Son Dakika



Yoldaş Konstantin olarak anıldığı devrim öncesi ilk gençlik yıllarında asıl adını unutmuştu sanki, yeni adının verdiği heyecana kapılmış, hapishanelerle yeraltı basım evlerinin arasında mekik dokumuştu... Takip edilmiş, gözden kaybolmayı başararak gizlice bildiriler dağıtmıştı. Oysa bir çocuktu o daha, yakalandıkça salıverilmişti her seferinde...

Orman müdürü bir babanın köyde doğan en küçük çocuğuydu Vladimir Mayakovski... Okumayı tek başına öğrenmesinin ardından annesinin öğretmenliğinde eğitimine başlayan, matematik derslerinde hesap yapması için verilen elma ve armutları saymadan midesine indirirken sözel derslere bu defa zihnindeki açlıkla saldıran Vladimir, sahip olduğu şaşırtıcı ezber yeteneği ve gözlem gücüyle içinde uyanan bir şairin ilk çırpıntılarını daha o yaşlarda hissetmişti. Bayramlarda manzumeler ezberliyor, bir çocuk için fazla coşkun sayılabilecek bir edayla 'şairce' okuyordu ezberlediklerini...

İlk gemi yolculuğunda gördüğü deniz feneriyle ilgili fikri bile bir çocuk için oldukça ciddiydi, “yolu aydınlatmak,  doğru yönü göstermek; çok sorumluluk isteyen bir şey bu!" demişti hayretle ve bundan sonra uzun bir süre sürekli deniz fenerleri çizmişti sarımtrak kâğıtlara. Bir amaç için sorumluluk almanın düşüncesinden öylesine başlanmıştı ki, iise döneminde kendisine, Rusçada deniz feneri anlamına gelen, ”mayak" denilmesini istemişti özellikle.

Gök bilimcisi olmak isteyen ve yıldız haritası okumayı kendi kendine öğrenen Vladimir, 1900 yılı sonunda, lise eğitimi için kente taşındı. Okulda zorunlu olmayan Gürcü dili derslerine katılan tek Rus öğrenciydi. Nefret ettiği Kazaklara karşı el ilanı hazırlayan Gürcülerin, bu ilanlardaki çizimlerine de yardımcı olduğu sıralarda kentteki bir ressamın dikkatini çekmeyi başarmıştı; ressamdan aldığı ücretsiz dersler sırasında aslında şiir yazmak istediğini ama ne yazık ki yazamadığını düşünüp hayıflanıyordu.

O sanat yeteneğine bir yön çizmeye çalışırken Rus-Japon Savaşı patlak vermiş, kentin sessizliği, grevcilerin ve göstericilerin çığlıklarıyla yırtılmıştı.

Top namlularının liseye çevrildiği 1905 yılının Kutais kenti, Bolşeviklerin yeraltı faaliyetlerinin merkezi durumundaydı; on iki yaşındaki Vladimir de, büyük ağabeylerinin verdikleri bazı paketleri ve uzun, katlanmış kağıtları dağıtan küçük bir kurye olmuştu...

El yapımı bombalar okulun çevresinde patlasa da, öğrenciler ikide bit tutuklansa da devam eden eğitim, Vladimir için bitmişti.

Asıl eğitimini, ailece kaldıkları pansiyonu paylaştıkları sosyalist öğrencilerin odalarından gönderilen bildirilerden, Marx'ın, Engels'in ve Lenin'in adeta ezberlediği kitaplarından aldığını düşünüyor; anlamadığı şeyleri o öğrencilere soruyordu.

Para kazanmak için bir yandan resim yapıp Paskalya yumurtalarını boyarken bir yandan da illegal bir dergide, kendi deyimiyle "korkunç ölçüde devrimci ve aynı ölçüde çirkin" şiirler yazıyordu.  

Eylemcilere götürmek için silahlarını çaldığı babası, parmağına batan bir iğne nedeniyle ölünce, Vladimir'in hayatı tam anlamıyla kontrolden çıktı. Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’ne katıldı. O 'Yoldaş Konstantin’di bundan böyle!

On beş yaşında, arkadaşlarıyla birlikte propaganda bildirileri ve gazeteleri bastıkları bir yeraltı basımevinde tutuklandı. Yaşı nedeniyle yargılanamadığından annesinin ödediği kefaletle serbest bırakıldı. Ancak bu tutuklanmayla birlikte takip edilmeye başlandığı için ziyaretleri diğer arkadaşlarının sonu olabilirdi. Genç Vladimir, okula devam etmeye karar verdi.

HAPİSTEN ÇIKINCA DUYDUĞU YALNIZLIK

Straganov Sanat Endüstri Okulu'na kaydolduktan sadece birkaç ay sonra yeniden tutuklandı. O sıralarda hapishaneden birilerini kaçırmak için tünel kazanların adları arasında aynı pansiyonda kaldıkları birinin de adı vardı. Evi arayan polisler, Vladimir'in kaçak yayınIarını bulunca, mahkumları kaçıranların listesine onun adını da eklemeyi 'uygun' gördüler.

Vladimir, hapishanedeyken neredeyse bütün 'büyükler'i okudu. Sinirli tavırları nedeniyle daha merkezî bir hapishaneye nakledilerek on bir ay boyunca, uzunluğu üç, genişliği iki metre olan tek kişilik bir hücreye kapatıldı.

Çıktığında yapayalnızdı; arkadaşları ya kaçmışlar ya saklanmışlar ya da siyaset konuşmaktan kaçınır olmuşlardı; okuduğu 'büyükler' sayesinde varlığını hissettiği yeteneğinin içinin boş olduğunu, bu cehaletiyle hiçbir zaman kendini gösteremeyeceğini anlamıştı. Resim yapmalı, şiir yazmalı, sosyalizme has yepyeni bir sanat anlayışıyla insanları coşturmalıydı. Ve tüm bunlar için öncelikle 'ciddi bir okula' gitmeliydi. Moskova Resim-HeykeI-Mimari Okulu'na girdi. Burada tanıştığı öğretmeni kübist ressam David Bryluk'la fütürizm hakkında yaptıkları uzun konuşmaların ardından ona bir başkasının yazdığını söyleyerek kendi şiirlerinden birkaç dize okudu. "Sizsiniz bunu yazan" demişti kahkahalar atan Bryluk, “fakat dostum, siz bir dâhisiniz!" ve ertesi gün, "ünlü ozan dâhi dostum Mayakovski... Ama nasıl olur, tanımıyor musunuz?” diyerek Vladimir’i arkadaşlarına takdim etmişti.

Kübist ressam David Bryluk'un yaptığı Mayakovski

Mayakovski, Bryluk’un “genç öğrencisinin açlıktan gebermeden yazabilmesi için" her gün verdiği elli kopek para sayesinde şiir yazmaya daha fazla vakit ayırabildi ve ilk şiiri, Lal Rengi ve Beyaz adıyla basıldı.

Kısa sürede "fütüristler" olarak adlandırılan Byrluk ve arkadaşları, fütürizmin anayasası olabilecek bir bildiri yayımladılar. Öğretmeniyle birlikte okuldan atılan Mayakovski'nin de şair ve ressam titriyle dahil olduğu bu bildiri, "Kamu Zevkine Bir Şamar” başlığını taşıyordu. Bilinen sanat diline ve biçimlerine açık bir nefretle saldıran bildirinin ertesinde Mayakovski'nin adının ardına yeni bir tanım eklenmişti: Gazeteler ona "Köpoğlu köpek!" diyorlardı şimdilerde.

Mayakovski'nin çabası, uğradığı hakaretlerle sekteye uğramamıştı. İlk kitabı Ben basıldıktan sonra 1913'te bir şairin zor ve çelişkilerle dolu yaşamını anlatan Vladimir Mayakovski adlı oyunun hem rejisörü hem de baş rol oyuncusuydu.

Moskova 1920

MAKSİM GORKİ

Zamanı seyrederken o inanılmaz duyarlılığıyla yaşanan küçük büyük her olaya şiirleriyle tepki gösteriyordu; Birinci Dünya Savaşı sırasında "tok sesle kahkahalar atan toplardan, sel gibi akan insan kanından ve kızıllaşmış karlardan" bahsederek tepkisizliğiyle meşhur burjuva sınıfını eleştirmesinin, bu eleştirileriyle görevi Çar'ı kutsamak olan çalıştığı gazeteden kovulmasının ve bunu umursamamasının nedeni de bu duyarlılıktı.

O sıralarda Maxim Gorki'yle tanıştı, ona birkaç şiirini okumak için kilometrelerce yol yapıp Gorki'nin evine giderek karşısında heyecandan titreyen bir sesle şiirlerini okudu. Okumasını bitirip ürkek bir ifadeyle gölgelenen bakışlarını Gorki'ye diktiğinde büyük yazarın, kendisini gözyaşlarıyla onurlandırmakta olduğunu gördü.

İnsanların tepkisizliğiyle kahrolan iki metre on santim boyundaki bu naif dev anlamıştı ki devir sanatta arayışlara girişilecek değil, insanların bu ölü uykusundan uyandırılacağı devirdi ve fütürizmi bir kenara bırakmanın zamanı gelmişti.

Savaşlar, ölümler, haksızlıklar ve tüm bunlar karşısında insanların o çıldırtan uykusuyla birlikte yatağından kovulan hayat, inatçı bir nehir gibi akacak yeni bir yatak buluyordu kendine; Mayakovski de aşık oluyor ve yıpranıyordu bu nehrin kollarından birinde...

Sevdiği kadın, onunla mutlu olduğunu ama yine de geleceği belirsiz bir şair yerine zengin ve itibarlı olan diğer 'kısmetini' yeğleyeceğini söyleyerek onu terk ettiğinde, o zamana kadar hep başkaları için, başkalarının gelecekleri için acı çekmiş olan Mayakovski, belki de ilk kez kendi içindeki acıyla yüzleşti.

LİLİ BRİK

Bu acıya bakarak, sanatın, aşkın ve hatta devrimin bile paraya satıldığını haykırdı yazdıklarında. Kendini, Pantolonlu Bulut adlı destanının yazımına vererek acısından kaçmaya çalıştıysa da bu destan sayesinde yeni bir acıyla ya da acının bambaşka bir boyutuyla tanışacaktı Lili Brik'in yüzünü gördüğü anda...

Lili Brik, kimilerinin şair Aragon'un sevgilisi sıfatıyla hatırlayacakları ve sonradan bir yazar olarak tanınacak olan Elsa Triolet'nin kız kardeşiydi. Triolet, eserlerinin çevirmenliğini de yaptığı dostu Mayakovski’yi Pantolonlu Bulut’un basılması için Lili'nin kocası Ossip'le tanıştırdığında, Mayakovski, Lili'ye bakmış ve aşkın suretini görmüştü; görmüş ve daha önce hiç böyle bir şey hissetmediğini anlamıştı bir anda.

Mayakovski Lili Brik'le

Bundan sonra yazdığı Omurganın Kavalı adlı şiiri de uzun bir aşk itirafıydı Lili'ye...

1915 yılında askerlik için davet almasıyla kurulabilecek bir ilişkiye dair umutlar bitiverdi bir anlığına, acilen buna da bir çözüm bulundu; mektuplaşacaklardı. Lili ile Mayakovski'nin ilişkisi 1915 ile 1917 yılları arasında büyük çalkantılarla, acıklı ve özlem dolu mektuplarla sürdü ancak o unutulmayacak kavuşma anından yoksun kaldı hep.

Bu aşk, mektuplaşmaları kesildiğinde bile bitmemişti, hiçbir zaman da bitmeyecekti... En azından Mayakovski için...

YESENİN DOSTLUĞU

1917 Şubat Devrimi'yle büyük bir hayal kırıklığına uğradı. Yıllardır özlemle beklediği devrimciler de savaş istiyorlardı ve iktidar olduktan sonra yaptıkları her konuşmayla sosyalizmin ana temalarından ne kadar da uzak oldukları anlaşılıyordu.

Devrimin ardından Moskova'ya döndü. Moskova Iokallerinde tanıştığı meslektaşlarından Sergey Yesenin'le ölümüne dek sürecek dostlukları da bu sıralarda başladı.

Şubat ve Ekim Devrimleri sıralarında bulabildiği her işi yaptı Mayakovski; devrimin askeriydi o, yakınmadı, yakınmadığı gibi gösterilere katılmaya, ’yoldaşlarım' diyerek seslendiği insanlara güç, cesaret ve sanat aşılamaya devam etti.

İlk gençlik yıllarından aklında kalan şeylerden biriydi devrim ve sanatın ayrı tutulamayacağı; bu düşünceden yola çıkarak Misteriya Buff adlı büyük bir oyun yazdı. Oyunu kalabalıklara okuduğunda aldığı tepkilerden memnundu; aktörler bile kanlı sahnelerde haç çıkaracak kadar etkilenmişlerdi.

1919 yılında savaşın hüküm sürdüğü Sovyetler'in sokaklarındaki boş vitrinlerde boy gösteren, herkesin ”Rosta Pencereleri" adıyla benimsediği, cepheden, ülkedeki politik durumdan, halkın beklenti ve arayışlarından bahseden, savaş nedeniyle çıkarılamayan günlük gazete ve dergilerin yerini alan ilanların arkasında da -kimse onun adını açıkça zikretmese de- Mayakovski’nin olduğu biliniyordu. Günlük çıkan "Rosta Pencereleri"nin aktif olduğu süre boyunca birkaç saatlik uykusunu daha kısa kesmek için başının altına yastık yerine odun koyduğu gecelerde Churchill'i, Beyaz Ordu'nun generallerini, feodal sistemi, emperyalizmi eleştiren, hicveden üç bin kadar el ilanı resimledi...

Halkı, Yüz Elli Bin adını verdiği destanının okuma gecesine de “Rosta Pencereleri" aracılığıyla davet etti. Bu ilk devrimci oyundu. Bunu herkes duymalıydı! Okuma gecesi 'bir dev'in takdis edilmesiyle sonuçlandı.

Sergey Yesenin, kalorifer borusuna kendini astıktan sonra 28 Şubat 1925'te uğurlanırken

"Rosta Pencereleri"nin artık çıkmadığı 1921 yılında, Mayakovski, çeşitli kuruluşlar için pankartlar hazırlıyor, reklam şiirleri yazıyordu. Çay kutularında, şekerleme kağıtlarında, ülkenin hemen hemen her yerinde şiirleri dolaşırken, O, yabancı ülkelerde konuşmalar yapmakla meşguldü bir yandan da... Letonya'da konuşma yapmasına izin verilmez, dinletileri engellenirken, İngiltere'ye gitmek için vize bile alamazken Amerika'nın çeşitli şehirlerinde, Paris’te ya da Berlin'de olabilecek en serbest biçimde toplantılar düzenliyor, sanatçılarla tanışıyordu. Onun toplantılarının ertesinde gazeteler, salonun izdihamdan ve coşkudan çökmek üzere olduğunu yazıyorlardı. Bu arada kendi ülkesindeki sorunlardan uzaklaşmadan yine eleştirel şiirler yazmaya devam ediyordu; Yüz basamak tırmanırsın / Canın çıkar / Yine aynı şey/ ’Bir saat sonra geleceksiniz’/Toplantıdalar gibi dizelerle bürokrasi düşmanı Lenin'e destek oluyordu.

Lenin'in ölümünün ertesinde onun için yazdığı destanı da bu defa kalabalıklara değil, basım işçileri, üniversite öğrencileri gibi belli kesimlere okudu. "Epik ve liriğin göz kamaştırıcı kaynaşması" olarak değerlendirilen bu destan oldukça ses getirdi.

Ama aşk hayatı kariyeri kadar başarılı gitmemişti yine de...

Ama bil ki er geç / Gelip alacağım seni / tek başına! ya da Paris’le birlikte dizelerini atfettiği, Paris'te yaşayan Sovyet genç kadın Tatyana, onunla beraber yurda dönmeye razı olmayınca acısını yine tanımadığı insanlarla paylaşmıştı, Tatyana Yakoleva’ya Mektup adlı şiiriyle.

İNTİHARLA TANIŞMA

En yakın arkadaşlarından biri olan Rus şair Sergey Yesenin de intihar etmişti üstelik. Yesenin’in intihar etmeden önce yazdığı,  Ölmek yeni bir şey değil / Fakat daha yeni bir şey değil yaşamak da... mısralarına cevaben, Ölüp gitmek zor bir şey değil yaşamda / Yaşamı yaratmak çok daha zor diyen Mayakovski de artık umutsuzluğa düşmeye başlamış, ruhu da giderek kısılan sesi gibi hırpalanmıştı.

Bir akşam çevresindekilere kendisi öldüğü takdirde herkesin çok ağlayacağını söylediği rivayet edilir ve etrafındakilerin de onunla alay ettiği... Mayakovski, kendisiyle alay edenlerle ödeşti ertesi gün.

MAYAKOVSKİ'NİN ÖLÜMÜ

Başına silahı dayadı ve bir Rus ruleti sonucunda kendini vurdu. Tek başına oynamıştı, oyunun sonucu başından belliydi, sonuç da kendisi kadar 'tek’ti.

Bir zamanlar Sergey Yesenin’e intihar ettiği için müthiş bir kızgınlık duyan Mayakovski, ona yazdığına benzer biçimde “ölümü bir tebeşir gibi yanaklarına sürerken" başından akan kızıl kanlar son şiirinin üzerinde akarak kararmıştı.

”Lili sev beni" diye haykırıyordu son şiirinde...

“Büyük aşkı Lili'ye kavuşamadığı için" dediler... Ya da “devrimden dolayı yaşadığı büyük hayal kırıklığı"...

1945 yılında açılan arşivlerden elde edilen bilgilere dayanarak ”cinayet" diyenler de oldu...

Bir şaire yaraşır bir ölümdü o belki, ölürken bile anlatarak, ölürken bile susmayarak, ölürken bile haykırarak! “

HEPİNİZE

Hepinize... Ölüyorum, ama kimseyi suçlamayın bu yüzden. Dedikodu etmeyin. Merhum nefret ederdi bundan.

Anneciğim, bacılarım, yoldaşlarım; bağışlayın beni, iş değil bu (kimseye de salık vermem), ama başka bir çıkar yol da kalmamıştı benim için.

Lili, sev beni.

Hükümet yoldaş, ailem şu kişilerdendir: Lili Brik, annem, bacılarım ve Veronica Vitoldovna Polonskaya. Geçimlerini  sağlarsan ne mutlu bana. Bitmemiş şiirleri Brik’lere verin, bulunursa.

İş işten geçmiş ola

 derler ya hani, günlük yaşamın akıntısına çarparak
                                                                                parçalandı
                                                                                        aşk teknesi de.

Yaşamaktan alacağım ne kaldı ki?
Artık anımsamak boşuna
acıları,
           felâketleri,
                        karşılıklı haksızlıkları.

Sizler mutlu yaşayın yeter.

Cana Yalçın
Gerçek Edebiyat

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)