Halkı açlıktan kırılırken saraydan onları izleyen hükümdar imgesi sınıflı toplum kadar eski bir sembol.
“Ekmek bulamazlarsa pasta yesinler” diyen kraliçe de halkından kopuk olmayı bu kadar iyi özetlediği için aklımıza kazınmış.
Peki ama ülkesinde açlık sınırında yaşayan insanlar varken, “Heidegger’in Das Sein Anlayışı“, “Adorno’nun Minima Morali’sında Kötümserlik“, yahut “Palahniuk romanlarının şizoanalitik çözümlemesi” üzerine sayfalar dolduranlar?
Onların da kendi sarayları olabilir mi?
Dünyadaki maddi zenginlik nasıl eşit olarak dağılmıyorsa, kültürel zenginlik ve imkânlar da bütün insanlara eşit olarak dağılmıyor.
Dünyanın yoksulları yalnızca maddi kaynaklardan değil, düşünsel kaynaklardan da yoksun. Fark giderek daha çok açılıyor.
Milyonlarca insanın asla erişemeyeceği, erişmek için boş zaman bile bulamayacağı “bilgiler” üretiliyor her gün. Bunlar halkın mücadele azmini büyütmüyorsa bile, kültürel uçurumu her geçen gün daha derinleştiriyor.
Rekabet bu bilgi piyasasında da çok yaygın. İşadamlarının yeni yatırım fırsatlarını takip etmesi gibi, küçük burjuva aydınlar da kendi alanlarındaki teorik “yatırım” fırsatlarını takip etmek zorunda kalıyorlar. Çok konuşulan yazarlar konusunda ahkam kesebilmek, moda hale gelmiş düşünce akımları hakkında kalem oynatabilmek onlar için önemli.
Peki ya halk? Biz bunlarla uğraşırken Somalı madencilere ne olacak?
Kendi biriktirdiğimiz bilgi sermayesini, yalnızca kendimiz gibi olanlarla paylaşarak yüksekten atmaya devam mı edeceğiz?
Yalnızca bizim kadar çok okumuş olanların anlayabileceği ağdalı üsluplardan saraylar yapmayı sürdürecek miyiz?
Öğrendiklerimizi sürekli kendimize yontacak, halkın yaşam mücadelesine dışarıdan mı bakacağız?
Bu tek yönlü öğrenme ve üretme anlayışını hepten yıkmak zorundayız. Kütüphane mahpusluğunu sorgulatmalı, bunun sınırlarını gösterebilmeliyiz. Hem kendimize, hem de etrafımızdakilere. Bilgi sadece kitaplarda bulunan, çok zeki yazarların düşüncelerinden ibaret bir şey değil.
Halk da bir şeyler bilir elbet, ama onun birikimi başkadır: Öfkeli kocasını idare etme becerisini, ustabaşından azar yeme duygusunu ya da uyuşturucu çetesine karşı elde silah devriye atmanın bilincini biriktirmiştir o da.
Çoğu aydının bilmediği erdemler.
Aydın kişi eğer sesini hayatı mümkün kılan bu isimsiz kahramanlara duyurmak, onlara bir alternatifi göstermek istiyorsa, önce kendi sarayından çıkmalı, değişimi kendinden başlatmalı: Kitabi bilgileri edindiği kadar, 700 TLile dört kişi geçindirmenin bilgisini, koca dayağından sonra yemek hazırlamak zorunda olan kadının kinini, şehidini polis namlusu altında toprağa veren mahallenin dayanışmasını bilecek.
En son düşünce akımları konusunda kalem oynattığı kadar, ondan da fazla, devrim mücadelesi verenlerin öykülerini anlatacak.
Unutmayalım, halk ayaklandığında bütün saraylar savunmasız kalır. Sadece “pasta yesinler” diyen kral değil, “ekmek bulamazlarsa Derrida okusunlar” diyen aydın da hesaba çekilir.
Şair Otto Rene Castillo’nun sözleri kulağımıza küpe olsun:
Tarafsız aydınları
yurdumun
sorguya çekilecek
günün birinde
en basit insanları
tarafından
halkımızın.
Soracaklar onlara
ne yaptılar diye
ağır ağır ölürken
ulusları,
tatlı bir ateş gibi
ufacık, bir başına.
Kimse sormayacak onlara
giysilerini,
uzun öğle uykularını
yemek sonrasında,
bilmek istemeyecek kimse
anlamsız uğraşlarını,
hiçlik konusunda görüşlerini,
nasıl para kazandıklarını
felsefe yaparak.
Sorguya çekilmeyecekler
yunan mitolojisi konusunda,
nasıl iğrendikleri konusunda
kendi kendilerinden,
korkuyla ölürken içlerinde bir şeyler.
Sormayacaklar
nasıl vardıklarını
doğrulara
yalanın gölgesinde.
Çev: Ülkü Tamer
Eren Buğlalılar
(proleteren.wordpress.com)
YORUMLAR