Özdemir İnce, “Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor-Alain Basquet ile Görüşmeler” adlı söyleşi için yazdığı önsözde “Cumhuriyet Dönemi’nde Türk dili elbette büyük şairler ve romancılar çıkardı.
Bu büyük şairler içinde Nâzım Hikmet bir simgedir, tıpkı Puşkin’in Rus dilinin, Walt Whitman’ın Amerika’nın, Pablo Neruda’nın Güne Amerika’nın, Lorca’nın İspanya’nın, Victor Hugo’nun Fransa’nın simgesi olması gibi, Nâzım Hikmet de Türk dilinin simgesidir.
Yaşar Kemal de Türk romanının simgesidir; tıpkı Tolstoy ve Dostoyevski’nin, Sthendal ve Balzac’ın Kafka’nın, James Joyce’un, Virginia Woolf ve Faulkner’in kendi ülkelerinin ve dillerinin simgeleri olması gibi. Yaşar Kemal çağımızın, bütün roman çağının en büyük yazarlarından, ustalardan biridir. İnsanların çalışmadan, yaratmadan övündükleri, ‘Türk, öğün, çalış, güven’ sloganına sığındıkları ülkemizde, ulusal ve evrensel düzeyde bir dev yapıt yaratmış olan ve bilinçli yazma eylemini sürdüren Yaşar Kemal’in gerçek büyüklüğüne gereksinimi zihnimizi, vicdanımızı ve dilimizi alıştıralım. Çünkü ‘Büyük’ sıfatı onun yazarlık eylemine yakışmakta ve onun kimliğinde inandırıcılık kazanmaktadır. Türk edebiyatı onun büyüklüğüne alıştıkça kendine güven kazanacak ve evrensel saygınlığına ve yaygınlığına kavuşacaktır.”(1)
İnce, Nâzım Hikmet’i büyük şairlerle, Yaşar Kemal’i de Türk dilinin simgesi olarak, büyük yazarlarla bir tutuyor. İnce’ye göre Yaşar Kemal, insanların sloganlara sığındıkları ülkemizde ulusal ve evrensel düzeyde yapıtlar vermiş ve bunu bilinçle gerçekleştirmiş bir yazardır. Bu gerekçeyle de ‘büyük’ sıfatını yazarlık eyleminden alarak, Türk yazınına taşımış yazarlardandır.
Basquet’in çalışması Yaşar Kemal’i anlamak adına, önemli bir çalışmadır, bu çalışmada Yaşar Kemal, Yaşar Kemal’i anlatır.
Ne var ki, Basquet, topu potaya atmak yerine taca atıyor ve talihsiz bir soruyla başlıyor. Aynı tutumunu sonraki sorularla da sürdürüyor Basquet.
Bu soru Basquet’in etnik ayrımcı bakış biçemini anlamaya yeterli oluyor. Basquet, Yaşar Kemal’in ‘Kürt Ülkesi’nden geldiğini sorularının içinde defalarca vurguluyor, onu etnik bir yapının sarmalı içine hapsetmeye çalışıyor. Şaşılacak bir yan var mı? Olmadığı söylenebilir. Çünkü Basquet Odessa doğumlu olmasına karşın, dedesi ve babası tutuklanıp, ölüme mahkûm olunca, aile başka kayıplar vermemek için Odessa’dan kaçarak Bulgaristan’a sığınıyor. Daha sonra Brüksel’e gidiyor Basquet ve önce Belçika ordusunda, ardından Fransız ordusunda savaşıyor. Savaş sonrası İtalya (Marsilya), Cezayir (Oran), Fas (Kazablanka), Küba (Havana) üzerinden Amerika Birleşik Devletlerine (New York) geliyor, İkinci Dünya Savaşı’ndan önce Amerikan vatandaşlığına geçiyor ve orduya katılıyor, Teksas’da piyade eğitimi alıyor, ardından Ordu Haber Alma Teşkilatı’nda görev yapıyor. Londra’ya atanıyor ve Normandiya çıkartması hazırlıklarına katılıyor. 1945’de Berlin’de Müttefik Devletler Denetim Kurulu’nda görev alıyor. 1980’de de Fransız vatandaşlığına geçiyor. Dahası var. Özdemir İnce onu ‘sert’ bir eleştirmen olarak yazıyor, öyle ki ‘burnundan kıl aldırmıyor.’ Fransanın en önemli eleştirmenleri arasında sayılıyor.
Basquet, Yaşar Kemal ile söyleşisine -kitap röportaj olarak sınıflandırılıyor- sert bir başlangıç yapıyor. Yaşar Kemal’e ‘Kürt Ülkesi’nden geldiğini belirterek, ‘çocukluğunun krallığını’ anlatmasını istiyor.
Basquet’in soruların içine gömdüğü etnik tavır, emperyalist Batıcı bir ülkenin, sömürge valisi bakış biçemi olarak yorumlanabilir. Basquet’in soruları ayrımcı bir nitelik içeriyor ve çoğu soruda yazınsallık içermiyor.
Zaten kitap her ne kadar Alain Basquet adına kaydedilse de aslında Basquet’in soruları kitabın ancak birkaç sayfasını içerecek biçimde. Bu sorularla kitap yazılması olanaksız, belki bir gazete söyleşisi olabilir, ama Yaşar Kemal’in yanıtlarıyla söyleşi bir kitap boyutuna ulaşmış.
Örneğin Yaşar Kemal’in yarım sayfalık Basquet’in ilk sorusuna verdiği yanıt sekseninci sayfada bitiyor. Yaşar Kemal kendini anlatırken söyleşi yapar gibi değil, bir destan yazar gibi soruları yanıtlıyor. Basquet’in soruları olmasa da söyleşi bir Yaşar Kemal kitabı gibi okunabilir. Kitabın yazarı da Alain Basquet’ten çok Yaşar Kemal. Ne var ki soruları soran ve bunu kitaplaştırma düşüncesini tasarlayan Basquet.
Yaşar Kemal’in dünyaya geldiği ‘krallık’ Van gölü kıyısındaki Ernis Köyü, şimdiki adıyla Muradiye ilçesinin Günseli kasabası. Annesinin çok güçlü bir belleği olduğu anlaşılıyor. Bir kez belleğine yerleştirdiğini asla unutmuyor. Amcaoğluyla giriştiği lades bile bu nedenle on dört yıl sürüyor, sonunda lades’i annesi kazanıyor ve Amcaoğlu on dört yıl sonra ladesleniyor. Kürtçeyi destancılardan güzel konuşuyor. Masal, destan anlatırken insanları ağzına baktırıyor ve onları büyülüyor.
Yaşar Kemal Kürtçeyi anlayabiliyor biraz da konuşabiliyorsa bunu annesine borçlu. Ernis Köyü (Günseli Kasabası) Ağrı Dağı’ndan sonra en yüksek dağ olan Süphan Dağı eteklerinde kurulu. 1915’de Osmanlı ordusunu önüne katmış püskürtmekte olan Rus ordusu, bozularak önünden kaçan Osmanlıyı yok etmek için ardından top gülleri atıyor ve gülleler köyün içine düşerek, burada çukurlar açıyor. Elbette Rus ordusunun Ermeni birliklerinden de oluştuğunu buraya not düşmek gerekiyor. Köylüler de kaçışıyorlar. Yaşar Kemal’in ailesinin bağlı olduğu -aşiret reisi babasının amcası Gülihan Bey’dir- Luvan aşireti(2) de köyü boşaltanlar arasındadır.
Yaşar Kemal bu kaçışı anlatırken de adeta destan yazıyor ve bir destan anlatıcısı tavrını takınarak güllelerin düştüğü yerden minare boyunda sular fışkırdığını belirtiyor.
Alain Basquet, sorularıyla, Yaşar Kemal’e ille de Kürt Ülkesi’nden geldiğini kabul ettirmeye çalışıyor. Yaşar Kemal’in yanıtı hiç de beklediği gibi değil; “Sizin sandığınız gibi ben Kürt toprağında doğmadım. Babam, anam Doğu Anadolu’dan, 1915’te Rus ordusu Van’ı işgal edince, oradan bir buçuk yılda Çukurova’ya gelerek bu köye yerleşmişler.”(3)
Yaşar Kemal’in hiçbir zaman destan anlatacak kadar Kürtçesi olmadı ama usta bir destancı olarak köylerde Türkçe destanlar söyledi.
1923’te o dönemler Kadiriye’ye bağlı -sonradan Osmaniye’ye- Hemite köyünde doğdu. Nüfus cüzdanında doğum tarihi olarak 1926 yazsa da bu doğru değil. Nüfus cüzdanını ilkokulu bitirdiğinde almıştır. Bunun gerekçesi, doğum tarihinin bilinememesidir. Yaşar Kemal bu yanlışı düzeltebilmek için çok uğraşmıştır. Yine de doğum tarihi kesin değildir. Doğduğu ay olarak da ekim ayını gösterir ki, doğum tarihine oranla doğduğu ay daha doğrudur. Yaşar Kemal ekim ayını Çukurovalıların yayladan dönüşlerinin bu ayda olduğuna dayandırır.
Soy kütüğü de karışıktır. Aile Van’a Orta Anadolu’dan, Seydişehir’e, Seydişehir’e de Kafkasya, oradan Bursa ve son olarak Van’a gittiklerini söyler. Aşiretin Van’dan Adana’ya göçüşü de Şeyh Sait İsyanı sonucudur.
Dört buçuk yaşındayken babasını, Van’dan gelirken çalıların arasında bulup büyüttüğü oğulluğu Yusuf, camide kalbinden Yaşar Kemal’in gözleri önünde bıçaklayarak öldürür. Babasının ölümü onu çok etkiler, uzun yıllar bu yüzden basının gömüldüğü mezarlığın yanından bile geçemez, bu sarsıntı nedeniyle on iki yaşına kadar kekeme olur, konuşmakta zorlanır, kekemeliği sekiz yıla yakın sürer. Annesi töre gereği amcası ile evlenir.
Gözünü yitirmesi de bilindiği gibi kurban kesilirken, deriden kayan bıçağın sağ gözünün üstüne saplanmasıyladır. Babası oğlu için her yıl kurban kestirir, o yıl da kurbanlar getirilmiş ve evin avlusuna yatırılmıştır. Halasının kocası kurban keserken istemeden bıçağı kaydırınca sağ gözünün yitirilmesine neden olur.
Sekiz yaşındayken köye gelen çerçinin, borç defterine yazdıklarının ‘yazı’ olduğunu öğrenir. Bu aralar halk şiirine ilgi duymakta, kendisi de şiir söylemektedir. Destancı Abdale Zeyniki’den çokça etkilenmiştir. Yaktığı türküler yüzünden adı ‘Âşık Kemal’e çıkar. Ne var ki yazamadığı için söylediği türküleri unutur. Bir sabah arkadaşı ile salla Ceyhan’ı geçerek Burhanlı köyüne gider ve köy ilkokuluna yazılır, okumayı yazmayı orada öğrenir. Artık yaktığı türkülerin sözlerini unutmamak için defterlere yazacaktır. Öğretmeni Ali Rıza Bey’e söz verdiği gibi üç ay içinde okumayı, yazmayı öğrenir, gazete bile okuyacak düzeye gelir, dağlara taşlara, bulduğu kâğıtlara hep bir şeyler yazar. Yazmak onda bir tutkudur.
İlkokul bittiğinde şair olmak ya da ortaokula gitmek gibi bir ikilemle yüzleşir. Ya Adana’ya ortaokula gidecektir ya da Âşık Rahmi ile birlikte dağların yolunu tutacak, gezici âşık olarak köy köy dolaşacak, türküler, destanlar söyleyecektir. Bu ikircikliği iki ay kadar sürer. Adana’ya ortaokula gitmek ağır basar.
Gelgelelim bir sorun vardır, neyle, hangi parayla gidilecektir? Bu konuda ona yardım elini uzatan yine ilkokula yazılmasında etkin olan öğretmeni Abdullah Zeki Çukurova olur. Okuması için kasabanın zenginlerinden para toplanır, ortaokul ve liseyi yatılı olarak okuması için harcanmak üzere para ayrılır. Ne var ki Abdale Zeyniki’nin diz çöküp destanlar söylediği bir evin çocuğunun bu parayı alması uygun görülmez. Yaşar Kemal öğretmenine görünmemek için fellik fellik kaçar. Amcası ona tosununu verir, satarak Adana’ya gitmesini ister. Adana’da o yaz Belçikalıların kurduğu bir çırçır fabrikasına girer. Ortaokula gidebilmek için gerekenleri kendi alın teri ile kazandığı parayla satın alır ve okulun yolunu tutar. Yatacak yeri de yoktur, fabrikada bir yer gösterirler kendisine. Yaşar Kemal için toplanan parayla da başka bir çocuk okutulur.
Kasabadaki bir akrabasının bostanında ilk kez eşkıyalarla karşılaşır. Bostanda bekçilik yaparken içi yanan köylülere soğuk karpuz ikram eder. Köylüler o karpuzları, kavunları çınarın gölgesinde dinlenirken yerler. O çınarın adı ‘Deli Kemal’in Çınarı’dır.(4) Yaşar Kemal’in bu dünyada kitaplarından başka bir de adını taşıyan çınarı vardır. Kemal gelip geçicidir de o kitaplarla, o çınar daha kalıcıdır.
Bostanda doğayı da iyice beller, arıları, karıncaları, çiçekleri, kuşları… Yine gözünü ayırmadan saatlerce bir nakış’a, bir demirci ocağına bakmayı öğrenir, saatlerce gözünü ayırmaz, iyice beller onu. Torosların bütün güzelliklerini yakından görür, inanılmaz bir kuş, çiçek, böcek zenginliği vardır bütün yaşadıklarını, gördüklerini, duyduklarını romanlarına taşıyacaktır.
Kadirli’de bir çocuk komünizm propagandası yaptığı gerekçesi ile tutuklanır, baskı görür, olmayan Komünist Partisi’nin Kadirli teşkilatını o baskıyla kuruverir. Aralarında Yaşar Kemal de vardır. 1950’de bu olay üzerine tutuklanır. Kadirli halkı komünistleri protesto mitingi düzenler, o sürü psikolojisi ile de hapishaneyi basıp Yaşar Kemal’i linç etmek ister. Tahliye olduktan sonra yeniden Kadirli’ye gelir arzuhalciliğini sürdürmeye çalışır, aklansa da adı Rus casusuna çıktığı için arzuhal yazdırmaya gelenler engellenir. Evi sık sık basılıp aranır, yazdıklarına el konulur. Sarı Sıcak’taki öyküler bu baskınlardan, daktiloda kopya edilip, birkaç arkadaşına emaneten bırakıldığı için kurtulanlardandır. Folklor derlemeleri, Demir Çarık adını koyduğu romanı, kahramanı Ahmet Doğan olan ve dağlarda geçen başka bir romanı ise kurtarılamayanlar arasındadır. Baskınlarda yok olan başka yazılar, öyküler de vardır.
Kadirli’de yaşaması olanaksızlaşmıştır bu yüzden Ankara’ya gelir Abidin Dino’nun evinde kalır. İstanbul’a gitmeyi düşünür. Arif Dino ona Cumhuriyet gazetesinde iş bulacağı sözünü vermiştir. Orhan Kemal de İstanbul’a gelecek bir el tezgâhı alacaklar ve birlikte seyyar manavlık yapacaklardır. El arabasını daha güçlü olduğu için Yaşar Kemal sürecektir. En kötü olasılıkla Yeni Cami arkasında arzuhalcilik yapacaktır.
Arif Dino verdiği sözün arkasında durur. Onu Nadir Nadi’ye götürür. Behçet Kemal Çağlar Arif Dino’nun komünist olduğu gerekçesiyle Adana’ya sürüldüğünü bildiğinden, Nadir Nadi’ye Yaşar Kemal’i o tanıtma görevini üstlenir. Bebek öyküsünü de referans olarak Nadir Nadi’ye verirler. Yaşar Kemal’in Cumhuriyet gazetesi serüveni böylece başlar. Nadir Nadi ona Cumhuriyet gazetesi için röportajlar yapmayı önerir. İlk röportajı için Diyarbakır’a gönderir. Yaşar Kemal artık Cumhuriyet’tedir. Sonra eşi olacak Thilda’yı da orada tanır. Thilda Ömer Sami Coşar’ın eşidir ve boşanmak üzeredirler.
Yaşar Kemal’in her kitabı başyapıt niteliğindedir, ancak bunlar içerisinde İnce Memed’in ayrı bir yeri var. 1946-1947’de roman denemelerine başladığında İnce Memed de bu denemeler arasındadır. Yaşar Kemal İnce Memed’i yazmaya başladığında yirmi dört yaşındadır, İnce Memed de yirmi bir. Dördüncü kitabı bittiğinde Yaşar Kemal atmışını aşmıştır, İnce Memed ise yirmi beşindedir. İnce Memed’in otuz dokuz yıllık bir yazılım serüveni vardır. Birinci kitap ile ikinci kitabın arası on beş yıldır, bir on beş yıl da üçüncü kitap için gerekecektir. Üçüncü kitap ile dördüncüsünün arası ise iki yıldır.(5)
1951’de İstanbul’a geldiğinde yanında İnce Memed’in taslağı yoktur ancak konu olduğu gibi belleğindedir. Zaten Yaşar Kemal romanlarını önce belleğinde yazar, onu yıllarca orada taşır ve bir gün belleğindekiler onu yazmaya zorlar.
İnce Memed önce senaryo olarak yazılır. Yaşar Kemal senaryoyu teslim edecek adamı bulamayınca bu kez roman olarak yazmaya koyulur. 1953-1954 yılları arasında Cumhuriyet gazetesinde tefrika edilen roman, 1956’da Varlık dergisinin koyduğu roman ödülünü alan ilk kitap olur. Ancak öyle baskılar gelir ki Yaşar Nabi Nayır, Varlık dergisinin verdiği roman ödülünü kaldırmak zorunda kalır, ödül bir daha verilmez. Seçici kurulda Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Nurullah Ataç, Reşat Nuri Güntekin, Ahmet Hamdi Tanpınar, Suut Kemal Yetkin gibi isimler vardır. Üstelik Türkiye’nin en romancısı anketinden de Yaşar Kemal çıkar. Ardından Teneke, Ortadirek yazılır. Romanlarının ardı arkası kesilmeyecektir.
Yaşar Kemal kendini ‘sosyalist militan ve Marksist’ olarak tanımlar. Marksizm’i insanın özüne, birey ve düşünce özgürlüğüne, insanlığın kurtuluşuna, insanlığın özgürleşmesinin aracı olarak kabul eder. Onu ‘dünyaya bakmak için açılan en aydınlık kapı’ olarak nitelendirir. Marksizm’i yaşamıyla sınar ve yanılmadığını anlar. Yine de sosyalist uygulamaların tek yöntemi olduğunu düşünmez. Her ülkenin kendi somut koşulları o ülkenin Marksist geleneğini yaratır. Sovyetlerin, Çin’in, diğer sosyalist ülkelerin Marksizm uygulamaları da kendi koşullarına göre biçimlenir. Yaşar Kemal Türk sosyalizminin de yine Türkiye’nin kendi somut koşullarına göre olması gerektiği görüşündedir. İnsan, kendisini insan kılan değerlerden vazgeçmemeli, onu sürekli geliştirmeli ve geliştirmek için önüne çıkan bütün engelleri aşmasını bilmelidir. İnsan yaratıcılığını yitirirse, kendi de yiter. Kültürler birbirlerini yok etmemeli, birbirlerini beslemelidir. Evrensel bir sosyalizm anlayışını benimser ve insanı başköşeye koyar.
Basquet’e dönelim. Yaşar Kemal bu kez soruyor ve Basquet, yanıtlayarak soru oluşturuyor. Yaşar Kemal’in sorusu kendisini kiminle karşılaştırdığı. Basquet yanıtlıyor; “Biliyor musunuz siz kendi toprağını simgeleyen bir yazarsınız.” (s.148) Buraya kadar sorun yok ve doğrudur.
Yaşar Kemal kendi toprağının romanını yazmış ve onunla özdeşleşmiş bir yazardır. Yanıt devam ediyor. “‘İngiltere’yi ele alalım: Hiçbir yazar, salt bir biçimde bugünün İngiltere’sini temsil ettiği savını ileri süremez. Aynı şey İtalya için de doğru: Leonardo Sciascia bile, eninde sonunda, tipik bir İtalyan değildir. ABD’de folklor, onu en son kullanan kuşağın (derinlikli Güney’in Faulkner’ı ya da Kaliforniya ovalarının Steinbeck’i) elinden kaçtı gitti. Almanların Böll ya da Grass’ı, sonunda yoğunluğunu yitirecek güçlü bir mea culpa (benim suçum) duygusu dışında yurttaşlarının kendileriyle özdeşleştirebildikleri Alman tipi değiller. Artık derinliğine Fransa ile uğraşan Fransız yazarı da yok. Herkes kesin bir bireycilik içinde.’ Özetle şöyle demiştim size: ‘Bana en çok anımsattığınız yazar -aradaki büyük farka karşın- Nikos Kazancakis. Sizde de aynı halksal anlatım, düş gücü ve epik boyut kaygıları var.’ Biraz rencide olmuş gibi şöyle demiştiniz bana: ‘Ama ikimiz arasında gerçek Yunanlı benim.’ Ve Homeros’un Epope’sinden, coğrafi bir bağlantı sonucunda, size kalan mirasın daha büyük olduğunu kanıtlamak istemiştiniz.” (s.148)
Yaşar Kemal profilinin iyi çizildiği kanısında olmadığını söyleyerek itiraz ediyor; “Ben ondan daha Homeros’a yakınım derken Hektor’u düşünmüş olabilirim. Kazancakis bana uzak bir kişi derken, her zaman düşündüğüm bu uzaklığı Kral Priamos’un Akilleus’a oğlunun ölüsünü almaya giderkenki durumunu düşünüyorum. Epopede kişisel psikoloji yoktur diyenlerle aynı düşüncede değilim. (…) İkimiz arasında gerçek Yunanlı benim, diyebilirim. Benim roman anlayışım Homeros’a daha yakın. Örneğin Stendhal’a daha yakınım. Bunun bir sebebi olmalı. Bir köylü gencinin durup dururken Stendhal’ı usta seçmesini acaba nereye bağlayabiliriz.” (s.152,153)
Yaşar Kemal’in profili Nikos Kazancakis’le çizilemez. Yaşar Kemal kendini Stendhal’a yakın duyumsamasına karşın Stehdhal ile de çizilemez. Yaşar Kemal verdiği yanıtta söylemiyle Çukurovalılığını yeniden anımsatmak gereksinimini duyumsuyor.
Burada yine bir ikilemle karşı karşıya kalabiliriz; Alain Basquet’in ‘hiçbir yazarın salt bir biçimde İngiltere’yi’ temsil etmediği gibi, Leonardo Sciascia’nın İtalya’yı, Faulkner’ın Güney’i, Steinbeck’in Kaliforniya’yı, Böll ya da Grass’ın Almanya’yı, Nikos Kazancakis’in Yunanistan’ı bugün olduğu içimiyle nasıl temsil etmiyorlarsa, Yaşar kemal’in Çukurova’sı da bugün 1900’lu yılların Çukurova’sı değil. Bu durumda Yaşar Kemal’in Çukurova’sı, 21. yüzyılın Çukurova’sı olabilir mi?
Yaşar Kemal’in Çukurova’sı, romanlarındaki dönemin Çukurova’sıdır. Yaşar Kemal o romanlarda yazdığı Çukurova’nın -ya da romanlarına mekân olarak seçtiği toprakların- yazarıdır.
Yaşar Kemal’de gerçekle gerçeküstü iç içedir. Gerçekliğin ya da gerçeküstünün nerede başlayıp nerede bittiği kesin olarak bilinemez. İnsan var olduğu sürece gerçek ve gerçeküstü hep olacaktır. İnsan varlığını sürdürdükçe gerçeğin yanı sıra, gerçekliğin içinde düş gücüyle gerçeküstüyü de var etmeyi sürdürecektir. Gerçeğin ve gerçeküstünün sınırları yine birbiri ile karışmaya devam edecek ve sınırları evrenin varlığı gibi gelişerek, büyüyerek genişleyecektir.
Yaşar Kemal bütün yaşamını yazın’a adadı. Pirinç tarlasında, su bekçiliği yaparken, traktör şoförüyken, öğretmen vekilliği yaparken, pamuk toplarken, batöz ırgatlığı, biçerdöver sürücülüğü, tabelacılık, otuzun üzerinde farkı iş yaparken bile tek istediği yazmaktı. Yazmayı yaşam biçimine dönüştürmüş, yaşam biçimi yazmak olmuştu. Politikayla ilgisi bile yazın’a ilgisi nedeniyledir. Kimi zaman bu onu farklı uçlara doğru sürükler. Yaşar Kemal’den ideolojik değişimi çıkarın, evrensel ve destansı Yaşar Kemal kalır geriye. Kaldı ki bizi ilgilendiren de bu olağanüstü güzellikteki yapıtların yazarı Yaşar Kemal’dir. Yaşar Kemal’in içindeki ideolojik yanı oluşturan Yaşar Kemal için aynı şeyleri söylenemez.
Yazın insanı Yaşar Kemal başka, ideolojik söylemleriyle Yaşar Kemal başka. Okur biraz da yazınsal olanla siyasal olanı, birbirlerine karşıt olsalar da ayırabilmeli.
Alain Basquet’in Yaşar Kemal’le yaptığı nehir söyleşiyi okurken şunu görürsünüz, Yaşar Kemal soruları yanıtlarken bile anlattıklarını destanlaştırmaktadır.
Özdemir İnce Yaşar Kemal için şunları söyler. “Ne Yeni Roman, ne Beat Generation, ne minimalist romancılar, ne Borges, ne Calvino, ne Perec, Yaşar Kemal’in önemini azaltmıştır. Tam tersine, onların karşısında ve onların yanında İnce Memed’lerin, Akçasaz’ın Ağaları’nın, Kimsecik’lerin ve öteki romanların gerçek büyüklüğünü kavrayabiliriz.
Bu büyüklük bir Tolstoy, bir Dostoyevski, bir Balzac, bir Stendhal, bir Faulkner, bir John Dos Passos büyüklüğünden hiç geri değildir ve hiç çekinmeden ve kuşku duymadan söyleyebilirim, bir Gabriel García Márquez, bir İsmail Kadare büyüklüğünün epeyce önündedir. Edebiyatta böylesine karşılaştırmalar yapmanın saçmalığını elbette biliyorum, ama bu ülkenin, bu dilin yetiştirdiği en büyük yazarlardan birinin kendi ülkesinde gerçek değerinin bilinmemesi, bilinmek istenmemesi böyle bir saçmalığa başvurmama yol açıyor. Şunu bilmekte çok yarar var: günümüz Türk edebiyatının dünyada ciddiye alınmak için Yaşar Kemal’in büyüklüğüne gereksinimi vardır.”(6)
Özdemir İnce, Yaşar Kemal’in roman kahramanları olan, Toroslar’dan Çukurova’ya pamuk toplamak için inen Türkmen köylüleri ile Altın Post’un peşine düşen Argonaut’ların aslında farkı destanların kişileri olmalarına karşın, özünde aynı kişiler olduğunu öne sürer. Kral Priamos da bir dağ köyü kahvesinde ya da kayanın dibinde pusuya yatanla özdeşleşebileceğini, pekâlâ da Demirci Haydar Usta’nın da demir işleyen bir Olympos tanrısı olabileceğinin altını çizer.
Yine Özdemir İnce’ye göre, Yaşar Kemal “Tarihin sonunun geldiğinin savlandığı, aydınlanma düşüncesi ve logosun horlandığı, mitosun yerine simülasyonun piyasalandığı, hümanist ethosun yerine liberal ahlakın, yani dağ ve orman yasası ethosunun geçirildiği ve ‘son insan’ tanımlamasıyla insanın umutlarının kurutulduğu günümüzde, Yaşar Kemal hümanizmi”(7) temsil eder.
Alain Basquet’le yaptığı söyleşide okur üzerinde de durur Yaşar Kemal. Okurunun neyi sevdiğini ya da neyi okumak istediğini bilmediğini söyler. Yaptığı işi betimlerken, işini bu büyülü dünyada olup biteni anlatmak olarak tanımlar. Bunu da anlatının büyülü gerçekçiliğine kendini bırakarak yapar.
Türkiye bir büyük destancısını, Homeros’unu yitirmiştir.
Yaşar Kemal, Türkiye’nin Homeros’udur!
--------------------------------------
Alain Basquet, Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor-Alain Basquet ile Görüşmeler, Yapı Kredi Yayınları, 2004, s. 14
“Aşiretin ismi olan ‘Liva’nın anlamı ise Osmanlı yönetiminin ‘Liva’ yani Sancak/bayrak verdiği bir aşiretti. Barış zamanında bölgede güvenliğin sağlanması, savaş olduğunda da çok sayıda silahlı askerleri ile devletin yardımına koşuyordu aşiret. Aşiretin beylerine Gülhanbeyler deniliyordu. Aşiretin Kadirli’de görüştüğümüz mensuplarından Hasan Yücel Bey ‘Bizim aşiret Türk asıllıdır’ diye bilgiler verdi.” (Cezmi Yurtsever, Yaşar Kemal'in Babasının Mezar Taşında Yazılanlar, Adana 01 haber.com)
Basquet, a.g.e. s. 34
Yaşar Kemal Anadolu’da ‘Deli’nin anlamının yalnız deli olmadığını, yiğit, cömert, iyi anlamına geldiğini de yazar.
Kitabın yazılım süreci bu hesaplamanın dışındadır. İlk kitap üç ay gibi kısa bir sürede yazılmıştır.
Özdemir İnce, Yaşar Kemal Türkiye’dir, Gösteri, Kasım 1992, ozdemirince.com
İnce, agy.
Halit Payza
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR