Edebiyat siyaset ilişkisi ve Öfke
Siyasetlerin edebiyatı da zenginleştiren, ona kapılar açan diriliğine, üstünlüğüne hiç bugünlerdeki kadar ihtiyaç olmamıştı. Edebiyat siyaset ilişkisi gibi birçok alan, bu mevzileri kaybetmeden, yenilikçi ve kapsayıcı olarak aydınlık geleceğe hizmet etmemizi bekliyor.
Kapak fotoğrafı: Osip Mandelştam (Polis kaydı) Öfke yazarı Osman Çutsay’la yetmişli yılların sonlarında SBF’de oldukça yakın arkadaştık. Buna, sonradan eşi olan Adalet Bilgin aracı olmuştu. Üçlü bir arkadaşlıktı bizimki. Yevtuşenko’nun deyişiyle “uyanmanın rüya görmek gibi bir şey olduğu” zamanlarda yaşıyorduk. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin çimenlerinde, Laz Pastahanesi’nin küçücük salonunda, Maç Kıraathanesi’nin dumanlı masalarında, Cebeci Doruğu’nun kiremit kızılı, kavak yeşili, gecekondu manzarasına karşı; şiirden, dostluktan, gelecekten, Türkiye’den ve dünyadan konuşurduk. Ortak bir politik kimlik sahibi olmaktan daha çok, benzer bir duyarlık, ahlak ve ütopya ışığıyla bağlıydık birbirimize. Üçümüzden edebiyatla en yakın ilgilenen (yayımlamasam da yazarak) sanki bendim. Adalet çok iyi bir edebiyat, özellikle de şiir okuruydu. Çok sevdiği kardeşi Sedat da (Bilgin)şiir yazardı. Osman, edebiyatla yakından ilgiliydi fakat, bu notları yazmama neden olan kitabı Öfke’de “artık çıkmalıyız” dediği anlamda “edebiyat dairesi” içinde değildi henüz. İlgisi, ağırlıklı olarak siyaset üstündendi. O tarihlerde Yürüyüş’te imzasız yazılar yazar, Yalçın Küçük’le yakın çalışırdı. Okulu 1981 güzünde bitirip, 1982 yaz başlarında çalışma hayatına başladıktan (bu sırada Adalet’le Osman’ın arkadaşlığı evliliğe dönüştükten) sonra da Ankara’dan İstanbul’a geldikçe, görüşmeyi sürdürdüm onlarla. Bostancı ya da Küçükyalı olacak, ilk evlerinin basma perdeli mutfaklarında kahvaltı ettiğimizi büyük bir haz ve heyecanla hatırlarım… Tam bu sıralarda, aramızdaki edebiyata yakınlık sıralaması değişti: Osman, Adalet (Bilgin), Akif (Kurtuluş) ve Murat Yetkin gibi adların katılımıyla çıkardıkları dergi (Edebiyat Dostları) üstünden “edebiyat dairesi”ne hızla girerken, ben kendimle giriştiğim bir hesaplaşmanın ardından, bu “daire”den uzaklaşıyordum: 1986 yılı olacak, Seyit Nezir’in çıkardığı Broy dergisinde Kutlu Genç takma adıyla yayınladığım ilk şiirimle, başlamayan şairliğime veda ettim. İlginç olan, aradan üç yıl geçtikten sonra Osman, önemli bir düş kırıklığı ile bu daireden çıkıp, kendi steplerine çekilirken (bu ifade ona ait) ben şiir yazmamayı beceremeyeceğimi iyice anlamış olacak ve kendimce edebiyat dairesine yeniden girmiş olacaktım. Doksanlı yıllara girerken Osman’la Adalet ayrılmışlar, Osman yurt dışına gitmiş, ben de bu on yılın sonlarına doğru Adam Sanat’ta şiirlerimi yayınlamaya başlamıştım. Ev ziyaretleri ve birkaç Kalamış buluşmasından sonra Adalet’le hiç karşılaşmadım… Osman’la da yirmi beş yıla yakın bir aradan sonra, 2011’de, Ali Asker Barut yardımıyla, Frankfurt’ta karşılaştım. O gün bugün, ara sıra haberleşiriz. Birkaç kere Frankfurt’ta buluşup uzun uzun sohbet edebilme olanağı bulduk: Tunç Ayna adlı kitabımın çıktığı zamanlardaydı, kitapla ilgili benimle söyleşti, kitap üstüne yazdı. İstanbul’a gel(e)miyordu, benim de Frankfurt’a yolum düşmez oldu… Derken, yolladığı bir duyurudan yayınlandığını öğrendiğim Öfke adlı kitabı edinip ağır ağır okumaya başladım, bazı notlar alarak… İtiraf edeyim, hayli de ağır okudum… Peki??? Osman, ağır sıfatlarla andığı Türk edebiyat dünyasının, bu kitabı (Öfke’yi) -ya da aynı anlama gelmek üzere kitapta ileri sürülen görüşleri- görmezden geleceğini ve kendisinin de bunu pek umursamadığını söylüyor. Buna karşın önemsediğini kuvvetle vurgulayarak bir başka muhataba, sosyalist siyaset dünyasına dönüyor ve ona edebiyat alanını (bütün bir sanatı değilse eğer) terk etmeyi, (bir süre olsun sanatsız olmayı göze almayı) öneriyor. Anladığım doğruysa, bu önerisini, sanatın “geriye çeken” bir şey olduğu gerekçesine dayandırıyor. Bu, ona göre, sanatla “ilerleyemeyeceğimiz” anlamına geliyor. Oysa sınıfsız topluma doğru ilerlemek, bunu olanaklı kılacak ve hızlandıracak her şeyi yapmak ve ona götürebilecek bütün yolları denemek, varoluşumuzun doğrulanması demek olduğuna göre, ilerlemek zorundayız. Sanat, insani bir pratik olsa da, en azından bu tarihsellikte ve ülkemizde, bu şekilde tanımlanan bir varoluş için yeterince işlevsel olmadığı gibi, değiştirilmesi gerekeni onardığı, hızlanması gerekeni oyaladığı için, onsuz olunabilecek ve işte tam da bu yüzden onsuz olunması gereken bir şey haline geliyor. Manzara tam olarak bu değilse bile, böyle bir iddiada bulunmak ve bu yönde bir eylemlilik içinde olmak, öncelikle siyasette -ve belki sanatta da- ilerlemeye hizmet eden gerçek değişimi yaratabilecek, olumlu bir iklim kırılması yaşatabilecektir. Eğer buraya kadar aynı fikirdeysek, bize düşen siyaset üstünden edebiyata yoğun bir entelektüel şiddet uygulamaktır. Şiddet, karşı şiddet yaratacağı için, çarpışmadan ortaya çıkacak ısı, sözü edilen iklim kırılmasını yaratabilecek, değişime yol açabilecektir. Kısacası Osman Çutsay, edebiyatın çok ümitsiz bir durumda olduğunu sık sık tekrarlayarak siyasetin onu tasfiye ederek kazançlı çıkacağını umduğu bir savaşı körüklüyor. Ona göre bu savaştan edebiyata kalan, kendini yıkıntılarından yeniden kurma şansı olarak görünüyor. Bu mümkün olursa, “Teknokrat sanatçı” olarak adlandırdığı günümüz sanatçısı sosyalist aydına dönüşerek, sınıfsız topluma doğru ilerlemenin mücadelecisi olma şansı elde edebilecek. Bu notları yazmayı denerken, tuzu kuruluk gibi algılanmamasını dileyerek, kendimi Osman’ın betimlediği kategorilere (örneğin, önerilen entelektüel şiddetin faili, malulü veya maktulü gibi) dâhil hissetmediğimi öncelikle dile getirmek isterim. Türk edebiyatı ve sosyalist siyaset ilişkisini, önemli bir konu olsa da biraz arkaik bulduğumu da söyleyebilirim. Nihayet, doksanlı yıllardan bu yana düzenli sayılacak şekilde şiir yayınlıyor olmama karşın deneme ve eleştiri türünde yazı yazmamakonusundaki ısrarım da (ya da beceriksizliğim) eskisi kadar katı olamasa da varlığını koruyor. Bunlara karşın, Osman Çutsay’ın yazdıkları ile etkileşim içinde olmanın, dostluğumuz kadar kuşağımız, edebiyatımız ve ilerici sol, sosyalist siyasetimiz bakımından sorumluluğunu duyuyorum. Ben, sözlerin arkasındaki insanı, kastını anlamaya çalışarak, onun bakış açısını ve hatta yer yer dile getirişini edinmeye çalışarak, “diyalojik” bir yöntemle okumaya çalıştım kitabı. Böylece, kitapla etkileşimim, onda ileri sürülen tezlere katılmak veya karşı çıkmak uçlarına tutsak olmadı. Ancak, Osman’ın üslubundaki sertlik ya da doğrultayım derken demir çubuğu gereğinden çok daha güçlü bir şekilde tersine doğru bükmesi, onu yakından tanımayanlar için sözünü ettiğim türden bir okumayı zorlaştırıyor. Üslup, okuru, yazının bağlamından, kastından düz anlamda söylediklerine doğru çekiyor. Okuru,yazar ya da anlatıcı bakış açısından okumaya davet etmekten çok ona karşı savunmaya itebiliyor (özellikle edebiyat cephesinde). Nihayet, etkileşim için terk etmek zorunda olduğumuz bir ‘biçimsel diyalektiği’ (Anti tezlerden sentez çıkarmak yerine anti tezlerden daha çok ve daha güçlü anti tezler çıkarmak diyeceğim buna) okura altın tepside sunuyor; okumak üstünden yazar okur arasında oluşması beklenen etkileşim, anlaşmazlıkların tahkimine dönüşebiliyor. Bu nedenle, ısrarla bağlama dönerek, bıkmadan diyalojik kalmaya özen göstererek okumak, düz sözün iğvasına kapılmamak gerekiyor Öfke’yi okurken. Bunu yapmazsanız, siyasetimiz ve edebiyatımız arasında bir bileşik kaplar ilişkisi olduğu gerçeğini yeterince dikkate almadığı izlenimi edinebilirsiniz Çutsay’ın. Sosyalist siyasetin ibresinin edebiyat ibresinden daha iyiyi ve doğruyu gösterdiği gibi bir vehme sahip olduğunu bile düşünebilirsiniz. Yazarın, siyasetin edebiyatı “adam etmek” gibi, mutlak ya da tarihsel bir misyonu olduğu izlenimi veren ifadeleri sizi ‘öfke’nin asıl nedenini anlamaktan uzaklaştırabilir. Ben onun bu ifadelerini kendine öncelikle siyaset yakasında yetkin/sorumlu bir yer tutuşu seçmesine bağlamak eğilimindeyim. Devamla da önerdiği eylemi, edebiyatı adam etmekten çok siyaseti adam etmek amaçlı sunmuş olmasını tercih ediyorum. Edebiyat ve siyaset dünyamızda nicedir sarsıcı bir iklim değişikliğine ihtiyaç olduğu konusunda ona katılıyorum. Bu değişikliğe katkıda bulunmanın tek yolunun karşıtlıkları çatıştırarak bir senteze varmak olduğu düşüncesine ise katılamıyorum. Bu akıl yürütme biçiminin ya da biçimsel diyalektiğin, zamanımızda artık kendisinden beklenen sentezleri ya da buluşları üretmek yerine, tezlerin çoğalarak ve küçülerek katılaşmasına, buna bağlı olarak zihinlerin parçalanmasına hizmet ettiğini düşünüyorum. Her biri değerli saptamalar, öngörüler ve bakış açıları içeren Osman Çutsay yazılarının kendisinin de beklediği ve normal karşıladığı gibi entelektüel dünyada yeterince karşılık bulamamasının, onun reel politik olmaması, oldukça orijinal-özgün-nevi şahsına münhasır olmasıyla yakın bir ilgisi var kuşkusuz; ama bana sorarsanız bundan daha çok da zamanımız için artık işlevsizleştiğini düşündüğüm sert diyalektik-polemik üslubunun da çok önemli bir payı var. Yazarın, sık sık andığı Edebiyat Dostları dergisine de buradan yola çıkarak değinebilme şansımızı kullanalım: Bence Edebiyat Dostları dergisinin en önemli özelliklerinden biri çıktığı yıllarda o derecede örneği olmayan bir ‘yaratıcı yıkım’ denemesi olmasıydı; ama o daha çok yıkıcı- biçimsel diyalektik bir tutuma (retorik dersem hafife almış olacağım) yataklık etmeyi başarabildi. Edebiyat Dostları dergisinin doğru ve duyarlı bir sorumluluk alma girişimi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Derginin o günlerde sezilebilen bugünlerde görülebilen önemli bir özelliği ise; dışa vurumun, ifadenin, gerçekleştirmenin diyalojik olana kapalı, kutuplaştırıcı bir şekli ‘diyalektik’te kalan, hatta onu yıkıcı bir polemiğe taşıyan yanıdır. Aslında bu özelliğin, yaşadığı dönemdeki benzderlerinden tümüyle farklı bir şekilde, Edebiyat Dostları dergisine özgü olduğu izlenimi de vermemek gerekir. Nihayet bu dergi edebi entelektüel dünyamıza dışarıdan katılmamış; romantik, halkçı, devrimci, sosyalist siyaset ve edebiyat geleneği içinden ortaya çıkmıştır. Polemik, kutuplaşma, parçalanma, tez-antitez yarışı seksenler sol entelektüel dünyasının ayırt edici özellikleridir. Belki burada diyebileceğimiz şey, andıklarımız dâhil olmak üzere, edebi ve entelektüel dünyamızdaki bazı genlerin Edebiyat Dostları dergisinde fevkalade baskın, “öyle olmaz, böyle olur!” isyankarlığıyla, ortaya çıkmasıdır. Bunlar arasında yukarıdan gelen, sağaltıcı ve öfkeli ses; doğrusal çizginin kırıldığını, krizin içinde olduğumuzu, üst bir ahlak ve estetiğe hamle etmemiz gerektiğini, bunun için entelektüel şiddeti kullanmamız gerektiğini ve acımasız olabileceğimiz öğütlemektedir. Bu Osman Çutsay ya da onunla veya onsuz olsun kurumsal bir kimlikten söz etmek mümkünse Edebiyat Dostları dergisidir. Bu şüphe şerhini koymakta haklıyız diye düşünüyorum. Çünkü o günden bugüne yalnız o dergideki bütüncül ses dağılmamış, tekil sesler de dağılmıştır. Ayrıntıya girmeyeceğim. Ama o, Osman Çutsay; bugünkü “Öfke” kitabının yazarı, sanırım o günlerden bu günlere değişmeyen çizgisiyle entelektüel dünyamızın Nietzsche’yi anımsatan hattındaki en önemli isimler arasında ve mutlaka Edebiyat Dostları'yla birlikte anılacaktır. Bence, Edebiyat Dostları odur. Ondan ayrı ya da karşı iken de böyledir… Dergi, ölünceye dek alnının ortasında onu o yapan bu doğum lekesini hep taşımıştır. Öfke yazarı Osman Çutsay’ın, siyaset alanında bir reel sosyalist olduğunu söylemekten çekinmemesi bu söylediklerimizle tutarlıdır; ama bunun hayat gerçekliğine tekabül etmediğini düşündüğümü de söylemekten çekinmeyeceğim. Yanılabilirim, ama tanıdığım Çutsay, ‘reel’liğe en uzak olan kimselerdendir. Bir derginin reel-politiği bile ona kitapta okuduğumuz, ıstırapları üretebilmişse, bence bu onun reel olmaya en uzak insanlardan biri olması ile ilgilidir. Tavizsiz ahlaki (bazen ahlakçı belki) duruşunun, göze aldığı ya da tercih ettiği kişisel hayatın tutarlılığının ve olgun estetizminin onu çoğunluk için hep “öteki” kılmaya devam edeceği düşüncesindeyim. Onu üzmek pahasına en azından bu yazıda söylediklerime bakarak dayanaksız bir falcı gibi konuştuğumun farkındayım. Bunun bir kötü kader olduğunu düşünmüyorum. Spekülatif bulunmasını göze alarak sarf ettiğim bu sözler en sonunda, varlığıyla memnun ve mutlu olduğum bir kuşak arkadaşıma, yakın dostuma duyduğum sevgi ve ondan bağımsız olmayan onu anlama çabasından ibarettir. Dolaysıyla dergi, bir grup insan için önemi olmuş olabilir; ama edebiyatımız için onu bir yere taşıyan tarihi bir kilometre taşı olduğu ileri sürülüyorsa buna katılamıyorum. Benim sözlerime de katılmayanlar olacaktır. O halde, onlardan edebiyatımızın dergiden sonra nereye taşındığını söylemelerini beklerim, dergide yazan edebiyatçıların bir yerlere taşınmış olmasından söz etmiyorum elbette… Sempatik bir ifadeyle; dergi tarihe geçmemiş, tarihten geçmiştir. Çutsay’ın da belirttiği gibi; derginin o günkü kadrosunun Osman dışında kalanlarının edebi hayatlarının devamında derginin tutumunu sürdürdüklerini söylememiz güçtür. Bana göre Edebiyat Dostları o günlerde edebiyatı siyaset üstünden (bunun sosyalizm olması benim için fark etmiyor) adam etme gibi temel bir yanlışlıkla malu ldür. O tarihlerde sosyalist siyasetin ahlaki ve estetik üstünlüğü bunu mazur gördürebilecek düzede olsa dabu durum bu günlere ve başka günlere taşınmamalıdır. Sosyalist siyasette öyle bir düzeyi özlemek başkadır. Bu sanatla siyaset arasından düzeyli, özerkliklerini koruyan bir etkileşimle mümkün olabilir. Bizde, yenilmiş sosyalistler, durumlarıyla siyaseten hesaplaşmak yerine sanata iltica ediyorlar; üstelik iltica ettikleri yeri de beğenmeyip onu siyaseten adam etmek istiyorlar. Siyaseten yenilginin önemli nedenlerinden biri, siyasetin şairliğini (çocukluğunu) aşamamış olmasıydı bana göre. Şairliğe dönerek ne olacaktı? Osman’ın retoriğinden; bir toplumsal bilinç biçimi olarak ideolojinin ve onun pratiği olan siyasetin bir başka bilinç biçimi olan estetik ve onun pratiği olan sanat karşısında zaman ve mekândan bağımsız olarak imtiyazlı olduğu yanlış izlenimini edinebiliyoruz. Böyle bir durum kişisel bir tutum, kişisel bir seçim olarak kuşkusuz mümkündür; anlaşılması, saygı duyulması da gereken bir durumdur. Ama Osman’ın dile getirişlerinden anlaşılanlar, durumun kişisel bir önceleme ya da öncelikle siyaset ekseninde var olma tercihini dile getirmeyi aştığı yönünde ilerleyebiliyor. Tarihsel bir dönemin özelliklerini vurgulayarak siyasetin, sanattan çekilmesi gerektiğini ileri sürdüğü kesinken, ifadeler bu önerinin tarihsel olmaktan çıkan bir mutlaklıkta ileri sürüldüğü yanlış anlamasına neden olabilecek nitelikte tonlar içerikler taşıyor gibi. Aslında muhatap siyaset kurumu ya da siyasetçiler olduğu sürece bu anlaşılabilir de bir durum. Anlatıcı, okurun kimliğine girebilir, girmelidir zaman zaman. Ama bu kitaptaki sorunlardan biri de budur: Öncelikle, siyasete mi, edebiyata mı seslenmektedir Osman Çutsay? Sanırım her ikisine ki, buraya kadar yazımızdan da hissedilebilecek ikircikli bir okuma duygusu yaratıyor kitap bende. Serde şairlik olduğundan, edebiyatçı gibi okuyunca ise, en azından sözlerin açıklık kazanmasına hizmet etmek üzere itiraz edebilme hakkım olduğunu düşünüyorum. Şöyle: Edebiyatı siyaset üstünden sorgulamak veya tersi, siyasetin ve edebiyatın farklı yanlarını görmek, onları daha iyi anlamak bakımından bizleri daima zenginleştirecektir. Bunlar zaten saf ve ayrı değiller; birinin niteliği daha baskın olmak üzere, belirli dozlarda birbirlerini içeren bilinç kategorileridir. Dozun ne kadar olduğu, özgün duruma (zamana, mekâna ve topluma) bağlıdır. Ancak ne edebiyat siyaset karşısında, ne de siyaset edebiyat karşısında ikincil, ötekince belirlenen, şekillenen kategorilerdir. Siyaset kendi yolunu, edebiyat kendi yolunu temizleyebilir. Kuşkusuz bunu yaparken her biri ötekine de hizmet etmiş olabilecektir. Ne zaman edebiyat siyaseti -ya da siyaset edebiyatı- adam etmeye kalkmışsa kendi olanaklarını verimsiz kullanmıştır. Bizde, edebiyatın etikle güçlü ilişkisi yüzünden ve devrimci cumhuriyet ve/veya devrimci sosyalizm görüşlerinin ahlaki üstünlüğü elinde tuttuğu dönemlerden gelen edebiyatı siyasi ülküler üstünden sorgulama ya da ödüllendirme geleneği var. 1960-80 Aralığında edebiyata baktığımızda onun öncelikle, etik duruş ve vicdan üstünden siyasetle rezonans içinde olduğunu görüyoruz, sonrasında bu etkileşim zayıflamışsa da neredeyse hep -eşitler arasında birincilikten bile yola çıkılsa- siyaset edebiyata baskın halde ilerlemiştir. Çözülmekte olsa da hâlâ bu geleneğin etkisi altında olduğumuzu söyleyebiliriz. Bu nedenle, ben edebiyatın siyaset karşısındaki ikincilliğine, edebiyatı siyasetten arındırma anlamına gelmeyecek bir biçimde, güçlü bir şekilde itiraz etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Bu itirazın devrimci cumhuriyetçi, aydınlanmacı sosyalist siyasetin -hatta otantik muhafazakâr siyasetin- yararına olduğu düşüncesindeyim. Siyasetlerin edebiyatı da zenginleştiren, ona kapılar açan diriliğine, üstünlüğüne hiç bugünlerdeki kadar ihtiyaç olmamıştı. Bundan edebiyatı sorumlu tutmak ve siyasetler ahlaken ve duyarlık olarak eski diriliklerinde değilken öyleymiş gibi onlarla eski günlerdeki gibi bir ilişki kurmaya çalışmak, ilişkinin her iki yanını da –edebiyattan başlayarak– söndürmek anlamına gelir düşüncesindeyim. Bugün siyasetin edebiyattan daha iyi bir yerde olduğuna dair elimizde yeterli kanıt yok. Tersi için de yok… O zaman Osman’ın vermeye çalıştığı mesajı geldiğimiz yerdeki kimin koloni kimin kolonileştiren olduğuna bakmaksızın, edebiyatla siyaset arasındaki cılızlaştırıcı kolonyal ilişkiyi kırmak olarak da anlayabilir, onunla aynı yerde buluşabiliriz. Bizce, bugün edebiyat ve siyaset kolonize edenin kolonize edildiği ve her ikisinin sırasıyla 40-60 ve 60-80 yıl aralıkları ile karşılaştırıldığında oldukça sığ kaldıkları fakat yine de kolonyal olan bir ilişki yaşıyor. Bu yüzden, Osman Çutsay doğru söylüyor; mesele, şairlerin ve sosyalistlerin ayrılabilmesi meselesidir de diyebiliriz. Nereden bakarsanız, bu birinin ötekinden kurtulması (şiirsiz veya siyasetsiz) sorunu değildir; birinin ötekini dilediğince içererek, onunla dilediği şekilde etkileşim içinde, ama öncelikle kendisi olabilmek meselesidir. Bu durumu Osman’ın öfke diliyle anlatmak, anlatmayı ve anlaşılmayı zorlayabiliyorsa da bize düşen birbirimizi anlamaya çalışmaktır. Bunun dışında, ben bir şair olarak, siyasetçilerle kolonyal ilişkiyi hep reddedeceğim. Taraftar, müşteri, ‘dibek dövücünün hık deyicisi’ olmadan siyasi de olabileceğimi, –olmayabileceğimi de elbette!– düşünüyorum. Bugün ahlaki üstünlük yaygın olarak ne edebiyatta ne de siyasetin her türlüsündedir. Geldiğimiz yer ahlakla ve estetikle ilişki bakımından otuz yıl önce yola çıktığımız yerlerin gerisindedir. Ama yine de bir bütün olarak baktığımızda her iki yakada da yola çıktığımız yerden çok daha iyisini, güzelini, değerlisini temsil eden mevziler vardır. Edebiyat siyaset ilişkisi gibi birçok alan, bu mevzileri kaybetmeden, yenilikçi ve kapsayıcı olarak aydınlık geleceğe hizmet etmemizi bekliyor. Ferruh Tunç'UYANMANIN RÜYA GÖRMEK GİBİ OLDUĞU' GÜNLERDEN BİR DOST: OSMAN ÇUTSAY
BİR KİTAP: ÖFKE
DİYALOJİK BİR OKUMA DENEMESİ
TARİHTEN GEÇMİŞ BİR EDEBİYAT DERGİSİ: EDEBİYAT DOSTLARI
Ama burada, dergiye özgü onu yepyeni bir kimlik olarak var edebilmiş bir gen dizilişinden ve bireşiminden söz ettiğimiz izlenimi vermekten kaçınmamız gerektiğini de söylemeliyim. O günlere bugünden bakmanın avantajıyla bakınca, dergide; romantik-devrimci isyankâr; hep yenik hep lirik; megalomanik, mustarip; yabancılaşmış, aldırışsız ve malumatfuruş retorikler eklektik bir şekilde bir aradadır; tıpkı o dönem yenilikçi, ilerlemeci, devrimci sanat ve siyaset ortamının tümünde olduğu gibi…
SANAT SİYASETİ YA DA SİYASET SANATI ADAM EDEBİLİR Mİ?
EDEBİYAT SİYASET İLİŞKİSİ İÇİN İDEAL: ÖZGÜR, AYRI VE FAKAT DOST
Gerçek Edebiyat
YORUMLAR