Çözülmeler / Celal Ulusoy
“Ha pu poh yiyenler bu
gece de celmedu da! Kaç cündür telefonda, ‘İşimuz vardur
celemeyuz’ deyup duriyular. İşlerinu da bilmeyu değilum. Bir
Nataşa belasidur çikardilar başumiza bet bereket, rahat huzur
kalmadi ocağimuzda… Hadi ben kartlaştum, pek bir işe yaramayrum
da, pu pizumkisu kart horoz cibi, ortalıkta yumurtlayacak tavuk
arayrur diyelum. Pu poh yiyenin oğli, cül cibu karisu varken ne
deyi dolanayir orda burda, anlamadum ki. Kazandıkları üç kuruş,
onu da Rus karilarina yedurecekler da! “Ben yapacağimu
bileyurum onlara. Siz durun hele bir!..” diye, söylene söylene,
sıkıntıdan gırgırla aldığı yeri tekrar tekrar süpürüyordu
ki, “Nene nene! Dedem nerededur? Hani erken gelip bizimle
oynayacaktı akşam, üç gündür kandırıyor bizi da. Babamız da
yok!..” diyerek eteklerine sarıldı torunları. Arkalarından da,
uyumadığı yaşlı ve kızarmış gözlerinden belli olan gelin
gelmişti. Soran gözlerle baktı kaynanasına. Ne diyebilirdi ki
gelinine, torunlarına? Nataşaların peşinde, deli danalar gibi
koşturmaktan sizi unuttular diyecek hali yoktu ya Fatma ninelerinin.
“İşleru pek çokmuş, gece çok geç celdular, siz çoktan
uyumiştunuz, sabahleyun da erkendan citmeleru gerekiyimuş, kahvaltı
bila yapmadular da” diye bir yalan uyduruverdi hemen. Sonra da
“Hadi ananuz size şöyle tereyağunda, tavuğun g… den yeni
çıkmış birer yumurta pişiriversun da yiyiverun pakalum. Ben
azicuk bir yere kadar cidup celeceyum” derken gelinine de, “Sen
caninu sikma kizum, ben onların hakkından celirum evellallah!”
dedi sakinleştirici bir bakışla.
Emine, Fatma anasının
bakışından anlamıştı demek istediklerini. “Sana da kırayım
iki yumurta da sen de ye, aç gitme ana” diyecekti ki, son anda
vazgeçti. Tamam dercesine, sakince başını salladı. Birbirlerine,
başkalarından gizli bir şey söyleyeceklerse, kaş göz ve
mimikleriyle anlatırlardı meramlarını. Bu yöntemi o kadar
ilerletmişlerdi ki, neredeyse en küçük hareketleri bile bir
cümleyi ifade ediyordu. Bazen de daha fazlasını…
Fatma kadın, darda
kaldığı her durumda olduğu gibi, aynı köyde yaşayan,
çocukluğundan beri sıkıştıkça yardımına koşan Nuri Ağasına
gitmişti. Neler olup bittiğini ondan öğrenmek istiyordu. “Onun
kulağı deliktur, ama ne kadarinu anlatur işte orasinu bilemeyrum;
eniştesinu korur kollar, onunla papaz olmak istemez” diye geçirdi
aklından. Evine vardığında, çocukları ve torunlarıyla birlikte
kahvaltı yapar buldu ağasını. “Hoş celdun bizum kiz, heman sen
de otur sofraya da” dedi geldiğine sevinen Ağası. İmrenerek
baktı buyur ettikleri sofraya. “Ben o işu çoktan cördüm,
sadece çayınizu içerum da” dedi. Canı bir şey yemek
istemiyordu. Zaten çok az yerdi. Önüne konan çaya iki şeker
attı, karıştırırken, “Biz niye böyle bir sofrada
buluşamıyoruz kaç gündür, hatta aydur da” diye düşündü.
“Aha şuradan iki lokma da sen alsaydun, bizum kiz, boğazımdan
geçmeyur da” deyince Ağası, kırmak istemedi ve istemeye
istemeye iki lokma bir şey yedi yalandan. Kahvaltıdan sonra,
Ağası, “Senin bir sikıntun var, pizum kiz, de bağayum nedur
da?” der gibi kardeşine bakınca, Fatma’nın gözleriyle
dışarıyı işaret ettiğini fark etti, “Benumla cel, sana bir
şey cöstereceyum” diyerek ayaklandı. Mevsim bahardı çay
filizleri yeni yeni çıkıyordu. Çaylığa dalarak evden biraz
uzaklaşınca, Fatma anlatmaya başladı derdini. Nuri Ağası
sessizce dinliyordu. “Senin
kulağun delikdur. Ha pu pizum poh yiyenler bir aydur evin yolunu
unuttular da; baba oğul bir gün varlar, iki gün yoklar; iki gün
varlar, üç gün yoklar, biru celur, biru celmez… Ortalıkta bir
nataşa lafidur gideyur. Benu boşver, ben dert etmeyrum da, ne
zamandur gelinimun yüzüne pakamayrum... Ha baa bir anlatsana ne
ediyular bu poh yiyenler. Geceleru nerde kaliyular ne yeyup, ne
içiyular… Sorunca, ‘işimuz çoğaldi, akşamları da
çalışayuruz. Geceleru minibuslar çalişmayinca da mecburen
dükkanlarimuzda yatayuruz’ deyular. Ağa, de baalum bunlar doğri
midur?” Ağası ne diyeceğini
bilemedi önce. Az düşündükten sonra, “Ne deyum saa! Bazilari
doğridur, bazilari yanliştur. Sarp kapisu açildiğundan beridur
sel gibi insan geliyi Gurcistan’dan. Çoğunliğu kadindur;
elllerinde birer çanta, valiz, bir şeyler satiyular yollarda, Rus
pazarlarlarında. Kulağuna celmiştur da; her yere Pazar kuruldu
onlar içın. Ne satiyular dersen, incık, boncuk, kap kacak, süs
eşyalari… Bir sürü dökünti mal. Meraklilari aliyor. Duyduğum
kadariyla gelenlerun arasinda, soylemesi ayiptur, başka türlü
kadinlar da vardur. Onlara da Nataşa deyular.” “Duymişliğum vardır
onlari… Pizim poh yiyenlerun bu Nataşalarla bir ilcisu var midur,
onu soyle baa?” “Valla o kadarını bilemeyrum pizum kiz.
Bilirsun, işim olursa ciderum kazaya, o da haftada bir ıki olayi…
Eniştemizu da, yeğenimizu da işlerinun başinda cörirum her
zaman. Ama geceleru ne ediyular bilemam. Eğer Nataşalarla bir iş
cördüklerundan şüphe ediyosan, işte oni bizum ilçede
yapamazlar, komşu ilçede yapabilurlar ancak.” “Hangi ilçe dedun? “ … ilçesidur da.
Oradaki oteller buluşma yeri olmiş deyular. “De ma!
“Oyledur da! “Demak oyledur ha!”
diyen Fatma, kararını vermişti. “Bana müsaade Ağa” diyerek
hışımla döndü, arkasına bile bakmadan yürüdü. Ağasının,
“Dur hele pizum kiz, acelen nedur? Yel gibi celup, iki laf etmedan
yel gibi gideyisun da!” dediğini duymadı bile. Hem yürüyor, hem
söyleniyordu: “Ula poh yiyenlerun uşaklari! Demek …’deki
otellerde nataşalarla oynaşirsinuz ha. Kazandiğinuz üç kuruşu,
ha bu uşaklarun rizkinu Nataşalara yedirursunuz… Ben size
yapacağimu bilirum. Durun hele siz!” diyerek bir rüzgar gibi
geldi, fırtına gibi girdi eve. Evde kimse yoktu. Gelin ve çocuklar
çaylıkta dolaşıyorlardı. “Bu iyi oldi; çimsa yokken arayayum
şu Kaymakam’i” diyerek doğrudan telefona doğru gitti. “İyi
ki şu telefon denen aletu icat etmuşlar da, biz da almayı akıl
etmişuz. Allah cumlesundan razi olsun!” diyordu, PTT’nin İl
rehberinden … Kaymakamlığının telefonunu ararken.
Rehberden bulduğu
telefonu çevirdi Fatma. Telefon üç kez çaldıktan sonra açıldı.
Karşıdan bir bayan, “Alo, Kaymakamlık santralı. Buyurun
efendim” diye yanıt verdi. Fatma hiç tereddüt etmeden,
“Kizum, ben Kaymakam
Beğla görüşmak isteyrum, bağlar misun?” deyince, Sekreter
tereddütle az durdu. Sonra da, “Teyzeciğim siz kimsiniz, nerden,
niçin arıyorsunuz?” deme ihtiyacı duydu. Neyin nesidir bilmek
isterdi Kaymakam. Fatma’nın acelesi vardı. İçten içe kızsa da
belli etmek istemedi, “Dovlet görevlilerine kizmak olmaz!”
düşüncesiyle alttan aldı. “Kizım ben, … ‘ın
Dereağzı çöyundan arayrum, adım Fatma’dur. Ozel bir şey
diyeceğum da…” Sekreter Kaymakama bilgi
verdi, bağlayıp bağlamama konusunda emirlerini sordu. Kaymakam
merak etmişti; komşu ilçenin bir köyünden bir kadın niçin
aramış olabilirdi? “Önemli olmasa aramazdı; vardır bir
sıkıntısı” diye düşündü. “Bağla bakalım kızım, derdi
neymiş öğrenelim” dedi sekreterine... Bağlantı yapıldı. “Efendim buyurun! Ben …
Kaymakamı, benimle görüşmek istemişsiniz. Sizi dinliyorum.” “Kaymakam Beğ siz
misinuz? Saa bir diyeceğum vardur da.” “Söyleyin, sizi
dinliyorum.” “Sizun oradakı
otelleru nataşalar basmış deyular. Buralarun erkekleru da onlarla
otellerde buluşaymişlar. Kocam ila oğlim olasu poh yiyenler da
oralarda, nataşalarun peşindeymuş. Buna bir hal yolu bulamaymisun.
Ben herifimu, gelinum da iki küçuk uşağiyla kocasinu bekleyi
cünlerdur. Aile heptan perişandur. Elinu ayağinu öpeyum buna bir
çare bul da. Yoksa ben celeceyum o otelleru basmağa da. Ha
puralarda Deli Fatma deyular baa, yaparum da…” “Tamam Fatma Hanım!
Sıkıntınızı çok iyi anlıyorum. Bu konuyla bizzat
ilgileneceğim. Eğer eşiniz ve oğlunuz buralardaysa, kulaklarını
çektiğim gibi, evlerine de göndereceğim. Siz hiç merak etmeyin.
Eşinizin ve oğlunuzun isimleri neydi? Söyler misinuz da? Pardon!
Söyler misiniz?” “Eşimun adı: Yakup,
oğlimun adı: Mehmet Ali’dur.” “Soy isimleri nedir?” “Demır’ dur, Demır…
Hem da çüruk demır. Çüruk çiktular da… Kocam olacak,
marketcidur ilçeda, oğlim da büfecidur; babasinun yaninda
çalişmadu, inaduna cittu kendine bir büfe açtı da…” “Tamam, Fatma Hanım,
ikisinin de isimlerini aldım. Konuyla yakından ilgileneceğim.
Sizin içiniz rahat olsun!” “Sağolasun Kaymakam
Beğ, Allah sizdan razi olsun, Allah çoluğinuza, çocuğinuza dert
vermesun! Hadi sağlicakla kalun.” Deli Fatma diyeceğini
demiş, iş Kaymakama kalmıştı. Gülümseyerek, “Bilirim!..
Tepeleri bir atarsa her şeyi yapar bunlar; bazı şeyleri yapmaları
da gerekir zaten, geç bile kaldılar” dedi içinden Kaymakam.
Sonra da İlçe Emniyet Müdürünü arayarak, not aldığı isimleri
verdi. Otellere yapılan uygulamalarda rastlanıldığında, hangi
saatte olursa olsun, kendisine haber verilmesini, onlarla mutlaka
görüşeceğini söyledi. O yıllarda Karadeniz
kıyılarına yoğun bir “Nataşa” dalgası vuruyordu. Kıyılara
vuran güçlü dalgalar, çekilirken, ganimet olarak birçok şeyi de
götürüyordu beraberinde. “Turizm ve ticaret canlanmıştı;”
yeni oteller, tavernalar, müzikholler açılmış; pazarlar
kurulmuştu, ne ararsan var cinsinden. Her şey satılıktı “Rus
Pazarlarında.” Satacak herhangi bir malı olmayan eli yüzü
düzgün genç kadınlar da kendilerini satıyordu, aç gözlerle
etrafı tarayan, her yaştan Karadeniz uşaklarına. Herkesten daha
çok para kazanıyorlardı.
Karadeniz sahillerinde
insanlar çözülüyordu; kimileri dağılan ekonominin yarattığı
yoksulluğun getirdiği açlıktan, kimileri de bir türlü doyuma
ulaştıramadıkları cinsel açlıktan… Kimileri sandıkları açıp
ailelerinin bütün anılarını sergiliyordu ortalık yerde;
kimileri, ar namus demeden, yaşına başına bakmadan harama uçkur
çözüyordu, olacaklara meydan okurcasına. Ukrayna’nın sarışın
güzellerine dayanmak zordu. Hepsi birer afetti; deprem etkisi
yaratıp alt üst ediyorlardı ortalığı. Kiminin cebine
girerlerken, kiminin de kalbine giriyorlardı hoyratça. Uşaklar,
cinsellikle ilgili, o güne kadar bildiklerini unutmuşlar, yeni
doğmuş çocuklar gibi her şeyi yeniden öğreniyorlardı.
Karadeniz’in özverili ve çilekeş kadınları ise çırpınıp
duruyordu, kocalarını “Nataşalara” kaptırmamak için.
Anlayacağınız çaresizlik içinde seyrettiğimiz hazin bir tablo
vardı karşımızda. … Saat 01. 15’te
Kaymakamın ev telefonu çaldı. İlçe Emniyet Müdürüydü arayan.
“Efendim, bir hafta kadar önce iki isim vermiştiniz,
uygulamalarda elinize düşerse haber vermemizi emretmiştiniz.
Bunlardan biri şu anda Emniyette… Malum otellerin birinden,
yabancı bir kadınla, aynı odada birlikteyken aldık. Haber vereyim
dedim.” “Hangisi? “Yakup Demir efendim.” “Teşekkür ederim
Müdür Bey. Bekletin. Ben az sonra geliyorum.” Kaymakam’la Marketçi
Yakup, yarım saat sonra Emniyet Müdürünün odasındaydılar.
Odada ikisinden başka kimse yoktu; öyle olmasını Kaymakam
istemişti. Misafir koltuklarına karşılıklı oturmuşlar,
bekledikleri bir şey varmış gibi bir süre suskun suskun
birbirlerini süzüyorlardı. Ortada gecenin suskunluğundan da
kaynaklanan ağır bir sessizlik vardı. Kaymakam, ellili yaşlardaki,
düzgün taranmış kır saçlı Yakup’u süzüyor, nasıl bir adam
olduğunu keşfetmeye çalışıyordu. Atağa geçmeden önce
rakibini bakışlarıyla tartan pehlivan gibiydi. Yakup ise
Kaymakamın yüzüne bir kez baktı, kendisiyle niye bu kadar
ilgilendiğini anlamaya çalıştı. Sonra da başını yere eğerek
beklemeye koyuldu. Teslim olmaya hazır gibiydi. “Marketçi Yakup,
seninle niçin görüşmek istediğimi merak ediyorsun değil mi?
Söyleyeyim: Oldum olası hepimiz pek meraklıyızdır. Şimdi senin,
benimle görüşmek için niçin bekletildiğini merak ettiğin gibi
ben de, elli küsur yaşında, torun torba sahibi; çevresinde
saygınlığı olan bir esnafın, gecenin bir saatinde, komşu
ilçedeki bir otelde yabancı bir kadınla ne aradığını merak
ettim diyelim… Başkalarını değil de özellikle seni merak ettim
Yakup Demir; buralara nasıl düştüğünü, tuzaklara gelip de
nasıl çözüldüğünü, gerçekten merak ediyorum. Anlatırsan
sevinirim. Ben iyi bir dinleyiciyimdir. Varsa bir sorunun, elimden
geldiği kadarıyla yardımcı da olurum.” Başını kaldırdı
Yakup Demir, daha rahat bir yüz ifadesiyle şöyle bir baktı
Kaymakama. Nereden başlayacağını arıyor gibiydi. Daha farklı
bir tepki bekliyordu; azarlanacağını, hakaret göreceğini, küçük
düşürüleceğini düşünüyordu. Ona göre hazırlamıştı
kendini. Durum değişmişti. Tamam, yaptığı rezillik, düştüğü
yer çukurdu. Buna rağmen bu adam şaşırtmış, başka bir şeyden
bahsediyor gibiydi. Belki de sadece hikayesini dinlemek istiyordu.
Hoş, hikayesi de bir boka benzemiyordu ya… Ama hiç olmazsa
yaşadıklarını biriyle paylaşırsa, belki vicdanını
rahatlatabilirdi. “Nereden başlasam,
neyi anlatsam bilmem ki Kaymakam’um! Size karşı çok mahcubum.
Bana kizsanuz da, hakaret etsenuz da, aşağilasanuz da haklisinuz.
Ben bugün bunlarin hepsinu hak ettum, karşinuzda bir fare kadar
küçüldum. Ama siz hikayemu dinlemek istediğinizu söyleyince,
inanın bir o kadar daha küçüldüm. Kaymakamum! Siz, benim de bir
hikayemun olabileceğinu söyleyen ilk insansinuz. Zaman ayirup
gecenun bu saatinde benu dinleme nezaketinu gösterdinuz ya, bu
mutluluk bana yeter. Aslinda benum hikayem, aynı zamanda bu bölgenun
erkeklerinun hepsinun hikayesidur da.” diyerek sehpadaki su dolu
bardağa uzandı ve iki yudum içti. Daha da rahatlamıştı.
“Pizum buralari az çok
öğrenmişsinuzdur. Buralarda hayat çok zordur. Erkekler dışarlarda
çalişur; ticaret yapar, meslek edinenler da mesleklerinu icra eder.
Kadınlarimuz da yıl boyu boş durmaz çay toplar, sebze yetiştirur,
misır eker, bir ıki ineğu vardur, onlarun peşundan koşarlar, ev
işleruna bakarlar. Bunlar yorucu ve yıpratici işlerdur. Hele doğru
dürüst yolu olmayan, yüzlerce basamaklı merdivenlerle inilip
çıkılan evlerde yaşayanlar için… Bu da bir şey değildur;
kadınlarimizu yıpratan asıl şey Karadenizun nemidur da… Oldirur
genç yaşta bütün Karadenuz kadinlarini. Demek istediğum, bizum
buranin kadınlari kırkina varmadan romatizmadan, kadin
hastaliklarindan veya başka bir derttan ya olir ya da beli bükülir
kotürim oliyiler.
“Ben 54 yaşindayum,
eşim de benden beş yaş küçuk. Ayiptur soylemesu, neredeyse yedi
sekiz yildur bir icraatimuz yoktir. Aynı yatakta ıki kardeş gibi
yatıp kalkiyoruz. Aslında ben çoktan unutmiştum bu işleri, kendi
halimde bir esnaftum, sadece işimu yapiyudum; şu nalet olasi kapi
açilana kadar. Yine de uzun süre uzak kaldum, bulaşmadum. Benim
büyük oğlan büfeci; bizim orda meydanda. Bir gün komşi esnafın
biri, oğlani bir iki akşamdur tavernada gördüğinu söyledi.
Canım sikıldu. İşim var deyup evine gelmeyen oğlan meğer
tavernaya takiliyormuş. Çektum bir gün, sordum ne iştur diye.
İnkar etmedu, ‘Ara sıra gidiyorum baba, ne var bunda? Herkes
gidiyor; Hakim, Savcı, Kaymakam, Komutanlar… hepsi geliyor.
İstersen bir akşam beraber gidelum!’ demez mu. Tepem atti. ‘Ne
işımuz var bizim Nataşaların yanında?’ diyerek tersledim tabi. “Neyse uzatmayayum.
Kafama takildu, bu herkesin cittiği taverna. Oyle ya Hakimin,
Savcının, Kaymakamın cittiğu yerler her halde kötü olamazdi.
Dedin ya Kaymakamum, merak ettuk da, etmez olayduk. Bir akşam, daha
önce buralara citmişliğu olan, iyi görüştüğüm bir esnaf
arkadaşla cittuk; citmez olayduk. Daha kapidan girer girmez başim
donmeye başladi gürültudan. Epeydur gelmediğum lokanta
değişmiştu; bir yandan müzik, bir yandan alımlı güzel hatunlar
değiştirmiştu ortami. Gençliğumda gittiğum pavyonlara
benziyordu, ama içindekiler farkliydu. Başlarda gürültuli muzik
ve sigara dumanından rahatsız olmuştum.
Iki duble attiktan sonra
her şey daha katlanilur olmaya başladi; ortama alişmiştum.
Etrafta guzel hatunlar vardi; bazı masalarda kadın kadına
oturuyorlardi. Birden kadınların oturduğu masadan bir çift gözün
bana baktığını fark ettum. Aman Allah’um! O ne güzelluk; o ne
güzel gözdur, ne güzel bakiştur? Aldı benu ıçina; baştan
aşağu yandum, eridum kayboldum gittum da. Kaymakamum Allah seni
inandirsun; ben ömrü hayatımda böyle bir şey görmedum.
Soylemesu ayip yıllardur uykuda olan ve adeta unuttiğum butün
uzuvlarım ayaklandı birden. ‘Ula Hasan, biz cennete gelmişuz da
çevremizu huriler sarmiştur.’ demişum farkında olmadan. ‘Bir
şey mi dedun? Nereye, kime kitlendun sen?’ dedu Hasan. Döndü
baktı göz ucuyla: ‘Daha ilk akşamdan sen bulmuşsun aradığını,
al hayrinu gör’ dedu. ‘Nasıl?’ Dedum. ‘Sana bakmaya devam
ediyor mu?’ Dedu. ‘Hem da nasıl bakayi, gözünü sevdiğum’
dedum. ‘Öyleyse hiç vakit kaybetmeden git masana davet et, ben
başka bir yere kayarum’ dedu. Sonra ne yapacağuz? dedum. ‘Ne
yapacağuzu var mi? Konuşup bir güzel anlaştıktan sonra alıp
götüreceksun da’ dedu. Nereye? Dedum. ‘Kendi evine değul
herhalde; işte anahtar, bizim evi biliyorsun, oraya götüreceksun.
Merak etme evde kimsecuklar yok, çocuklar İstanbul’dadur’ dedu.
‘Yahu nasil anlaşacağiz, Türkçe bileyimu?’ dedum. ‘Onlar
bütün dilleri bilurlar, sen hiç marak etma!’ dedu. ‘Arkadaş
diye buna derum; bir saat içinde her şeyi çözdü ve beni, bir
ateş çemberinin içine gönderdu’ dedum içimden.” “Hasan’nun
dediklerinu aynen uyguladum, o günden bu yana o kadınla, yani
Irina’yla sık sık beraber oldum. Burada bu otelde veya başka
yerde ve başka otellerde… Bir vakum gibi çektu beni kendune; bir
ağ gibi sardi dört yanimu ki, kurtuluş yok. Tavaya düşen hamsi
kadar yangınlardayım. Onunla yeniden doğmuş gibi oldum. Hayatımın
en güzel anlarinu yaşadum; gençleştum, kendima geldum. Uyanmak
istemediğum bir rüyada gibiyum Sayın Kaymakamum! Ha boyle bir
rüyayi yaşamami, ahir ömrümda yakaladiğum gerçek bir kadinun
sıcakliğinu çok görmeyun bana ne olur. Bu kadınlar bir başka,
bir başka dünyadan gelmişler, adeta cennetten çıkmişlar gibi.
Ne diyeyum? Biz bugüne kadar bir kadinla değul de, birer eşekle
yatmişuz san ki.” Marketçi Yakup’u
sabırla dinleyen Kaymakam son noktaya gelmiş, patlamak üzereydi ki
ağzından, uzun bir “Çüşşşşş”ün çıkmasına engel
olamadı. “Kadınlarınıza
haksızlık etmiyor musunuz Yakup Bey? Günde 20 saat durmadan
çalışan, her türden çilenizi çeken, sayısız evlat veren ve
“eşekler gibi” kullandığınız kadınlarınız, bunu mu hak
ediyor sizce? Bence asıl eşeklik sizde, siz erkeklerde değil mi?
Bir kez bile hatırını sorup, nasılsın demezsiniz; sırtındaki
yükün birazını alıp hafifletmezsiniz. Yağmurda yaşta tek
başına bırakırsınız. Her türlü haltı işler küçük bir
özrü bile çok görürsünüz. Bu da yetmezmiş gibi, onun küçücük
bir kabahatini namus meselesi yapıp, erkekliğinizi kanıtlamak için
cinayet bile işlersiniz. Sonra da kendi eşekliğinize bakmaz,
kişiliğine saygı duymadan, onlara eşekliği yakıştırırsınız.
İşte bu olmadı Yakup Demir! Seni sessizce dinledim.
Söylediklerinin birçoğuna da hak verdim. Ama kadınlarınıza
hakaret etmenize izin vermem. Bu andan itibaren ilişkide olduğun
kadını unutacaksın. Yarın, doğru evine gideceksin ve karından
yaptıkların için özür dileyeceksin. Torun sahibi bir esnaf
olduğunu, bu işlerin sana hiç de yakışmadığını aklından hiç
çıkarmayacaksın. Bir daha buralarda görünmeyeceksin. Yoksa seni
bu topraklarda rezil ederim bilmiş ol!” diyerek bir güzel payladı
karşısındaki, ölçüyü kaçıran adamı. M. Yakup bir süre
İrina’ya gitmedi. Evini, işini ve torunlarını biraz ihmal
ettiğini biliyordu. Ayrıca bu hovardalığın belli bir maliyeti de
vardı; dolar çalışıyordu ve kaynağı sınırlıydı. Karısından
özür dilemedi, ama onun gönlünü etmeye, onu hoş tutmaya
çalıştı. Bir ara oğlunun da düzenli gelmesiyle evde, eski mutlu
ve huzurlu günlerin geri gelebileceği umudunu yeşerten bir ortam
bile oluştu. Biraz düşününce İrina’nın geçici bir heves
olduğunu, kalıcı olanın evi olduğunu az da olsa hatırlar gibi
oldu. Ancak bu sahte tablo fazla uzun sürmedi; erkeklerin gözü
dışarı kaymıştı bir kere; kontrol altına almak, eski rotasına
sokmak zordu. Çalışan çocuklar
gitmiş, Marketi kapatmak üzereydi Yakup. Aklı fikri İrina’daydı;
o geceden sonra sınır dışı edilmişti. “Çoktan geri
gelmiştir” diye düşündü. Onun için çıra gibi yanıyordu;
dişiliğini, sıcaklığını özlemişti. “Kaymak gibi karı, sür
sür ye; bitmez tükenmez bir afet” diye geçirdi içinden. Öte
yandan da komşu ilçe Kaymakamının dediklerini unutamıyor, aklı
ile arzuları arasında gidip geliyordu. Tereddüt içinde
kıvranırken esnaftan hovardalık arkadaşı, Konfeksiyoncu Hasan
girdi kapıdan süzülerek. “Yahu, kaç akşamdur
nerelerdesun Yakup? Gözlerimuz hep seni aradi da. Irina’yi da
ihmal ediyimişsun kaç zamandur. Kizcağiz seni sorup durayi;
nerededur, başına bir şey mi gelmiştur deyi…” “Biraz yorulduk, biraz
da ha bu işleru, evu ihmal ettuk diyelum Hasan. Genç aygurlar
değiluz ki, her gün kisrak peşunda koşalum da. Yaşimuz gelmuş
bir yere; kapasitemuz bellu, bundan sonra bir yere kadar gidebiliruz.
Oyle değul mı?” “Doğri söyleyisun da,
henüz gücümuz varken niya kullanmayalum? Sonuna kadar
kullanmayaalum da ne yapalum, kalanı mezara mı götürelun yoksa
evdaki karilarla mi oynaşalum? Onlar çoktan bitmedu mi? Bittu.
Onlarla birlikta bizde mi bitelum? Bu haksizluk olmaz mi? Birileru
gibu oğlanlarami takilalum yoksa. Ne diyular biliyimisun? “Nataşalar
geldu, oğlanlarin g..tü kurtuldi.” Senin anlayacağun milletun
g..tünü kurtariyoruz da.” “Ben de buni
anlamayirum ya! Adama g…t dersun, hakaret sayar, adam furir. Sonra
da “Nataşalar” geldu oğlanlarin g..tünü kurtarduk deyi bayram
yaparsun. Niçin bayram yapilur, iyi bir şey içın değul mi? Demak
ki g..t iyi bir şeydur. O zaman bu poh yiyenlar, g..t adam deyince
sevinecağu yerda, hakaret edildu deyi niçun kudirurlar? Anlamadum
gittu da” “Neysa Yakup’ciğum,
komşi kasabada basildiğinuzu duydum. Anladum ki, bu yüzden uzak
duraysun Irina’dan. Değul mi?” “O da var tabi, ama…” “Dur! Sana diyeceklerum
var daa! Diyeceyum şu ki: Sen bu Irina’yı bırakacak misun, yoksa
onunla devammi edeceksun? Diyesun ki edeceyum. O zaman bir teklifim
olacak saa…” “Tamam! Diyelum ki,
edeceyum. Ne yapacayuz?” “Birlikte bir ev
tutacayuz.” “Ev tutmak mi?
Burada…?” “Hayır, hayır! Burada
olur mi da! Merkezde… Anlarsın ya… Koca şehirde kim kime dum
duma… Kimsenin ruhu bile duymayacak. Kizlari atacayuz oraya; onlar
gece gündüz keyfederken biz da arasira ziyaretimizu yapacayuz.”
Sağ elinin parmak uçlarını birleştirerek dudaklarına götürdü
ve “Hımm! Fistık gibi olacak. Ne dersun?” dedi Hasan.
Hasan’ın bu hareketi
çok hoşuna gitti Marketçi Yakup’un; fıstıklı lokum gibi
düşündü İrina’yı. Bütün vücudu arzuyla titredi, eridi
adeta… “Iyi da, bu durumda
biza kim evinu verur da? Hem bu iş biza pahaliya patlamaz mi?” “Sen ev kiralama işinu
baa bırak. Paranın ucunu azıcık gösterdun mi, hacı emminun
evinu bila kiralarum alimallah, merak etma. Obür işe gelunce;
hesabinu yaptum; şimduki harcamamizdan daha fazla olmayacak. Benum
arabayla gidup geleceyuz, yemekleru evda yiyeceyuz, kira ve kizlara
vereceğimuz ayda 300’er dolarla da ha bu işi sürdüreceyuz. Var
misun?” M. Yakup düşündü,
taşındı. Konfeksiyoncu Hasan’ın meraklı bakışları altında,
bir süre marketin içinde döndü dolaştı; ellerini oğuşturdu,
başını kaşıdı… Evini, karısı buruşuk Deli Fatma’yı,
torunlarını, Kaymakamın dediklerini; çay da dahil gelirini,
giderini ölçtü biçti. Bir de İrina’yı; güzel gözlü, güzel
bakışlı, kaymak gibi Rus güzeli İrina’sını… “Vazgeçemem,
onsuz yapamam!” dedi içinden. Sonra da, “Atın ölumi arpadan
olsun da. Şu yalan dünyaya bir daha mi geleceyuz? Varum da! Benum
da aklima yatti! Hadi yapalum şu işi!” dedi. O gün akşam Yakup,
İrina’sıyla, Hasan, Amelya’sıyla ilk kez tanıştıkları
tavernada buluştular. İrina’yla Yakup gözlerini ayırmadan, el
ele birbirlerine nasıl özlediklerini söylerken, Hasan müjdeyi
patlatıvermişti: “Artık aynı evda yaşayacayuz. Ayriluk,
gayriluk olmayacak, ozlemler uzun sürmeyecak. Çünku…”
… Aradan dört ay geçmişti.
Marketçi Yakup’la, Konfeksiyoncu Hasan düzeni kurmuşlardı
merkezde. Her şey yolunda gidiyordu. Doğu Karadeniz’in şirin
ilçesine bağlı Dereağzı köyünden Deli Fatma bir daha
aramamıştı komşu ilçe Kaymakamını. Kaymakam bunu iyiye yormuş,
“Marketçi Yakup söylediklerime uydu her halde; ne buralara bir
daha geldi, ne de bir vukuatı duyuldu. Kendisi ve ailesi için en
iyisini yaptığını düşünüyorum” diye geçirdi içinden. Ama
hayatın girdapları vardı, kendine has yasaları olan; Kaymakam
değil, baştan aşağı bütün makamlarda, sınırsız yetkilerle
donatılsanız dahi oralara ulaşamazdınız. Her şeyi asla kontrol
edemezdiniz. Marketçi
Yakup, geç kalmanın telaşı, üç gündür görmediği İrina’sına
gitmenin heyecanı içindeydi. Yalnızdı. Konfeksiyoncu Hasan
gelmiş, aynı duygular içinde ha bire, “Geç kalduk Yakup,
kizlarun gözi yollarda kaldi da!” diyerek sıkıştırıyordu
alçak sesle. Yakup’un gözleri içerdeki müşterilerdeydi.
“Alacaklarinu alsalar da biz da işimuza baksak da” diyordu
arkadaşının duyacağı ses tonuyla. “Onlar da bize inat yavaştan
aliyular sanki” dedi K. Hasan. Yarım saat geçmek bilmemişti bir
türlü. Yola çıkma vakti gelince, adeta fırladılar dışarı.
Önlerindeki arabayı göremediler yağmurdan. Allahtan Hasan
arabasını fark etti de, güç bela binebildiler. Hızla yola
koyulan araba, Hasan’ın gaza yüklenmesiyle şaha kalktı sanki…
Umurlarında değildi dar ve kaygan virajlar. Hem, onlar Karadeniz’in
acı patlıcanlarıydı; bir şey olmazdı. Ayrıca akıllarında
sadece kızlar vardı, gözlerini kör eden. Yaklaşık
bir saat sonra telsizden şöyle bir anons geçti: “… yönünden
ilçemiz istikametine doğru seyreden … plakalı bir araç, aşırı
hız yüzünden, … mevkiinde virajı alamayarak denize uçmuştur.
Aracın içindeki iki yolcudan birisi ex olmuş, diğeri ağır
yaralı olarak … hastanesine kaldırılmıştır. Ölen şahsın
ismi Yakup Demir, ağır yaralı şahsın ismi ise Hasan Yıldız’dır.”
Celal
Ulusoy
Gercekedebiyat.com

















YORUMLAR