Son Dakika



6 Şubat 2023 günü gerçekleşen ve büyük yıkımlara yol açan depremlerde yaşanan, daha uzun yıllar da yaşanabilecek olan ekolojik, bireysel, toplumsal, ekonomik sorunlar giderek gündemden düştü.  Siz bu süreçte tartışmaların gerektiğince boyutlandırılabildiğini, yol açıcı olduğunu düşünebiliyor musunuz? Ne yazık ki, başta AFAD olmak üzere özellikle ilgili kamu kuruluşlarının yanı sıra Kızılay’ın sergilediği akıl almaz aymazlıklar, yetersizlikler, yanlışlıklar yapılması gereken tartışmaların önüne geçti. Bunlara bir de kitle iletişim araçlarının bölünmüşlüğü eklenince düşünsel ve duygusal dünyamız da yıkılan, zarar gören yapılar gibi çöktü. Aradan üç aya yakın bir zaman geçti; çoğumuzun beleğin kala kala o günlerde duyumsadığımız acılar kaldı. Yardıma yetişmekte gönüllü bireyler ile kuruluşlar denli bile yapıcı olamayan siyasal iktidar ise içine düştüğü şaşkınlık ve çaresizlik durumundan çıkar çıkmaz en iyi bildiği (!) yola başvurdu: İnşaat !  Bir yandan içinde cansız bedenler ile suç kanıtı olabilecek belgelerin de bulunduğu yıkıntıları “yangından mal kaçırırcasına” kaldırırken bir yandan da “kaşla göz arasında” yeni yapılaşma alanlarını belirleyip ihaleler açtı. Öyle ki, bunları bile yaparken aklına ilk gelen aklına ilk gelen verimli bitkisel üretim arazileri, otlaklar ile “devlet ormanı” sayılan yerler geldi; tam bir fırsatçılık ! Onca uyarıya, yakınmaya, hukuksal düzenlemeye karşın yıkıntıları olabilecek en sakıncalı biçimde kaldırma çabasına girdi. Tüm bunlar yapılırken yöredeki yurttaşlarımızın ağırlıkla barınma, daha az olmak üzere beslenme sorunlarına odaklanıldı. Bedensel ve ruhsal sağlıkları ise gerektiğince önemsenmedi; bu alan da neredeyse tümüyle gönüllü kişiler ile kuruluşlara bırakıldı. Sonuç:

En az 50-60 bin can yitimi, genciyle, yaşlısıyla, çocuğuyla, hastası ve özürlüsüyle bedensel ve ruhsal olarak çökmüş milyonlarca insan;

ne zaman, hangi kaynaklarla nasıl onarılabileceği belirsiz bir ekonomik yapı;

niteliği ile boyutları daha sonra ve yavaş yavaş ortaya çıkabilecek çevre sorunları… 

nerede, ne zaman, nasıl sorunlarının yanıtlanmadığı vaatler vaatler vaatler…

Peki ya bunca yıkımın, nedenlerinin çok boyutlu ama bütüncül olarak sorgulanması bir yana bundan sonra yapılacaklara, yapılması gerekenlere ilişkin planlar, projeler? Özellikle planlamadan hemen  hemen hiç söz edilmiyor ! Fiziksel yıkımların onarımı görece kolay; er ya da geç üstesinden gelinebilir, gelinecektir de zaten. Bu, her şeyden önce sermaye birikiminin “sürdürülebilirliği” için gerekli çünkü. Ancak ya yöre, yanı sıra, yöre dışındaki insanların bedensel, özellikle de ruhsal sağaltımı?

Siyasal iktidarın “başarısı”…

Bilirsiniz; sınıf egemenliğinin, başka bir söyleyişle, siyasal iktidar olabilmenin, daha önemlisi iktidarda kalabilmenin öncelikli koşullarından birisi de toplumun istenen doğrultuda güdülenebilmesi, yönlendirilebilmesidir. Siyasal iktidar toplumsal yaşamın hemen hemen her alanını yoğurup büyük ölçüde istediğince biçimlendirebilmiştir; ki kendince önemli bir “başarısı” da budur bence: Sorunları uygun gördüğü biçimde tek boyuta indirgemesi, biçimlendirip kullanması, giderek gündemden çıkarması… Doğrusu, karşıt görünümlü kişi ve kuruluşlar da yaptıkları ve yapmadıkları ya da gerektiği gibi yapamadıklarıyla siyasal iktidarın “işini” büyük ölçüde kolaylaştırmıştır. Bakmayın siz önderinin 2021 yılında

“İktidarlarımız döneminde en çok hayıflandığım hususlardan birinin kültür alanında arzu ettiğimiz gelişmeyi gösterememek olduğunu söylüyorum.”

demesine; siyasal iktidar kültür alanında da kendisi için önemli “gelişmeler” sağlayabilmiştir bence. Sözgelimi;

delicesine yarışmacılık kültürü her alanda yaygınlaşmış;

bencillik ile gösteriş temelli biçimselleşmiş ve rastlantısal dayanışmacılık övgüye değer bir tutum sayılmış;

kamunun, bu kapsamda devletin sorumlulukları göz ardı edilir olmuştur.

Kuşkusuz, dünyada ve ülkemizdeki neoliberal yönelimler de siyasal iktidara bu doğrultuda önemli kolaylıklar sağlamıştır.

Böylesi bir kültürel ve siyasal evrende her türlü yıkımın yalnızca sayısal büyüklüğünün öne çıkarılmış olmasına hiç de şaşırmamak gerekiyor. Görünüşe bakılırsa, kimse de pek şaşırmıyor zaten. Son olmasını dilediğimiz depremlerin yol açtığı yıkımların özellikle insanlık boyutunun bu denli kısa sürede ikincilleşmesinin ancak bu bütünsellik içinde açıklanabileceğini düşünüyorum. Daha gerçekçi ekolojik, ekonomik, fiziksel, insanlık onarım politikalarının geliştirilip yaşama geçirilebilmesi için böylesi açıklamaları gerekli görüyorum.

Sorun nedir?

27 Şubat 2023 günü paylaşıma sunduğum “ ‘Asrın Felaketinin’ Yol Açtığı Yalnızca Yıkımların Büyüklüğü müdür?” başlıklı “…Sessiz Tartışmalar”da şöyle bir değerlendirme yapmıştım:

“Başta Sayın Prof.Dr. Naci Görür olmak üzere ilgili bilim insanları ile meslek örgütlerince dillendirildiği gibi;

başta Adana ile Malatya (Ovacık ve Nazimiye-Karakoçan fayları üzerinde) olmak üzere ülkemiz yüzeyinin %70’ini oluşturan bir kesiminde, yakın zamanda büyük depremlerin yaşanması olasıdır

“İstanbul depremi” olarak anılan büyük deprem için artık sayılı günler kalmıştır !

Kısacası, her büyük deprem yıkımlarından sonra anımsandığı gibi, “ülkemiz deprem ülkesidir”! Bu,  bu savı öne sürenlerin içtenliğine ve birikim düzeyine bağlılıklarına göre doğurgan bir söylemdir bence. Çünkü bu söylemden hareketle, sözgelimi

“deprem odaklı birey”,

“deprem odaklı toplum”,

“deprem odaklı kamu yönetimi ve devlet yapılanması”,

“deprem odaklı eğitim, öğretim, kültürlenme”

“deprem odaklı sağlık”,

“deprem odaklı ekonomi”,

“deprem odaklı yerleşme,

“deprem odaklı iletişim”

“deprem odaklı ulaşım”

vb başlıkların açılıp içlerinin doldurulması; “nasıl” sorusunun yanıtlanması sürecindeyse her alanın birbiriyle etkileşim içinde ele alınması gerekiyor.”

Kısacası, artık yapılması gereken yalnızca “deprem bölgesinde” değil, ülke genelinde “deprem odaklı” bir yaşama biçiminin tasarlanması ve yaşama geçirilmesidir. Açıktır ki, bu gereğin yerine getirilebilmesi öncelikle yaşam felsefesinde köktenci değişikliklerin yapılmasını zorunlu kılıyor. İşte böyle düşündüğüm içindir ki Bülent Ortaçgil’in ünlü “Olmalı mı olmamalı mı” başlıklı şarkısı şu sıralar bana daha anlamlı geliyor:

Olmalı mı olmamalı mı
Yoksa hiç değişmemeli mi
Ama ben değişmezsem,
Ben olamam ki  

Görmeli mi görmemeli mi
Yoksa hiç bakınmamalı mı
Ama ben bakınmazsam,
Hiç göremem ki  

Sevmeli mi sevmemeli mi
Yoksa hiç beğenmemeli mi
Ama ben beğenmezsem,
Hiç konuşmam ki  

Bilmeli mi bilmemeli mi
Yoksa hiç öğrenmemeli mi
Ama ben öğrenmezsem,
Hiç olamam ki

“Olabilir”, “görebilir”, “konuşabilir” miyiz sizce?

Evet; yaşanan tüm olumsuzluklara karşın “olabilir, görebilir konuşabiliriz” bence; “kararmasın yeter ki sol memenin altındaki cevahir” !

Şimdi bu önerme karşısında; “ne alaka?” demiyorsunuzdur umarım

Sanat, özellikle de yazın en iyi sağaltıcılardan birisi olabilir bence…

“Depremin açtığı yaralar geniş ve derindir. Kapanması, uzun ve şifalı bir yolculuk gerektirir. Bu yolda en büyük arkadaş sanat olacaktır.”

(Hasan Erkek; 20211)

Toplumların, ülkelerin, kısacası insanlığın “ortak” sayılabilecek hüzünlere, acılara yol açan yıkımlar çoğu zaman sanatsal etkinliklere de yansımıştır. Yalnızca yıkımlar mı, değil kuşkusuz: Onlarca, yüzlerce yıl öncesinin bireysel, sınıfsal, ülkesel erinçlerini günümüzde de duyumsayabiliyorsak eğer buna sanatsal verimlerin katkısı yadsınabilir mi? Bu gerçekten hareketle diyorum ki, özellikle salgın hastalıklar ile yer sarsıntıları gibi görece daha büyük ve yaygın yıkımlara yol açabilen oluşumların birey, giderek toplum üzerindeki etkilerini en iyi ağıtlarda, şiirlerde, öyküler ile romanlarda duyumsayabiliyoruz. Örneğin, pek ayırdında olunmasa da;

Giovanni Boccacio’nun “Decameron Hikâyeleri” (1351), Heinrich von Kleist’ın “Şili Depremi” (1807), Albert Camus'nün “Veba” (1947), Jack London’ın “Kızıl Veba” (1912), Gabriel Garcia Marquez’in “Kolera Günlerinde Aşk” (1985), Orhan Pamuk’un “Veba Geceleri” (2021) başlıklı romanları

Sümmani’nin 1893 Erzurum Tortum, Tevfik Fikret’in 1895 İstanbul, Âşık Veysel’in 1939 Erzincan depremi, Nazım Hikmet’in “Kara Haber” (1940), Rıfat Ilgaz’ın “Tosya Zelzelesi” (1943)2, Bekir Sıtkı Erdoğan’ın “Zelzele” (1967), Afife Kalender’in “Ayyy ay, ay sallanıyor!” (2001)3 başlıklı şiirleri; 

Viyana’daki “Veba Anıtı”, Çin’in Sichuan Eyaleti’ndeki Ulusal Deprem Anıtı ve Müzesi, Uruguay’daki “Dünya Salgın Anıtı”, ülkemizdeyse Yalova, Bolu ve İzmir’deki deprem anıtları

vb verimlerin insanların olumlu anlamıyla insanlaşmasına katkısını yadsınabilir mi?*

Ağıt, türkü “yakma”, söylenceler anlatma gibi acıyı, hüznü, seviyi ortaklaştırabilmenin en etkin yöntemini geliştirebilmiş kültürel bir gelenekten geliyoruz. Şimdilerde bu gelenek neden günümüzün gerçeklerine uyarlanamasın ki?

Amaaaa…

Ülkemizdeki deprem gerçeğinin bölgeselleştirilebilecek, yöreselleştirilebilecek nitelikte olmadığını düşünüyor; tartışmaların bu temelde yürütülmesini, çoğunlukla yapılaşma boyutuna indirgenmesini, deyim yerindeyse “fena halde” yadırgıyorum. Üstelik bu düşünce ve kaygım yalnızca depremlerle sınırlı değil; artık daha sık gündeme gelebilecek salgın hastalıkların, su taşkın ve baskınlarının, kuraklıklar ile orman yangınlarının yol açabileceği büyük yıkımlara da ilişkindir. Böylesi yaklaşımlarda tüm varlığıyla insan ya hiç yok ya da pek azında yaşantımızın ancak “kenar süsü” olarak var. Neden böyle yapıldığını düşünüyor ama bir yanıt bulamıyorum. Bunun bir nedeni de kolaycılık ya da bilisizlik yahut “acıyı bal eyleme” geleneğinin günümüzde bile aşılamaması olabilir mi acaba? Bilemiyorum doğrusu. Bu yalnızca benim yanıtlayamadığım bir soru değilse eğer, öncelikle bu sorunun bireysel yanı sıra örgütsel olarak yanıtlanmasına yönelik çabalara girilmesini öneriyorum. Böylesi çabalara girilebilirse eğer karşılaşılabilecek yoksunlukların ya da yetersizliklerin başında acıların, hüzünlerin, sevinçlerin gerektiğince toplumsallaştırılamaması geleceğine inanıyorum. Bana sorarsanız, bunun nedenlerinden birisi de sanatsal verimleri toplumla gerektiğince buluşamamasıdır –“halka inememesidir”?- Sözgelimi; iletişim ve erişim olanaklarının bu denli geliştiği, daha da gelişeceği günümüzde sanatsal verimler neden hemen hemen yalnızca salonlara, dergilere, kitaplara, internet ortamlarına tutsak kılınıyor, anlayamıyorum.

***

Bu nedenle diyorum ki; sanatsal, bu kapsamda yazınsal verimler olabildiğince toplumsallaştırılmalı; bu amaçla çok daha etkin yaklaşımlar, söylemler; kısacası uygun araçlar ve teknikler hem geliştirilmeli hem çeşitlendirilmeli hem de yaygın olarak kullanılması özendirilmelidir. Ben, devletin yanı sıra özellikle yerel yönetimler ile gönüllü kişiler ve kuruluşların, meslek örgütlerinin bu alanda da yaşamsal önemde işlevler görebileceğini düşünüyorum.

Yanılıyor muyum sizce?


* İletişi: ormanlarindelisi@gmail.com

* Çok daha varsıl örneklere, PEN Yazarlar Derneği’nin Alpay Kabaçalı tarafından derlenen ve 1999 yılında Cumhuriyet Kitapları arasında çıkan “Ay Sallanıyor Pen’in Deprem Kitabı”ndan ulaşabilirsiniz. Ek olarak, daha güncel değinileri ise Hece Dergisi’nin Nisan 2023 sayısındaki “Deprem” konulu dosyasında bulabilirsiniz. Dergideki özellikle düşüninsanı Ahmet İnam’la yapılan ““‘Edebiyat şahitlik eder’ başlıklı söyleşiyi bir de bu bağlamdaki değinilerle birlikte okumanızı öneriyorum.


1 Hasan Erkek; ““Deprem ve Sanat”, https://www.sanatlayasam.net/hasan-erkek-yazdi-deprem-ve-sanat/; 20 Şubat 2023; Erişim 6 Mayıs 2023.:

2 Öner Yağcı; “Deprem Şiirleri”, Kaynak: https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/oner-yagci/deprem-siirleri-2050570?ysclid=lh94r42rgo56269779; 11 Şubat 2023; Erişim 6 Mayıs 2023.

3 Samed Karagöz, “Deprem ve sanat”, Kaynak: https://www.milliyet.com.tr/yazarlar/samed-karagoz/deprem-ve-sanat-6915381?sessionid=2; 12 Mart 2023, Erişim 7 Mayıs 2023

Yücel Çağlar
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)