında nöbetçi bekleyen karanlık bir merdivenden iniyoruz. Bir labirentin içindeyiz şimdi. Sonra yine başında bir nöbetçi bekleyen merdivenden sağa dönüyoruz. Küçücük beton bir avlu ve yeni bir kapıdan geçiyoruz. Üçüncü kapıdan yeni bir koridor gözüküyor. Kapıları koridora açılan koğuşları görüyoruz en sonu. Kapıları ardına dek açık, önleri boydan boya demir parmaklıklarla çevrili. Beyaz çarşaflar serili yataklar bizi bekliyor. O zaman anlıyorum. Hiçbir şeyin şaka olmadığını. Bizim alaya aldığımız yaşamın başkalarınca ne denli önemsendiğini.

Bizi ne denli önemsediklerini.

Kitaplarda öğrendiklerimizi yaşıyor, tanık oluyorduk.

Kitaplardan öğrendiklerimizi bize kanıtlıyorlardı.

Herşey artık belleğimize hiç çıkmamacasına kazınıyor.

Herkes koğuşuna girmeden önce aranıyor. Ayakkabı bağları, saatlerimiz çıkarılıp zarflanıyor. Tesbih, sigara yasak. Herkes çocuklar gibi ranzaları paylaşma savaşı veriyor. Arkadaşlarını arıyor. Birlikte, yanyana kalmayı istiyor. İçgüdüyle.

Herkes korkuyor.

Hepimiz karşımızdaki yaşamdan çekiniyoruz. En sonu, aylar sonra bir yatağa sahip olmaktan mutlu yüzlerimizle battaniyenin altında kıvrılmışken Sinan'ın sesini duyuyorum.

"Şuna bakın!" diyor.

Ranzasının direğine sırtını dayamış, aramadan kurtardığı esbihi havaya kaldırıp gülerek gösteriyor.

Kahkahayı basıyoruz.

Akşama, bir günü daha tüketmiş, eskimiş yüzümle evin kapısını açınca salondan gelen kahkahalarla antrede duralıyorum. İçki kokularının baygınlığı buralara dek yayılmış. Bu evi her zaman çınlatan tatlı sesleri duyuyorum. Kapıyı açıp salona giriyorum. Sahte bir gülücükle gençlerin ellerini omuzlarına attıkları kızların küçücük ellerini sıkarak hoşgeldiniz, diyorum. Bir yandan şakalar yapıyor, bir yandan iriyarı, tuhaf bir yaşantı süren ben zavallıya gizliden gizliye bakıyorlar. İçkilerinden bir yudum almam konusundaki ısrarlarına dayanamıyorum. Bugünkü başarılı eylemlerinin sonucunu kutlamak için içiyorlar. Yeni dernekler yasasını protesto etmek için Kızılay'a dek yürümüşler. Polis saldırınca da sessizce yere çökmüşler.

"En sonu geri adım atacak hükümet!.."

"Öyle..." diyorum.

Biraz daha oyalanıp odama dönüyorum. Masaya oturup başımı ellerimin arasına alıyorum. Herşey nasıl da değişiyor? Yeniden başlamak! Çok gerilerde kaldığımı duyumsuyorum. Artık neler olup bittiğinden haberim bile yok. Nasıl geçti zaman? Hala yıllar öncesinde nasıl yaşıyorum? Kendimi, bir zamanlar bize akıl vermeye çalışan kuşbeyinli büyüklerimize benzetiyorum. Sonra akşamdan kalmış tümceden devam etmeye çalışıyorum. Olmuyor. Bu kez öyküyü yeni baştan okuyorum ve kaldığım yere gelince uçurumun kenarına yaklaştığımı o zaman anlıyorum. Yeni bir çıkış yolu bulmam gerek.

Yazmaya yeniden koyuluyorum ama zil çalıyor. Ben çıkıyorum kapıyı açmaya: Şermin gülümsüyor kapıdan. Tenim, etlerim, kasıklarım, kalbim hareketleniyor. Günler oldu gelmeyeli. Odanın kapısı kapayınca boynuma sarılıyor. İri dudaklarında ağzım kayboluyor. Elini pantolonumun önüne atıyor. Yatağa düşüyoruz. Üstümüzde hiçbir şey kalmayınca soruyorum:

"Beni seviyor musun?"

"Seviyorum" diyor.

"Ben de seni," diyorum. "Gerçekten..."


Ahmet Yıldız

(Üçlü Kavşak, Cem Yayınevi, İst. 1987)

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)