Aylarca beklemiştim buzların erimesini.


Sonunda eridi… Göldeki sular mavili lacivertli gülümsedi; küçük küçük dalgalanmaya, tatlı tatlı tütmeye başladı. Karşıdaki ormanlardan kuşlar havalandı öbek öbek. Yeşeren yamaçlara sürüler salınmaya başladı.
Isındık.  Kırlar çiçeklendi.


Benim içimdeki çiçeklerse, soldu. Aylardır beklediğim bu günler, meğer her şeyin bitmekte olduğunu anlatan bir kötü son, hüzünlü bir tükeniş gibiymiş.  Ne kadar zorlasam da kendimi, çevremde olanı biteni, yaşadığım bunca acıyı, tatlıyı, mutluluğu, ayrılığı, arka arkaya birbirine bağlayıp kendi hikâyemi baştan sona kurmayı başaramıyorum.

 

Buzların eriyişi benim de tükenişim olmuş.


Dağılmışım. Epeyce yaşamış, çok günler görüp geçirmiş olmanın doğal bir sonucu mudur bu, taşlara, kayalara vurula vurula her yanımda açılmış yaralar mı zayıf düşürdü beni, sevdiğim insanın kapısına vurduğu kilit mi zihnimi işleyemez kıldı, bilemiyorum.
 

 

Buzlar eridi eriyeli, gözüm orada. Günlerdir bakıyorum. Hiçbir hareket yok kapıda. Sabah gün üzerine vurmadan açılan o kapı, bir açıldı mı, akşama kadar girenin çıkanın haddi hesabı olmazdı. Kaz, tavuk, dana, kuzu, inek, koyun, insan. Hele de o çocuklar. Gün yanığı yüzleri, hiç eksilmeyen sevinçli çığlıklarıyla bitip tükenmeyen yaşam kaynağıydılar. En küçüğün dünyaya gelişine bile tanıklık etmiştim. Önce mızıldanan, hiç durmaksızın altını dolduran bir et parçasıydı. Ne çabuk serpilip gelişti öyle. İlkin emekleyerek süründü odada, sonra ayağa kalktı.


Benim üzerinde de gezinmişti minicik elleri. Korkmuştum o zaman. Bir yerlerime bir şey yapacak, çekip koparacak diye çekinmiştim.


Başıma gelecek varmış. Taşlara kayalara vurdu o kadın beni. Her yerimde bir daha kapanmayacak yaralar açtı!
Sevdiğim adamın çocuklarını ondan hiç mi hiç kıskanmadım. Öyle olması gerektiğini söyleyen hikâyeler asla inandıramadı beni.


Kadının kıskançlığı, öfkesiyse, hiç bitmedi… Bağırıp çağırıyordu sevdiğime. “Bırakıp gidiyorsun her şeyi benim başıma; gecenin bir yarısına kadar çalıp söylüyorsun… Dünya umurunda değil… Bu hayvanlara kim bakacak, bu çayırları kim biçecek, bu otu samanı kim taşıyacak, bu çocukları kim doyuracak? Git! Son gidişin olsun…” Çarpıyordu kapıları arkamızdan…


Birbirini seven canlıları kıskanmak kadar kötü bir şey yoktur sanırım. Seveceksen sen de sev.  Kimi istiyorsan... Seveni çoğalandan sana düşen sevginin azalacağını kim söylemiş?


Benimle birlikteyken, hele de bir kalabalık dinliyorsa bizi… Farklı bir dünyanın insanı oluyordu sevgilim. Öyle zamanlarda, daha bir derinleşiyordu gözleri. Sesinde efsaneler, destanlar, masallar dile geliyordu. Göklere uçuyorduk birlikte. İçinde alagözlü balıkların yüzdüğü köpüklü nehirlerde taşlara vuruyorduk bağrımızı. Derin vadilerde yankılanan kurt sesleri oluyorduk. Akıncı atlarıyla terliyorduk bin bir renk çiçeğin açtığı uçsuz bucaksız çayırlarda.


Eve döndüğümüzdeyse, kıyametler kopuyordu. Zehir zıkkım oluyordu aldığımız nefes.


Sürükleyip götürdü sevdiğim adamı. “İstanbul, İstanbul” deyip duruyordu yıllardır. Çekip kopardı.


Öğrendi önceden gidenler. Sonradan gidenler de öğrenecek. Yaşam kökleri bu coğrafyada olanların hasreti hiç bitmeyecek. Köksüz bir yaşam neye benzer ki?


Her memleket dönüşü gözlerine farklı bir hüzün çökecek. Nicesini gördüm, nicesinin gözyaşlarını silmeye çalıştım.  
Uzun, çok uzun bir yol olduğunu biliyorum buradan İstanbul’a. Çocuklar haritalara, kitaplara bakıp hesaplamışlardı.
Severim yolculukları. Çocukluğumdan anımsadığım güzel şeylerden birisi de o uzun yolculuktur. Dünyaya gözümü açtığım o çam, çıra, kiraz kokulu odadan alıp çıkarmışlardı beni.


Sonradan bir trenin yük vagonu olduğunu öğrendiğim o koca odada, sarsıla sarsıla günlerce yolculuk yapmıştım. Nehir boylarında ağaçların salındığı köylerden, hiç durmamacasına sıcak rüzgârların estiği bozkırlardan, demir renkli dağların arasından geçerek geldik bu memlekete.  


Görür görmez de vuruldum güzelliğine. Göz alabildiğine uzanan karlı dağlar, çam ormanlarında esen hülyayı rüzgârlar, çağıldayarak akan nehirlerdeki köpüklü sular.


İlk evimde ben de şaşkındım, beni eline alanlar da… Benimle kolayca baş edebileğini sanmış olmalıydı, o sarı saçlı, mavi gözlü, hülyalı bakışlı öğretmen delikanlı.


İlk günlerde bana duyduğu sevginin yerini, çok geçmeden, umduğu o coşkulu birlikteliğe ulaşamamış olmanın düş kırıklığı almaya başlamıştı.


Yine de hep bir iç çekişiyle anmışımdır o mutlu günleri. Bağırtı çağırtı, kavga, kıskançlık yoktu en azından.


Ahırla bitişik, sıcak gübrenin o kötü kokusuyla, tezek dumanıyla dolup taşan küçük eve ilk geldiğim o kış gününü hayal meyal anımsıyorum. Her şey öyle kopuk ki birbirinden. Her şey öyle acı veriyor ki artık bana…


“Oğul neye verdin o kadar parayı bu kepçeye?” diye sormuştu bir ayağı biraz aksak, bir gözünün yarısına kan oturmuş bir ihtiyar adam.


Akşam iyice ilerlediğinde, gençlerle o ihtiyar adam yarı şaka yarı ciddi tartışmaya, arada tartışmayı kesip gülüşmeye başlamışlardı.


“Dede hele söyle bakalım, Tanrı erkek mi, dişi mi” diye sormuştu birisi. Esmer tenliydi soruyu soran; güldükçe bembeyaz dişleri parlıyordu. Yıllar oldu o güleç çocuğun adını unutalı.


Yıllar sonra o evdekileri tanıyanlardan öğrendim, onların da uzun zamandır İstanbul’a göçtüklerini. Bana kepçeliği yakıştıran o ihtiyarı da İstanbul öncesinde bir süre yaşadıkları, Ege kıyalarında bir kasabada toprağa vermişler. Evin emektarıymış adam. Yıllarca çift sürmüş, tırpan çekmiş bu yaylalarda. Çocuklara çam dallarından oyuncaklar, yürüteçler, kızaklar yapmış. Sıcak rüzgârlara, kıraç topraklara teslim etmişler bedenini.


Çok isterdim o emektar adamın bir kez daha gelip buraları görmesini, sevdiğim adamın yanındayken bana bakmasını… Sesimizi dinlemesini. Hele de o köy düğünlerindeki coşkumuzu.


Sevgilimin kendi türküleri de herkesin bildikleri de bir başka ses, bir başka anlam katardı yaşama.


Benim için her şey tükendi artık. Ne düğün, ne şenlik, ne efkârlı ve uzun akşamlardaki anason kokusu.


“Bir hışmınan geldi geçti/ Kiziroğlu Mustafa bey!”


Göl kenarındaki o lokantada onca duman ve gürültü içinde kulağımı hep dört açıp, her şeyi dinlemeye çalıştım. Bir akşam, lokantadaki kalabalığa benim ilk evimi anlatan o adam, varlıklı birine benziyordu. Beni görünce anımsamış olduğunu söylüyordu o günleri. O ilk akşamki tezek dumanlı söyleşide o da varmış meğer. Beni gösterip “buna benziyordu” demişti. Yıllar geçmişti aradan. Sevgilimin yanında çok farklıydım zaten. Açıkçası, ben de onu tanıyamadım. Ya o çok değişmişti, ya bendeki bellek yitimi daha o günlerden başlamıştı. 


Elinde defter kalem, not alıyordu bir yandan. Fıkraları, türküleri yazıyordu.


Sevgilime para vermesini ummuştum.  Eve parayla döndüğümüzde, o kıskanç kadının öfkesinin biraz yatışacağını biliyordum. Vermemişti. 


Karın bolca yağdığı, kazların kesildiği o günün akşamında, uzun oturmuştuk göl kenarındaki o lokantada. Bugün kazları kestik, şenlik yapacağız diye toplanmışlardı. Eski şenlikleri anlatmışlardı. Sergili odalarda lüks lambalarının yandığı, köyün kızlarının, delikanlılarının tulum sesinde bar tuttuğu o akşamları. Bana da gelirdi sıra; ben de farklı bir renk katardım türkülere, oyunlara…


Dalıp gitmişiz eski günlere, yitirdiğimiz geleneklerin anısına, gün be gün çoğalan içimizdeki efkârın çağrısına. Eve döndüğümüzde gece yarısını geçmiş olmalıydı zaman. Kadın yatmamıştı hâlâ. Sevgilimin uzattığı o buruşuk kâğıt paralara bakmadı bile. Gözü bendeydi.


Çekip aldı sevgilimin elinden. Soğuk moğuk dinlemeden, geceliğinin açıklığında pörsümüş memelerini sallayarak, koşarak indi gölün kenarına. Vurdu, vurdu beni taşa, kayaya; sonra da kaldırıp attı gölün buz gibi sularına! Dalgalar okşadı hırpalanmış bedenimi, rüzgâr sardı yaralarımı. Aldılar beni, uzaklara taşıdılar.  


Çok yalvardım, çok gözyaşı döktüm beni sevdiğim adamın evinin karşısına götürmeleri için.  “Unut artık onu” dediler, “ondan sana hayır yok!”


Günlerce ağladım, günlerce dil döktüm, son bir kez daha göreyim onu diye…


Beni buraya, sevgilimin evininin kilitli kapısını görebildiğim bu yere getirdikleri o gece tipi vardı. Göz gözü görmüyordu. Sabaha, kalın bir buz tabakası altında buldum kendimi.


Aylarca bekledim buzun erimesini.


Buzların erimesi, güneşin ısıtması, benim de tükenişim olmuş meğer.


Hiç olmazsa diyorum, o eli kalem tutan adam gelse yakınlara.  Bölük pörçük anımsadığım hikâyemi anlatsam. O da yazsa.


Henüz yazılacak ve okunacak bir şeyler varken

 

Alper Akçam

 

Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)