İşçi sınıfının doğuşu, yapısı ve gelişimi her ülkenin kendi koşullarına göre özellikler barındırır. Türkiye işçi sınıfının en belirgin özelliği, sanayileşmenin devlet eliyle gerçekleştirilmesinden dolayı, devletin eteklerinde doğması ve devletin şemsiyesi altında büyümesidir. Bununla birlikte, Osmanlıdaki dini-etnik-kültürel çeşitliliğin, çözülüşte oynadığı ayrıştırıcı rol nedeniyle, toplumsal hafızada homojenleşme duygusunu kuvvetlendirmesinden söz edilebilir. Osmanlı’dan kopuşun derin izlerini taşıyan ve varlığını devlete borçlu olan işçilerde “millet ve devlet” bilinci sınıf ideolojisinden önce kök salmıştır. Bu zeminde anti-komünizm ve İslamcılık boy attı. Soğuk savaş yıllarında MİSK (Milliyetçi İşçi Sendikaları Konfederasyonu)’i, Eylülist diktadan devreden ve Tayyiban Cumhuriyetinde süregelen yıllarda HAK-İŞ (Hak İşçi Sendikaları Konfederasyonu)’i besleyen kanallar açıldı.    

Türkiye Cumhuriyeti kurulurken, işçinin gözünde “kerim” olan devleti “ceberut”laştıran ise, zamanla sınıflaşma perspektifinin gelişmesi, toplumsal ayrışmanın belirginleşmesi, “imtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış kütle”nin parçalanması oldu. Devlet, kendisine “başkaldıran” sınıfa bir de ihanete uğradığı güdüsüyle saldırdı; özellikle 1970-80 dönemi, “aykırı” sınıf hareketlerinin her düzeyde şiddetle bastırılması, 1980 sonrası ise, bütün “verilenlerin” geri alınması, her türlü hakkın budanması dönemi olmuştur.

Cumhuriyetle sınıflaşma sürecine giren işçilerin, dünya kapitalist sisteminin kuşatması altında inşasına giriştiği örgütsel ve siyasal varlığı her sıçramasında darbelerle karşılaştı. Kendisi için sınıf olmanın zorlu sınavlarında ödediği ağır bedellere rağmen, verili dönemde sınıf olmanın asgari şartlarını yitirme tehlikesi ciddi boyutlara ulaştı. Elbette buharlaşmıyor ama en temel var oluş göstergesi, fizik gücü/yoğunluğu erimeye başladı.

Eğer, kulakları çınlasın, Hocamız Yalçın Küçük’ün ifade ettiği gibi, işçiyi ‘mavi tulumdan ibaret görmeyeceksek’, işçiliğin ortadan kalkması, yok olması diyemeyiz buna. Kuşkusuz, sınıfın maddi üretim sürecindeki konumu, sınıf tanımının temel ve vazgeçilmez unsurudur. Ancak bununla sınırlı bir tanım, sınıfı, üretimin doğrusal bir uzantısı olarak basit bir “tulum”a, makineye indirgemek olur. Böyle olunca da, toplumsal yapının belli bir sürecine yapışık, “ekonomist” bir olgu tarifinden öteye geçilemez. Oysa işçi salt bir emek-gücü değil, aynı zamanda toplumsal ve tarihsel bir ilişki biçimi, bir dünya görüşü vektörüdür; ekonomi dışı alanlarla/faktörlerle çift yönlü etkileşim içinde olan bir vektör…

Kapitalist-emperyalist sistemin çelişki alanlarının başında gelen emek-sermaye çelişkisinin, işçinin fiziki varlığından kısmen bağımsız olarak karmaşık bir ilişkiler yumağı halinde toplumsal yapının merkezinde yer alması, sınıfsal bakışın kaynağını oluşturur. Sınıfsal bakış, “öncel ve sabit” bir reçete değil, eylemsel ve düşünsel pratikle üretilen, kesintisiz sürmekte olan deneyimlerle zenginleşen, sosyal gerçekliğin/yaşamın her düzeyinde/anında/kesitinde kendisini somutlayan bir meziyettir. Bu bakımdan sınıfsallığın şekillenmesinde moral değerlerin, felsefi-kültürel birikimin, etik-örfi özgünlüklerin, psiko-toplumsal atmosferin  önemli payı vardır. Zira sınıf, kaba bir maddeden, evreden, amorf bir yığından ibaret değildir; aynı zamanda bir duruş/duyuş tarzına, ahlaki-kültürel tutuma, düşünsel ve işlevsel kodlara tekabül eden sosyo-politik bir kişiliktir.    

Mutlak öneminin azalması, kol gücünün belirleyiciliğinin ikinci plana düşmesi, belki de işçinin “bozulması” denebilecek bir durumun, günümüzde yaşanıyor olmasına bakarak toptancı bir yargıya ulaşmadan önce belli sorgulamalar yapmak gerekir. Bozulmayı iyi anlamda emek gücünün niteliksel değişimi, beyin gücünün başatlık kazanması ve teknolojik ilerlemenin sınıfsal aidiyeti başkalaştırması  olarak yorumlayabiliriz. Bu durumda “saf proleter”den çok, “kolektif emek” çerçevesinde ‘beyaz yakalı’+‘mavi yakalı”+ kır ve kent yoksulları+ işsizleri kapsayan emekçiden söz etmek daha yerindedir. Çağımız, proleterin saflığını sadece iş ve üretim tekniklerinde meydana gelen değişiklerden dolayı sınırlamış değil, kültürü, yaşam tarzı ve hegemonik kabulleriyle de zedelemiştir.

Nasıl mı?

Her bir işçi bir şekilde tüketimci bir ideolojinin peşinden koşmaktadır. Aslında sermaye düzeninin/kapitalizmin/burjuva egemenliğinin aldatıcı bir salgısı/görüngü biçimi olan tüketimcilik, emeğin içindeki Truva Atı’dır. Yıllarca öz ideolojileri varsayımıyla işçilere sosyalizmi benimsetmek için didinen onca kuşağın başaramadığını tüketimci ideoloji “kendiliğinden” başarmış, sınıfın toprağında çöreklenmiştir. 

Her bir işçi bir şekilde mülk sahibidir. Çalışan kütle içinde, mülkiyetçi ve garantici değerlere sadakati bakımından, sözgelimi küçük-burjuva katmanlardan hiçbir farkı yoktur.

Her bir işçi “kendi ideolojisi”nden çok etnik-dini referansları rehber kabul etmekte ölçüsüz bir yatkınlığa sahiptir. Doğuştan taşıdığı “devlet-millet” hassasiyeti, sık sık nüksetmekte ve kolayca “milli menfaatler” uğruna manipüle edilmektedir.   

“Saf işçi” kategorik olarak artık azınlıktadır. Sürekli, düzenli ve büyük ölçekli üretimin yerini parçalanmış, esnekleşmiş, “serbest”leşmiş (zaman-mekan ve hiyerarşik yapılardan görece uzak) üretim süreçleri almıştır.     

Bir taraftan sınıfın anatomisinde meydana gelen bu türden köklü değişiklikler, diğer taraftan “kendisi için sınıf” olmasını tahkim eden sosyal hakların tırpanlanması, örgütsel yapıların ezilmesi/yozlaştırılması karşısında acaba sendikalar ne yapmıştır? Toprağın altlarından kaydığının farkında olabilmişler midir?

Bu soruyu cevaplamadan önce, kısaca şunu kaydetmek, sanıyorum, gerekli: Sovyetler Birliğinin şahsında dünya sosyalizminin 1990’lı yıllarda dağılmasıyla solun çekiciliğinin, yeni bir dünya tasavvurunun ve emeğin iktidar iddiasının büyük bir yara alması; burjuvazinin yönetim ve savaş taktikleri konusunda hayli tecrübe edinmesi ve iş/sendikal mevzuatın oldukça kısıtlanması; üstüne üstlük 12 Eylül şokunu yaşayan Türkiye işçi sınıfının/emekçilerin örgütlerden ve örgütlenmelerden sorumlu tutulması, “kaçış” eğilimlerine zemin yaratmıştır. Değinilen tablo halen sendikaların en ciddi handikabı’dır. Burada kaldığı kadarıyla sınıfın/sendikaların daha “iç” sorunları, başka bir deyişle doğrudan kendi doğalarını ilgilendiren hususlar üzerinde durmak yeğlenmiştir.         

Sendikalar sınıftan koptukları için ve düzenle bütünleştikleri için alttan alta gerçekleşen “değişim”in farkında olmayı bırakın, sınıfı köreltmek/kötürümleştirmek için ellerinden gelen her şeyi yapmışlar; “sosyal partner”lik oynamışlar; akan toprağı düzenle uzlaşarak durduracaklarını sanmışlardır. Ne zaman ki “bozucu” dinamiğin diyalektiği sendikaları da vurmaya başlamış, toplumsal tabanlarını zayıflatmıştır; o zaman “direnç” refleksleri geliştirme gayretine düşmüşler, bentler oluşturmaya çalışmışlardır.

Özelleştirme gibi, emekçilerin birliği gibi, sınıftaki yeni-nesnelliği algılamak gibi yakın tarihin en kritik ve yaşamsal dönüm noktalarında takındıkları ikircikli/bencil/dar tavırlar, sergiledikleri cılız/çekingen pratikler, öncelikle kendilerinin koflaşmasına, hızla tasfiye olmalarına yol açmıştır. Kendi aralarındaki rekabet, yönetim ihtirası, sendika içi iktidar kavgaları, etnik- mezhepçi kastlaşma, genel olarak emekçilerin/ülkenin çıkarlarının önüne geçmiş; sendikaları emeğe yabancılaştırmıştır. Sendikal bürokrasi kazanırken, geniş emekçi yığınlar kaybetmiştir. İflası kendini amaçlaştırarak, mikro-milliyetçi dalgalara tutunarak, burjuva değer yargılarından statü devşirerek örtmeye çalışmanın sayısız çeşidi vardır ama mızrağın çuvala sığmadığı anlar da vardır. Şimdi o aşamadayız.

Bugün işçi sınıfını kökenine, diline, inancına göre tasnif etmeye, tanımlamaya yeltenen görüşler “modernite” adına, demokratikleşme adına, ezilenlerin özgürlüğü ve eşitliği adına piyasaya sürülmektedir. Emekçilerin birliği post-modern tezlerle dinamitlenmekte, yeni düşmanlıkların tohumları ekilmektedir.

Emekçilerin, kalımlı yöneticiliği; hiyerarşik, katı, biçimsel yapılanmaları; kimlikçi siyasetleri ve tevekkülcü alışkanlıkları reddeden çok bileşenli-çok renkli-çok katmanlı, fonksiyonel, aşağıdan, fiili birlikler halinde örgütlenmeleri bir çözümdür. Geleneksel sendikal yapılardan artık emekçlilerin birliğine, çıkarlarına, dünya görüşüne yönelik bir fayda ummak boşunadır.

“Klasik” sendikal anlayışlara göre daha geri noktadan bir başlangıç öneriliyor gibi gözükse de, bazen bilinçli geri çekilmeler, çürümüş araçlara dışarıdan müdahaleler, yeniden başlangıçlar; daha ileri mevzileri fethetmek için şart olur!

İşçi sınıfı, benim tercih ettiğim kavramla emekçiler, kendi kaderlerinin “ kendi” örgütlerine karşı da öznesi olmalı; alternatif örgütlenme modelleri arayışına odaklanmalıdır.  

Durmuş Tiryaki

Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)