23 Nisan sabahı, çayımı alıp her gün evime gelen BirGün Gazetesi’ni okumaya başladım. İlk olarak gözüme çarpan gazetenin sağ üst köşesine yer alan ’23 Nisan Çocuk Bayramınız Kutlu Olsun’ yazısı oldu.

Diğer günlük sol gazeteler den bir kaçına daha baktım. Onlarda ‘Çocuk Bayramı’ vesilesiyle, çalıştırılan çocukları, çocuk emek sömürüsünü ele almışlar…

Çocuk Bayramı… Çocuk Bayramı…

Benim için, 23 Nisan basit bir çocuk bayramı olmasının ötesinde aynı zamanda Milli Egemenlik bayramıydı. Milli egemenlik ve çocuk; bu ikisi birbirinden ayrılmayan bir bütündü. Bu bütünü 12 Eylül Askeri Darbesini yapan Generaller parçaladı. Önce milli egemenlik vurgusunu kaldırdılar. Başka ülkelerden gelen çocuk konukların eşliğinde basit bir çocuk eğlencesine dönüştürdüler. Böylelikle çocukların, gelecek nesillerin kafasından Milli Egemenlik anlayışını silmek istediler. Unutturmak istediler. Unutanların arasına BirGün de katılmış, üzüldüm.

Bu ülkede 1923’ün 23 Nisanından 12 Eylül 1980’e kadar süren ‘’23 Nisan Milli Egemenlik ve Çocuk Bayramı’ kutlanmalarının anlamını yeniden düşündüm. Geçmişe gittim.

Avrupa’nın güçlü sömürgeci emperyalist devletleri olan İngiltere, Fransa ve Almanya, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde İmparatorluğun iç işlerine sürekli müdahalede bulunarak onu çıkmaza sürüklemelerine ilişkin bildiklerim aklıma geldi. Sonra Osmanlı Sultanlarının da bu emperyalist devletlerin kendi aralarındaki çatışmalardan yararlanmak, birini diğerine karşı kullanmak gibi ‘köylü kurnazlığı’ adına bunların oyuncağı haline gelmelerini…

Konjonktüre göre, sadrazam ve nazırların (başbakan ve bakanlar) İngiliz-Fransız ya da Alman işbirlikçi ‘devlet adamları’ndan oluşturulması… İngilizci, Fransızcı, Almancı lakapları ile anılmaları ve bu ülke Büyükelçileri ile birlikte ülkenin yönetilmesi vb…

Kendi halkının ve ülkesinin çıkarlarından çok işbirliği içinde oldukları devletlerin çıkarlarını gözetmeleri ve sonunda da ülkenin çökmesi, emperyalist devlerce işgali, Osmanlının yıkılması…

Kendi halkının ve ülkesinin çıkarlarından çok işbirliği içinde oldukları devletlerin çıkarlarını gözetmeleri ve sonunda da ülkenin çökmesi ve emperyalist devlerce işgali, Osmanlının yıkılması…

İmparatorluğun aydın asker ve sivil kadroları Osmanlının küllerinden yeni bir devlet ve toplum çıkarırken, geçmişte yaşananlardan dersler çıkarmalarını…

Ulusal egemenliğe büyük önem vermelerini… Gelecek kuşakların bu bilinçle yetişmelerini sağlanmak amacıyla 23 Nisan bayramına Egemenlik bayramı da demelerini düşündüm.

Ve içinde yaşadığımız ortamda herkesi eşit ve özgür kılmaya dönük bir yurttaşlık anlayışı, etnik ve inanç ayrımından uzak bir ulus oluşturma çabalarında yaşanan başarılar ve başarısızlıklar, geçmişe toptan ret ya da eleştirel bakıştan uzak, dogmatik bir tarih anlayışı; kısacası yaygın bir kafa karışıklığı…

KEMALİZM TARTIŞMALARI

1990’lı yıllarda, ABD’de ‘Yeni Dünya Düzeni’ oluşturulurken, Balkanlar-Orta Doğu- Kafkaslar üçgeni içinde kalan Türkiye’nin yeni rolü önemli bir konu başlığıydı. ABD’de çeşitli kesimlerin (stratejistlerin, “thinktanklar”la bağlantılı düşünce şekillendirici grupların, politika yapıcıların, akademisyenlerin vb.) Türkiye’ye biçtikleri yeni rolde Kemalizm tartışması (iç-dış politika ve ekonomi alanında) önemli bir yer tutar.

Kemalizm’in ana unsurlarını; ‘laiklik, Batı’ya yönelim ve devletçilik’ olarak tanımlarlar. Kamu kurumlarının ve varlıklarının özelleştirilmesi politikalarının önünde Kemalist anlayışı, devletçi yönü nedeniyle bir engel olarak görürler: ‘‘Türk askeri gücü ve bürokrasisi ekonomik reformlar da dâhil olmak üzere bu reformları ülke refahı, bütünlüğü ve güvenliği için bir tehdit olarak algıladıklarından bunlara daha çok karşı koymaktadır[1]

Türkiye’deki ‘Atatürkçü ordu ve bürokrasinin' ekonomik egemenlik alanını ortadan kaldıracağını düşündükleri özelleştirmelere sıcak bakmadıklarını söylerler. Nitekim Özal döneminde ve sonrasında oluşan hükümetlerin de özelleştirmeleri ‘gereken hızda ve yaygınlıkta ’ yapamamalarını Kemalizm’le ilişkilendirirler.

Dış politikada da, Orta Doğu’dan uzak duran, komşuları ile barış içinde yaşamayı önemseyen Atatürkçü yaklaşım ile ABD’nin Orta-Doğu’da (Irak-Suriye-Libya) ve Balkanlarda (Yugoslavya) ‘Yeni Dünya Düzeni’ oluşturmaya yönelik saldırgan politikalar uyuşmaz. Bu uyuşmazlığı Kemalizm’in iki özelliğine bağlarlar.

Bunlardan birisi laikliktir:

‘’Türkiye İslâmî mirasından yararlanarak, Orta Doğu ve Asya’nın Müslüman ülkeleriyle bağlarını sıkılaştırabilir. Ancak burada da sorunlar vardır. İlk olarak Türk dış politikasına güçlü bir İslâmi etiket yapıştırmak, kendilerini Atatürk devriminin koruyucusu olarak gören ve dış politikada önemli etkisi olan Türk ordusu tarafından güçlü bir direnişle karşılaşacaktır. Bürokrasi, üniversite ve medyanın büyük bölümünü oluşturan Batılı elitin çoğu tarafından da reddedilecektir. Son olarak emperyal geçmişi yüzünden çoğu Orta Doğu ülkesi Türkiye ye güvenmeyip, şüphe duyacaktır. Bu ülkelerin bazıları Türkiye’nin laik niteliğini İslam’a ihanet olarak görüyor. Bu yüzden bölgede Türkiye’nin önemli bir rol oynamasına çekinceyle yaklaşacaklardır.’’[2]

Diğeri ise egemenlik anlayışıdır:

‘‘Türkiye bu gün tarihi bir yol ayrımındadır. Helsinki zirvesi AB üyeliğine bir imkân hazırlamıştır. Fakat üyelik, geçtiğimiz78 yılda olgunlaşan Kemalist sistemin büyük ölçüde değişmesini, özellikle Türkiye’nin politik evrimini yöneten ve yönlendiren Silahlı Kuvvetlerin rolünün azaltılmasını gerektirmektedir. Ayrıca Türk seçkinlerinin büyük ölçüde politik ve sosyal çoğunluğu benimsemesini ve devlet egemenliğinin tahminlerin ötesinde sınırlanmasını şart koşmaktadır. Bu değişim bugünkü sistemin devamında büyük çıkarı olan güçlerin direnci ile önlenmeye çalışılacaktır.’’ [3]

Dışarıda Kemalizm’in ‘Yeni Dünya Düzeni’ne aykırı yanları (ekonomik ve siyasi egemenlik yanı ve toplumsal yapısı) tartışmalarda öne çıkar. İçerde ise bu tartışma başlıkları gündemden uzaktır. Ülkede sağın-liberallerin ve sol liberallerin yanı sıra solun bir kısmı tartışmayı ABD-AB’nin çizdiği çerçeveye uygun ve kapitalizme uyumlu demokrasi ve insan hakları (etnik haklar ve inanç hürriyeti vb) zeminine sıkıştırır.

Egemenliğin, devletin ülke toprakları ve bu topraklar üzerinde yaşayan (küçük bir azınlığın değil) tüm yurttaşlarının genel hak çıkarları doğrultusunda, onlarla birlikte, uluslarüstü ya da ulusal sermaye güçlerine veya başka devletlerin iradesine tabi olmaksızın kullandığı yetkiler, olduğu görmezden gelinir, ya da yeterince önemsenmez. Egemenliğin, aynı zamanda devleti her türlü tüzel kişiliklerden (yönetim erkini elinde tutan şahıslardan) ve örgütlenme biçimlerinden (şirketler, mezhepler, tarikatlar, siyasi partiden vb ) ayıran özelliği üzerinde de yeterince durulmaz. Egemenlik ile demokrasi arasındaki bağ da gözlerden uzak tutulur.

Ülkemizde etnik kökeni ya da inancı ne olursa olsun tüm halk kesimleri ancak gerçek bir vatandaşlık temelinde ve egemenlik anlayışıyla; özgürce kendi geleceklerini belirleyebilir, gelir dağılımında adalet ve eşitliği gözetebilir ve kamusal - özel alanlardaki her türlü ayrımcılığı sona erdirebilir. Ancak bu yolla gerçek bir halk demokrasisine ulaşılabilir.

DİPNOT:

1 "Türk İçyapısındaki Değişimler ve Bunların Dış Politikaya Etkileri", Ian O. Lesser, Türk Batı İlişkilerinin Geleceği: Stratejik Bir Plana Doğru, Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi Yayınları, 2000 RAND, s. 7.

2 Türk Batı İlişkilerinin Geleceği: Stratejik Bir Plana Doğru, Türk Dış Politikası ve Güvenlik Politikası: Yeni Boyutlar, Yeni Güçlükler, F. Stephen Larrabee, ASAM Yayınları, 2001, s. 52.

3 Türk Dış Politikası, Belirsizlik Döneminde, F. Stephen Larrabee, Ian O. Lesser, Ötüken Neşriyet, 2004, s. 99.

Haluk Başçıl

(www.anafikir.gen.tr)

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)