O BÜYÜK KUŞLAR Kİ SUSARLAR

Sahafların eskiye, az bulunura düşkün birileri için kaşıntıları gideren bir işlevi olduğu birçoğumuzun malûmudur da zaman zaman kısa devre yapan bir “data-bank” işlevi göreceği çok azımızın aklına gelmiştir (Belki abartılı bir yakıştırma data-bank, ama en azından belleği zayıflar için bunun böyle olduğu söylenebilir).

Matematikten toplumbilime, metafizikten resme toplumun -iç ve dış koşullar çerçevesinde- ayıklayıp bir kenara ittiği nice ‘şey’in, kendilerine lütfedilen bir köşede sırtlarını sıvazlayacak, tozunu alacak birini sebatla beklemeleri ne yaman çelişkidir. Hani merakı kabarmışın teki yolunu oraya düşürmese, hasbelkader kapağını açıp göz atmasa, gıkları çıkmadan kim bilir daha ne kadar bu ‘vuslat’ uğruna sıkışıp kalacaklar, raflar arasında.

İşin garibi, öyleleri var ki, zaman ve toplumun eleği gereğinden hızlı çalıştığı için olsa gerek, erkenden ‘düşmüş’ler sahafa... Mürekkebi kurumuşsa da yüzü bir çift göz görmeyenler var aralarında; ama asıl önemlisi bir dönem fena halde alkışlanıp, pohpohlanıp bestseller koltuklarda ağırlanmalarına rağmen “happy end”i -nasıl oluyorsa- tadamamaları... Medyanın cilayı fazla kaçırdığından mıdır bilinmez, bekler dururlar şimdi, gaza gelmeyen okurları...

Behçet Necatigil’in “eski Yunan tragedya dünyası doğrultusunda eser veren ilk Türk şairi” şeklinde tanımladığı Selâhattin Batu’yu adı geçen kategoriler içine sokmanın ne kadar doğru olacağı tartışma götürse de unutulmadığını, düzeltirsek kadrinin bilindiğini kim, nasıl savunabilir.

Eğri oturup doğru konuşmakta yarar var: Elbette Batu, Türk şiirinde önünden mutlaka geçilmesi gereken bir durak değil. Bugünkü şiirin ona çok şey borçlu olduğu da söylenemez, doğallıkla. Ancak -okunduğunda- içimizi titreten, belirli bir estetikle donanmış(!), kendine has bir ses’inin olmadığı da söylenebilir mi?

Kendi adıma Selahattin Batu’nun, ta 60’lı yıllarda 80 ve 90 şiirini besleyen -bu tür kalıplarla konuşmak ne kötü ve ne gereksiz bir şey!- damarda iz sürdüğünü belirtmekte abes bir yan görmüyorum.

Nedir bunlar?

Öncelikle ‘çocuk(luk)’... Başka bir deyişle öz’e, ilk varlık’a dönme isteği...  Kurtuluşu, mutlak mutluluğu içinde bulunduğu koşulların dışında, rahimde, daha da ötesi içeriğini tam olarak çözemediğimiz maddede arama/ bulma beklentisi...

Bu kuvvetli meyl, öznenin tabiattan ziyade doğaüstü şeylerle yatıp kalktığını gösterebilir mi? Belki... Belki de değil... Ne var ki şurası bir gerçek: Algılarla kavranabilenler hakkında pasif bir anlayış kemikleşmiş; buna karşılık kötümserlik asla egemen bir motif olarak şiire yerleşmemiştir: Yüceltilen ya da ulaşılmak istenene atfedilen değerler ise çoğu kere mistik kılıflarla çıkmıştır, karşımıza.   

O büyük kuşlar ki susarlar

Dalıp sükût denen derine

Seyrederler ovayı kayalardan

Çekilip içlerine.

(O Büyük Kuşlar)

Selahattin Batu’nun “Müzlere Yakarış”ında geçen şu dize, sanırım anlatılmak istenen durumu, kabul edilebilir bir şekilde gerekçelendirmede kolaylık sağlayacaktır:

Tıkandım insan kokusundan

“İnsan Kardeşlerim” adlı şiir, sanki bugün, 17 Ağustos, 5 Nisan, 12 Eylül, 27 Ocak gibi simge tarihler ve olağanüstü halde yazılmışcasına ‘taze’... ‘Taze’lik, hiç kuşkusuz biçim ya da biçemle ilgili değil. Değerlendirme tema bazında yapılırsa, betimlenmek istenen gün ışığına kavuşacaktır, sanırım. Üç dört sözcüğü geçmeyen tümcelerden kurulu şiir, küçük küçük peyzajlar çizip, okur üzerinde derin bir etki bırakmasa, sarsmasa da, keçiboynuzu ya da yap-boz’dan hoşlananlar için tadımlık hazlar, tamamlanmayı bekleyen ya da bu eksik halinden hoşnut görüntüler yansıtmakla yetinmek istemekte sanki. Tamlamalardan hız alarak “yıkık ev”i depreme, “yakık köy”ü Güneydoğu’daki malûm köye ulaşmak pekâlâ mümkün... Ne ki tüm bu çabanın aşırı yorum değilse bile ‘zorlama’ olmadığını kim ileri sürebilir.

Selahattin Batu

İşte Batu’nun bahsi geçen öncelliği burada belirir. Tıpkı bugün kimi dergilerde görülen yapmacık, mekanik, sığ, dahası samimi ve sahih anlatıcı-ben’den yoksun, sırf yazmış olmak için yazılan, üstelik belirli bir izler kitlesi bulunan, kimileyin disiplin değiştirip pop ya da arabesk şarkılara, kimileyin de çeyrek bir film adayının trajik bir sekansında esas oğlanın ağzından kerpetenle sökülen sözleri lezzetlendirmek amacı ile meze edilen şiirler gibi ne okuruna güvenir, katılım bekler ne de yaratıcı imgelemi harekete geçirir. Yazanın, dizenin, basanın, dağıtanın, satanın ve okuyanın -önemli ise- zaman kaybından başka bir işe yaramasa da - şiirin bir işlevi olmalı mı?- 

Batu’nun şiiri, söz konusu şiirler arasında birkaç kuşak(!) olduğu için -bence- hoşgörü sınırları içinde barındırılabilir. Kaldı ki Varlık Yayınları arasında çıkan İspanya Büyüsü ve Avusturya ve Venedik Günleri adlı kitaplarını dikkatle okuyanlar, Batu’nun ne kerte gözlem gücü yüksek, betimleme kabiliyeti gelişmiş, toplumsal durum, mekân ve ürünlere karşı duyarlı olduğunu şıpadak kavrayacaktır. Ayrıca kitaptaki günce ve gezi notları Batu’nun Batı’yı -yakinen değil- ‘yakından’ tanıdığının göstergesi niteliğindedir.

Oysa kimi eleştirmenlerin antolojilerine son dönem Türk şiirinin son temsilcisi olarak giren, kimi şairlerin babalık duygularını gıdıklayan bir şair, rahatlıkla kendinden başka kimseyi okumadığını itiraf, düzeltiyorum gururla ifade etmektedir. Bu da şu anlama mı geliyor, acaba: Ne kadar rezil olursak o kadar iyi (Umarım Can Yücel’in kulakları bu vesile ile çınlamaz)!

İşte bunca gevezeliğe sebep olan şiir şu:

Gördüm kiminizin yıkılmış evi,

Tükenmiş soluğu içimizin.

Baktım kiminizin yakılmış köyü,

Soğumuş yüreği çocuğunuzun.

Kan sızar toprağa yaranızdan.

Acılar karartır gününüzü.

Erişmez elim, gücüm yetişmez,

Kucaklıyamam birinizi.

Batu şiiri ile günümüz şiiri arasındaki çocuk(luk)tan sonraki ikinci buluşma ‘gece’dir. Haşim’in geceye yüklediği anlam zincirlerinin kimi halkaları Batu’da da mevcuttur. Gün ışığında dünyanın çekilmezliği gibi... Her ikisinde de huzur ve sükûna ulaşma umudu ağır basmaktadır, çünkü.

Bırakma Allahım senden uzakta beni,

Çağır bahçelerine, nuruna.

Unutma bu kara toprakta beni,

Geceler yüzü suyuna.

(Geceler)

Çocuklar gördüm henüz doğmamış,

Kıyılmazdı bakmıya yüzlerine.

Analar ki gecelerce uyumuş,

Düşlerini alamadan dizlerine.

(Rüyada Bahçeler)

Gece, çocuk ve tanrı izleğine yakın durur. Rahmin karanlığından öte’nin karanlığına, başka bir deyişle bilinmeyen üstüngücün karanlığına değin uzanan, iniş ve çıkışları ritimsiz tahtırevan gibi seyiren gece, Batu’da dönemin estetik beğenisinden uzağa düşmemektedir. Ne ki gece, üstünden sözlük anlamını atamadan, anlam alanına bol meyveli, yüzölçümü geniş bahçeler katamadan, halinden son derece hoşnut kurulur şiire. Gece’nin yerine akşam’ı koysanız da şiirde değişen pek bir şey olmaz, ses ve hece dışında... Kafa göz yarma pahasına Batu’nun ‘korku’ ile ‘gerilim’ filmlerini birbirinden ayıramayan seyirci gibi davrandığını belirtmekte yarar var, sanki.

Selahattin Batu

İşte ışığa boğdun gecemi,

Soluğun yüzüme değince.

Sen olduğunca bilirsin her şeyi,

Ben ancak gördüğümce.

(Tanrıya Giden Ses)

Gece, çocuk ve tanrı izleğinin Batu’da buluşması tesadüf değil, aslında. Annemarie Schimmel’in Mevlânâ’ya atıflarla ilerleyen ve İslam mistiği kokan şiirlerini Almanca’dan Türkçe’ye aktaran da bizzat kendisidir. Üstelik Batu, Schimmel’in - nam-ı diğer Cemile Sultan’ın- Ankara’da kaldığı yıllarda Tanpınar, Nihat Sami Banarlı, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Yahya Kemal gibi dostu olmuş, sohbetlerine katılmıştır. Dünyayı verili haliyle kabul etmesi, olduğu gibi kanıksaması bu sebeple normaldir.

Tanrım, geceler gündüzlerden pak,

Bu değirmen bizi ışığında öğütür.

(Biri Koşar Geceye)

Temel izliklerini ışık, ayna, tarih ve mistisizmle besleyen birinin dönüp dolaşıp Bursa’ya demir atmaması, ondan söz etmemesi mümkün mü. Değil elbette. Batu da bekleneni yapar, “Gördü Namlı Şehir”, “Çekirge”, “Yokuşlar” ve “Yeşil Cami” bölüm başlıklarından oluşan “Bursa’da Yeşiller” şiirini yazar. Ne ki tıpkı diğer şiirleri gibi bu şiir de hak ettiği ilgiyi görmez. Bursalı okur-yazarlar içinde dahi bırakın sevmeyi, bu şiiri bilen, okuyanın sayısı bir elin parmaklarını geçmez. O ki şöyle seslenmekte Bursa’ya:

Ferah, huzur, aydınlık her selvi gölgesinde,

Ölüm bile sevimli bu sükûn ülkesinde.

Uzun sözün kısası, 1962’de yayımlanan Rüzgârlı Su’dan (Dost Yayınları) sonra kitap bütünlüğünde şiire yüz vermeyen, sözlük ya da ansiklopedilere ise Güzel Helana ile aldığı Bregenz Uluslararası Tiyatro Ödülü’ndeki ikinciliği sayesinde giren Batu, kimileri için yalnızca “Aşk Hali”nin şairi olarak kalsa da kuşku yok ki, bir gün layığını bulacak... Ha üç gün önce, ha üç gün sonra... Değil mi ki söz uçucudur, yazı kalıcı...

Yanında olsam da, sensiz de,

Yaşamak kalb yarası.

Nereye dönsem içimdesin,

Dünya kirpiklerinin arası.

(Aşk Hali)

Murat Batmankaya

Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)