Dekameron’la Rönesans’a merhaba
Doğu Roma’ya yeni başkent için ilk seçilen yer Troya’dır. Plan yapılmış, temel de atılmıştır.
Bizans, Hristiyanlığa bir başkent yaratma düşüdür. Ancak Virjil’den el alıp kendi mitolojik geçmişiyle de buluşarak. Buluşacağı ilk yer Troya, ilk kişi de Troyalı Aeneis olacaktır elbet. Nitekim Doğu Roma’ya yeni başkent için ilk seçilen yer Troya’dır. Plan yapılmış, temel de atılmıştır. Ancak İstanbul’un ulaşım kolaylığı, doğasının ve ikliminin güzelliği ve çekiciliği ağır basınca Troya’dan vazgeçilir. Yeni başkent İstanbul’dur. Roma’nın Hıristiyanlığa özgürlük tanınmasından, 313’ten 82 yıl sonra. Çin İmparatorluğu’ndan sonra, Bizans imparatorluğu, dünyanın en uzun soluklu (395-1453) ikinci imparatorluğudur. Kuşkusuz bir ortaçağ imparatorluğudur. Ortaçağın o katı, skolastik imparatorluğu; “Anlamadığım için inanıyorum.” diyenlerin… Bu katı, ödünsüz inanç dünyası, XIV. yüzyıla kadar kesintisiz sürmüştür Bu yüzyılda, “Platon ve Aristo’yla boşuna vakit geçirmişiz!” diyenlerin sesi duyulmaya başlamıştır. Ama Bizans’ta değil elbet. İstanbul’un fethinin, insanlığın en büyük uyanışlarından biri olan Rönesans’a yol açtığı yazılır söylenir. Ancak bu sav, Batı dayanışmasını desteklemekten, Bizans’ın başına gelenle sarsılmak ve anısına sahip çıkmaktan öte bir anlam taşımaz. Bir de Helen “megali idea”sını sahiplenip yaşatmaktan öte… Rönesans, “uyanış”tır, “yeniden doğuş”tur; doğaya dönüş, özgürlük arayışıdır. Aklın, karanlıktan aydınlığa çıkışıdır. Birey olma düşüdür. Biçimlenen bireyci insandır. İnsanın, kentin, yeni yeni uç veren ulusun kendini bulma, bulup da tanıma arayışıdır. Özgünlük ve estetik kaygı, bu arayışın olmazsa olmazlarıdır. Bunu, Bizans’tan el alarak gerçekleştirmesi olası değildir. Çünkü Bizans dağılmış, savrulmuş bir durumdadır. Evet, o fetih günlerinde bile, Bizans’ta sanat, o arayış ve kaygıların hepsine kapalıdır. Hâlâ dini anlatmaya bir yararı olan sanat değerlidir. Özetle Bizans’ın, Ortodoks yaşamın özeğinden, Rönesans coğrafyasına, ikonlarından başka götüreceği bir şeyi yoktur; o değerde bir birikime de… Kimdir, o ressam, heykeltıraş, düşün ve bilim adamları, bir bilen var mı? Ancak 1215’te Magna Carta’yla o ufkun çoktan açıldığı; Bizans’la değil de M. Polo ve K. Kolomb’la o arayışa ivme kazandırıldığı bir gerçektir. Göksel yükseliş, yani Gotik estetik Bizans’tan, 1453’ten. çok önce başlamıştır. Dinsel öğelerin, örgelerin ağırlığına karşın, o çığır çoktan açılmıştır. Giotto, Ghiberti, Fra Angelica yeni bir soluk getirmişlerdir. Hem de Leonardo Da Vinci, Michelangelo, Raffaello, Carravaggio, El Greco’dan çok daha önce. O arayışı, Kuşadası’ndaki Leonardo Da Vinci Aletleri Sergisi’nde de tanık olmuş, o arayışa imrenmiş, hayran kalmıştım. Heykelde ve mimaride de görülür o uyanış G. Pisano, Donatello, Brunelleschi, L. B. Alberti ile… Eğer Rönesans ile Bizans ve Helen arasında mutlaka bir ilişki kurulacaksa, bu ancak El Greco üzerinden kurulabilir. O da ikonla çağdaş resmi az çok buluşturduğu, Kübizm’e kapı araladığı için. El Greco, Giritli bir Helen’dir; dahası Girit’in Helenliği de farklı bir Helenliktir. Bu birikim, 16. yüzyılda zirvesine ulaşır. Floransa özekli o yüksek Rönesans’ı yaratır. Yankısı kısa sürede İtalya’nın dışına ulaşır. Yeni seslerle; Montaigne, Erasmus, F. Bacon, T. More’’larla yeni boyutlar kazanır; o büyük “Ütopya”larla! Ancak şu da bir gerçektir; her yenilik gibi, Rönesans da davul zurnayla karşılanmaz, yenilip içilip sonsuza, enginlere “vira”larla yelken açılmaz. 1600’da Bruno diri diri yakılmış, 1633’te Galileo canını engizisyondan zor kurtarmıştır. Bunları söylemek yetmez. Somutlamak gerekir. Rönesans’ı hazırlayan düşünsel ve yazınsal ürünlerin neler olduğunu görmek, göstermek gerekir. Rönesans kapısını, Ovidus, Virjil gibi yaratıcılarından beslenen Dante, Petrarka, Bokaçyo gibi yazarlar ve şairlerin açtığını… Bu nedenle seçtim Rönesans hümanizminin öncüsü Bokaçyo’nun (Boccaccio) Dekameron’unu (Decamerone). İstanbul’un fethinden tam yüzyıl önce yazılan bir kitabı (1353). Rönesans da Bokaçyo gibi Floransalıdır, Öteki çevirilerin hiçbirine dönüp bakmadan. Çevirmen önemlidir. Dekameron’u Rekin Teksoy’dan okumak ayrı bir keyif. Dekameron, “on günlük işler” anlamını taşır. Dekameron, 1348’ deki veba nedeniyle Floransa’dan Toskana kırlarına kaçan gençlerin iki haftalık öyküsüdür. Yedi genç kadınla üç delikanlının. Her gün on öykü anlatırlar, on günde yüz öykü; hafta sonları da gezip tozarlar. O yedi kızdan biri, Bokaçyo’nun sevgilisi Fiammetta’dır ya da Bokaçyo o eski sevgilinin anısını yaşatmaktadır. Bir günde anlatılacak o on öykünün konusunu, o günün kral ya da kraliçesi kimse, o belirler: Mutluluklar, kadın erkek ilişkileri, gönül yaraları, yerinde verilen taşı gediğine koyan yanıtlar, çıkarcı din adamları, örnek alınacak kahramanlar ve kahramanlıklar… Her günün sonunda bir şarkı söylenir. O on şarkı, anonim değil, Bokaçyo’nun lirik şiirleridir. I. Gün 6. Öykü: Her yerde zengin yolu gözleyen, altın sever papazlar vardır. Aquilo da onlardan biri. “İsa’nın içeceği güzellikte şarabım var.” diyen bir zengini, hemen İsa’yı “akşamcı” yapmakla suçlayan odur. Suçtan arınmanın yolu basit: Aquilo’yu, altın yağıyla ovmak, altın işlemeli giysilerle donatmak… Zengin gereğini yerine getirir, yeri de sofraların başköşesidir artık. Tabii ki cümle alem içinde Aquilo da şu soruyu hak eder: İsa’nın “Bir verin ki, size yüz versinler.” buyruğu doğruysa, siz yoksullara, sadece çorba dağıtıyorsunuz, o halde sizin de çorba selinde boğulmanız gerekmiyor mu? [O iki yüzlü din ticareti, hâlâ sürüyor. Umarım, biz de bir gün Rönesans’ı yaşarız!] III. Gün 1. Öykü: Genç bir kadın, manastıra kapatılıp rahibe olunca kadınlığını unutmaz elbet. Ama inanç bunu sorgulamaz. Halkın inancı sağlam ve kavidir. Masetto, dilsiz rolü yapıp dokuz rahibeli bir manastıra işçi olarak girmeyi başarır. “Bir kadın yedi şey istese, altısının ne olduğunu kendisi de bilmez.” derler. Dilsiz sandıkları Masetto’nun yanında her şeyi konuşurlar. En çok da öteki kadınların yaşadığı zevki nasıl da merak ettiklerini. İkisi, birbirinin sırdaşı ve gözcüsü olup bir kulübede bu meraklarını giderirler. Durumu fark eden öteki rahibeler de kaçırmazlar bu keyifli kaçamağı. Yaptığı işten epeyce yorgun, sere serpe yatan Masetto’yu gören başrahibe de geri kalmaz ötekilerden. Gün gelir, Masetto dokuzuyla baş edemeyeceğini anlar ve konuşur. Çare hemen bulunur. Halka, bir mucizenin gerçekleştiği, Masetto’nun dilinin çözüldüğü açıklanır. Böylece rahibelerin kutsiyeti daha da artar. Masetto, işçilikten kahyalığa terfi eder. Rahibeler bu arada birçok çocuk doğurur. Onu da gizlemeyi başarırlar. Masetto, yaşlı bir adam olarak köyüne dönerken zengindir artık. Yorumu da nettir: İsa’nın kendisini boynuzlayanlara verdiği destek sonsuzdur. [Doğaya ve doğal olana aykırı bir din, tartışılmasa da böylesine ironik ve dramatiktir.] III. Gün 3. Öykü: Akıllı, soylu bir kadın, zengin, göbekli bir dokumacıyla evlendirilir. Ama gözü, başka bir yakışıklıdadır. Kadın, saf papazı, amacına uygun kullanmayı bilir. Günah çıkarma bahanesiyle gidip “peşimde koşuyor” deyip papazdan kendisine yardımcı olmasını ister. Hiçbir şeyden habersiz yakışıklı adam, papazın kendini çağırıp uyarmasıyla, kadının niyetini anlar. Soluğu kadının sokağında alır. Kadın, papaza tekrar gider, yeni yalanlarla alevi daha da harlandırır. Gözyaşlarıyla, bir bohçacıyla bunları bana göndermiş dediği kese ve kemer, aslında papazın adama ulaştırmasını istediği kendi hediyeleridir. Adam artık kadının penceresinin altındadır. Kocası Cenova’ya gidince kadın, papaza bir kez daha gider, adamın evine nereden girdiğini, kendisini nasıl taciz ettiğini utana sıkıla, ağlaya sızlaya anlatır. Aslında papaz aracılığıyla adamın neyi nasıl yapması gerektiğini söylemektedir. Bunca ayrıntılı reçeteden sonra adam da kadın da o aşk sancısından kurtulup deva bulurlar. (Saf din adamlarının alıkça kullanılmaları, her çağın deva bulmaz hastalığıdır. Veba gelip geçmiştir, bu alıklık virüsüne hâlâ bir çare bulunabilmiş değildir.] IV. Gün 1. Öykü: Salerno Prensi, kızı Ghismon’u o denli çok seviyordu ki, evlenme çağındaki kızını yıllarca kimselere yakıştıramadı. Sonunda bir dük oğluyla evlendirdi, ama bu evlilik uzun sürmedi. Baba evine dönen geç güzel ve bilgili kız bir gün bir halk çocuğu olan Guiscardo’yu sevdi. Kız, babasının onuruna halel gelmesin diye onunla konağın unutulmuş bir mahzeninde buluşuyor sonra da odasına çıkıp sevişiyordu. Bir gün prens, her şeyi gördü. Bunu, karnını doyurduğu birinin ihaneti, namusunun lekelenmesi olarak algıladı. Ghismon da inkâra kalkışmadı. Yalvarıp yakarmadı; sevgisine, seçimine sahip çıktı. Kadınlığının ve gençliğinin hakkını savundu. Sevgiyi duyma ve yaşamada eşit olduklarını savundu. İnsanların yoksul bırakılmalarının suçunun soylular olduğunu, erdemin soyluluktan önemli olduğunu söyledi. Ghismon’un bu kararlı duruşuna karşın, prens, Guiscardo’yu öldürttü; kalbini altın bir kupayla kızına göndertti. Ghismon, hazırlıklıydı; “Böyle bir kalbe, ancak böyle bir kupa yaraşırdı.” deyip kalbi öptü. Önce gözyaşlarını, sonra zehri kupaya boşaltı. O zehri içip kalbi bağrına basıp yatağına çekildi. Gelen babasına vaadi, Guiscardo ile birlikte gömülmekti. [Nice aşk öyküsünden daha etkileyici ve soylu değil mi? Doğu’nun aşk öykülerinden çok farklı değil mi? Özellikle kadınlığın ve gençliğin hakkını savunurken. Soyluluk sorgulanırken… Erdemi dillerine pelesenk eden dinlerin açmazı bundan daha iyi sigaya çekilebilir mi? Boticelli’ye, Venüs’ü bir midyeden doğurtan işte budur!] IV. Gün 2. Öykü: Berta della Massa bir üçkâğıtçı. Girmediği kılık yok. Bu öyküde Papaz Alberto. Tüccar karısı Lisetta, cennetlik güzelliğiyle övünen tam bir salak. (Günah Köprüsü’nü, Kazanova’yı ben de bilirim.) Her kötülüğe kucak açan Venedik, Alberto’ya da açıyor. Lisetta, sahtekâr papaza günah çıkartırken yine güzelliğinin övgüsüyle açılıp saçılmıştır. Papazlar da böylesi salakların günahlarını bağışlatmayı pek severler. Daha çok da kendi uygun gördükleri ortamlarda. Papaz, vakit geçirmeden, Lisetta’nın evindedir. Cebrail’in Lisetta’yı çok sevdiği, kendisine gelmek istediği yalanıyla. Lisetta, bir insan kılığında da olsa, Cebral’in kendisine gelecek olmasına çok sevinir. Artık Alberto o günden sonra, harmaniyesine sarılı bir melek kılığıyla her gece Lisetta’nın evinde ve yatağındadır. Cak cak Lisetta, çenesini tutamaz; bir gün Cebrail’in sevgilisi olduğunu, o işte, kocasından çok daha iyi olduğunu bir arkadaşına söyleyiverir. Üç güne bunu, Venedik’te duymayan kimse kalmaz. Kayınları da duyar, gecenin bir vakti kapıya dayanırlar. Alberto kendini kanala zor atar. Bilmediği yaşlı bir adamın evine sığınmak zorunda kalır. Yaşlı adam yapacağını yapar. Lisetta’nın kayınlarından da elli duka altını da kapan yaşlı adam, kendisini evden kaçıracağını söyleyerek bedenini önce güzelce bala bular. Tüyler yapıştırır, yüzüne bir maske takar; Alberto’yu boynu zincirli bir ayı kılığında Rialto Köprüsü’nden San Marco Meydanı’na getirir. O Alberto, yuhlamalar, küfürler arasında zindanı da boylar. [Cenneti kendi mülkleri gören o ikiyüzlü din adamlarının kökü hâlâ kurumadı. Son tarifesi bizim Fetullah Gülen, Kahtalı Raşit, Cüppeli Ahmet’lerden!...] VI. Gün 5. Öykü: Giotto, ünlü bir ressam, Barocini Ailesi’nden F.Forese ünlü bir hukukçudur. İkisinin da Mugello’da yazlıkları vardır. Hafta sonu tatilini birlikte geçirirler, Floransa’ya dönerlerken yağmura yakalanırlar. Sırılsıklam yol üstündeki bir eve sığınırlar. Bir süre sonra yoksul rençberin bulduğu eski harmaniye ve şapkalarla tekrar yola çıkarlar. F.Forese, Giotto’ya bakıp bakıp “Ne dersin Giotto, şimdi karşımıza seni hiç tanımayan biri çıkacak olsa, senin dünyanın en iyi ressamı olduğuna inanır mı hiç?” diye takılır. Giotto, hemen karşılık verir: “İnanır mısınız messere, size de bakıp alfabeyi sökmüş olduğunuza inanır.” (sayfa 521) [Atılan her taş, düştüğü yerde kalmıyor. Sanatçı duyarlığı, atılanı bumeranga dönüştürmeyi bilir. Rönesans’a açılan kapıya bir uyarı yazmak gerekse, o da “Sanatçıya Saygı” olurdu muhakkak.] Bu öyküyü bir sonraki öykü tamamlıyor bir bakıma. “Yüce Tanrı, Barocini ailesini daha resim yapmayı yeni öğrenirken yaratmıştı. Öbür insanları ise resim yapmayı öğrendikten sonra.” tümceleri, birini “cahil” ve “çirkin” olarak nitelemenin bir başka yolu değil midir? VI. Gün 5. Öykü: Bizim tebliğci seyyar hocalar gibi, Keşiş Cipolla’nın yolu, yılda bir kez Certaldo’ya düşer. Bu kez halka, Meryem’i hamile bırakan Cebrail’in, Nasıra yolunda düşürdüğü tüyü getirmiştir. Halk kilisenin bahçesini hınca hınç doldurmuştur. Ne var ki uşak Guccio, hanın aşçısı Nuta ile cilveleşirken, keşişin arkadaşları, Cipollo’ya bir oyun oynamışlar, tüyü alıp kutunun içine kömür doldurmuşlardır. Durumdan habersiz Cipolla, halkın önünde kutuyu açar açmaz, kutuların karıştığını söyleyip lafın belini getire getire konuyu çarçabuk bir güzel değiştirir. Soytaristan dahil, gezip tozduğu, kutsal emanet bulunan yerlerden söz eder. Elindeki kömürün, Lorenzo’nun yakıldığı ateşten kalan kömürün bir parçası olduğunu söyler. Şayet bu kömürle giysilerinizi çizerseniz bu yıl yangın yüzü görmeyeceksiniz, der. Lorenzo’nun ruhuna okunan toplu gösterisini bitirir. [İnanmaya hazır kitleler, her şeye inanmaya, her şeyi yapmaya hazırdır. Soytaristan bile kutsaldır onlar için. Herkes, Keşiş Cipolla’ları dinlemeye ve itaate hazırdır. Kutsal emanetler, sorgulanmaz, tartışılmaz. Meryem’e aşık Cebrail’in tüyü ile ermiş Lorenzo’yu yakan ateşin kömürleri de…] VIII. Gün 5. Öykü: San Lepidio bir ceza yargıcıdır. Ekibiyle birlikte kent dışından ithal. Tepeden tırnağa her şeyi dökülen, paçalı donlu, bir sünepe. Görenlerin bakıp bakıp güldüğü!... Oturduğu kürsünün altındaki tahta da delik. Kentin kafadarları ona bir oyun oynamaya karar verirler. Birbirinden şikâyetçi iki kafadar duruşmada, sözüm ona bir kavgaya tutuşur. Yargıç, duruma hakim olmak için ayağa kalktığında, öteki iki kafadar alttan paçalı donu aşağı çekiverir. Kral değilse bile, yargıç çıplaktır artık! [Evet, bir makama oturacaklar, o makamın hakkına layık olmalı; kentin kültür dokusuna ters düşmemelidir. Liyakat deyip liyakat işitenler bu öyküden haberdarlar mıdır bilmem.] VIII. Gün 8. Öykü: Siena gibi antika bir öykü. Spinelleccio ve Zeppa, yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen hem dükkân hem ev komşusu Sienalı iki genç. Ne var ki Spinelleccio’nun gözü hep Zeppa’da. Onun evde olmadığı günleri, saatleri kolluyor; soluğu Zeppa’nın evinde, onun yatak odasında alıyor. Ama olan oluyor, yine sevişme gününde, evde olmadığını sandıkları o Zeppa, her şeyi görüyor. Zeppa, her şeyi ayrıntısıyla karısına anlatıp işi, dediğim her şeyi yapacaksın noktasına getiriyor. Kadının inkâr edecek hali yok, büyük bir korkuyla söylenen her şeyi eksiksiz yapıyor. Kocasının isteğiyle önce Spinelleccio’yu eve çağırıyor. Zeppa kapıyı çalar çalmaz, söyleneni yapıp onu sandığa kapatıp kilitliyor. Sonra pencereden komşu kadına seslenip onu eve çağırıyor. Komşu kadını sandıklı odaya alıp, kendisi mutfağa çekiliyor. Zeppa olup biten her şeyi, bütün ayrıntılarıyla komşu kadına anlatıyor. O sandığın üzerinde sevişeceklerini, bunun ödülünün de kendisine sunacağı bir takı olduğunu söylüyor. İki aldatılmış, sandığın üstünde sevda dansının âlâsını yapıyorlar. Sonra giyiniliyor kuşanılıyor ve sandık açılıyor. Kadına vaat edilen takı, sandıktan çıkarılan Spinelleccio’nun ta kendisidir. [Aldatılmışların dayanışması ve intikamıdır. Kısasa kısas, bu kez bastırılmayan o içgüdü. En azından “Bana yâr olmadın, al sana ölüm!” demek yok.] IX. Gün 2. Öykü: Olay, Lombardia’nın ünlü bir kilisesinde yaşanıyor. İsabetta, kilisenin soylu ve güzel rahibesi, Usimbalda da başrahibesi. Bir akrabası, bir gün, yanında bir delikanlıyla İsabetta’yı ziyarete gelir. O gün rahibe ve delikanlı yıldırım aşkıyla gönüllerini birbirlerine kaptırırlar. Gizli buluşmalar ve sevişmeler başlar. Durumu fark eden öteki rahibeler, suçüstü yapıp durumu başrahibeye bildirmeye karar verirler. Bir kısmı İsabetta’nın odasını basarken bir ikisi başrahibe koşar. Ne var ki başrahibenin odasında da sık sık sandık içinde getirttiği bir papaz vardır. Başrahibe alelacele giyinip toplantı salonuna geçer, İsabetta da oraya getirilmiştir. Başrahibe esip gürler, ar namus nutukları atarken, İsabetta’nın dikkatini, başrahibenin başörtüsü çeker. “Önce başörtünüzü bağlayın sonra ne diyecekseniz deyin.” der. Herkes o anda fark eder ki, başrahibenin başörtüsü aceleyle başına geçirdiği papazın donudur. Başrahibe hemen ağız değiştirir, herkesin gönlünce yaşaması gerektiğinden söz etmeye başlar. Bu sözler üzerine ikisinin de koştuğu yer sevgililerinin koynudur. [Din ne yazık ki yüzyılların eskitemediği nalıncı keseridir. O nalın da son biçimini bir türlü bulabilmiş değildir. Yol tarik çok! Yolunu sapıtan sapıtana!...] X. Gün 9. Öykü: Kitabın en güzel fantastik öyküsüdür. Selahattin Eyyubi, Haçlıların hazırlıklarını yerinde görmek için baştan başa Avrupa’yı dolaşmaktadır. Latince konuşan Kıbrıslı bir tacir kılığıyla. Savaş stratejisini bu geziden edindiği izlenimlere göre belirleyecektir. Onu İtalya’da ağırlayanlarda biri, Torello’dur. Selahattin Eyyubi, bu öngörüsünü zaferle taçlandırır. Torello, bu Haçlı seferinin bir neferidir. Pavia’da kendisine insanca davranan Torello, Akka’da esir düşünce, Selahattin Eyyubi ona dostça davranır. Büyü de Ortadoğu’ya yakışır. Binbir Gece Masalları sanki bir kez daha yaşanır. Torello, büyülü bir yatakla Pavia’ya gönderilir; hem de karısı, ellere yâr olmak üzereyken. [Selahattin Eyyubi, horlanıp aşağılanmıyor. Sağduyunun sesiyle emeği yüceltiliyor. Haçlı önyargısını yıkan Rönesans’ın şafağı ağarmak üzeredir.] Altını çizdiğim bir tümce ve düştüğüm notlar da var: VIII. Gün 4. Öykü: “Kadınlar gümüşten olsalardı onlardan para basılamazdı. Çünkü çekiç vuruşuna dayanamazlardı.” VIII. Gün 9. Öykü: Hastalıkların tedavisinde “sidik” önemli rol oynadığından “ördek” tıbbın simgesidir. Evet, yaralı parmağa işemek yararlıdır. Küpte biriktirilen sidikle çamaşırları yıkamak da Roma kültürünün bir parçasıdır. IX. Gün 9. Öykü: Antakya’dan söz edilir. Kocasını dinlemeyen kadının dayakla yola getirilişinden. Kadın dövmek, Ortadoğu kültürünün bir parçasıdır. Kitabın boş bulduğum bir yerine, bir de şu notu düşmüşüm: Kitapta adı geçen “Akaya”, Aka ülkesidir; Helen, Helenistan, Yunanistan değil. Troya’nın torunu Bokaçyo elbette böyle adlandıracaktır. *** Kilisenin, dinin bu denli eleştirilmesi; cinsel yaşamın bu denli irdelenmesi, hatta tiye alınması, Rönesans’a açılan kapının eşiğine geldiğimizi gösterir. O kapıyı açmak için insanın değişmez aptallığına oldukça sıkı bir tokat gerekir. Gerektiğinde “açık saçık” bir tokat. Dekameron’da yapılan budur. Yazgıyla savaşım, yazgıyı yenme kararlılığı!... Yaşam, pişmanlık duymadan, yaşamayı becerme sanatıdır kuşkusuz. İsteklerimiz, erişebileceğimizle sınırlı olursa başarılabilir bu. Dekameron işte bunu anlatır bize, hem de yüz kez. Yalın, akıcı, canlı, ironik bir anlatımla. Evet, bu on gencin tarihe bıraktıkları en önemli not, dolaysız / dolaylamasız şudur: Vebadır Rönesans’ı doğuran. Neden mi? Dinin ve duanın yetersizliğini kanıtladığı için. Bokaçyo, o yüz öyküyü anlattıktan sonra ne diyor? “Namuslu sözcüklerle anlatılamayacak hiçbir öykü yoktur. Ressamın fırçasına tanınan özgürlük, benim kalemime de tanınmalı. Anlatılanlar dışında başka bir şey yazmadım, yazmamam gerekirdi. Anlatanlar başka şeyler anlatmış olsalardı, ben de daha güzel öyküler yazmış olurdum.” diyor. Biçem (üslup) her sorunu çözer, diyor. Her sanatın özgürlük alanı aynıdır; ahlak namus, töre din adına yazar özgürlüğü sınırlandırılamaz, diyor. Gerçeğe çıkan yol, ben bilirim diyenlerin yolu değildir, diyor. Rönesans da yeni bir biçem kaygısı, statükoya, süregelen duruma isyan, özgürlük ütopyası değil midir? Bu hedeflere varmak için, ben bireyim, diyebilen bir özgüven gerekmez mi? Buna inanıyorsanız, Decameron’u okuyun; Paolo Pasolini’nin Decameron’un Aşk Öyküleri’ni, Hugo Fregonese’nin Decameron Geceleri’ni seyredin!... * Edebiyat Nöbeti, sayı 48, Eylül-Ekim 2023 Tahsin Şimşek
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR