Burunsuz adam / Azad Karadereli
Burunsuz adam / Azad Karadereli
Kasabanın en büyük parkına giden cadde tıkalıydı. Hem araçlar hem yayalar neredeyse birbirinin üzerinde idi. Parkın ortasında adam boyu kaidenin üstüne konmuş dev heykel, bembeyaz Humayın ağından olan (buralarda böyle diyorlardı, ama niye, kimse bilmiyordu) bir bezle örtülmüştü. Heykelin karşısında on metre dikey, beş metre enine küçük ve dar bir tribün vardı. Heykelin önüne halılar döşenmişti. Heykelin tam altında en görünen yere yazılmış yazı göze çarpıyordu: "Millet kendi kahramanlarını tanımalıdır." Tribünün sağında ise şöyle bir slogan vardı: "Geçmişe tabancayla ateş açsan, gelecek seni topa tutar!" Burunsuz bir adam sol köşede, "Elin yiğit oğlu Çelik Mammed’e aşk olsun!" cümlesini okuyunca öğürdü. Sabah zorla içtiği bir bardak acı çay midesinden kaynayıp ağzına geldi; bu turşu suyu karışımı acı tattan kurtulmak için önce eliyle ağzını kapadı. Sonra hemen yanındaki gül ağacının arasına başını soktu ve "oooh" deyip ağzına gelmiş acı suyu güllerin dibine çağıltı ile döktü, kendine geldi. Cebinden mendili çıkartıp ağzını sildi, yaşarmış gözlerini ovarak mendili burnuna götürdü... Burun dedim... Bu adamı ayrıca tarif edelim: Öyleydi ki, ilk gördüğünde bakmaya korkuyordun. Gözlerinin akı kan rengindeydi. Burnu adeta yok gibiydi. Ama dikkatle bakınca anlaşılıyordu ki önce vardı! Daha sonra ne olmuşsa, bu önemli vücut üyesinin yarısı kaybolmuştu. Yerinde iki delik ve biraz da burun bedeli et parçası kalmıştı. Bir de yürürken biraz aksıyordu; bacağının biri hafifçe çekiyordu. “E, bu Polat mıdır, Demir midir, ya nedir, kendisi nerede?” “Ne dedin? Sana Polat mı lazımdı? Haahaaa...” İki adam, biri uzun, biri kısa boyluydu. 40 yaşlarında olanı hırıldayarak atmaca gibi onun karşısında durdular. Biri, boyca kısa olanı sanki insan değildi, maketti. Sanki yüzü pırıl parlayan bu adam beyaz mermerden yontulmuş, sonra elbise giydirip boğazına kravat takmışlardı. Ayaklarını da öyle atıyordu ki, neredeyse yeni sünnet edilmişti. Diğeri, - uzun boylu, dörtgen başı vücuduna yapışan, simsiyah sıfatından kibir yağan adam - elini beline koyup bezle örtülü heykeli süze süze heyecanla şöyle dedi: “Elimde fırsat olsa, çekici alıp henüz açılmamış bu heykeli kırıp dökerim, parçalayıp dağıtırım ağzına taşşa….ı koyarım! Böyle bir alçağın, vatan haininin nasıl heykeli yapılır!” Diğer adam aynı heyecanla konuştu: “Eto tebe nada?1 Doğrusu, sporcuların pek aklı olmuyor... Seni o zaman hangi akılla İl Kaymakam Yardımcısı yaptılar, anlamıyorum! Azizim, zaman bugün böyle istiyor, sen de zamanın kulu ol; yıllardır olduk… Biz Kaymakanlığın hizmetçisiyiz... Öl öl, kal kal! Vsyo2!” Bunu söylerken birden yüzünü burunsuz adamın suratına dayayıp meslektaşının böğrünü bastı: “A, a, buna bak! Bu cin şeytan alası adam nereden çıktı? Bunun burnu hani?” Uzun adamın elini itip gösterdiği tarafa baktı, hiç şaşırmadan: “Ne tupoy3 adamsan, a! Benimle dalga mı geçiyorsun! Benim spor üniversitesini bitirmemle dalga geçiyorsun ama sen demiryolu üniversitesinin rastov4 finalini zor kurtardın... Peki seni ne akılla o boyda snabjeniyanın5 başkanı yaptılar? Allah Bey'e6 rahmet etsin, senin gibiler yıktı onu... Neyse, bil ve her şeyden haberdar ol. Buraya gelenlerin çoğunluğu Çelik Mehmet'in savaşçı dostlarıdır. Eksiksiz hepsi burdadır. Ancak biz ikimiz onunla bir batalyonda7 dövüştüğümüzü gizledik. Neyleyelim, bu günden sabaha sağ kalacağımız belli değil. Keşke ölmeseydi, vraq narod8 olacaktı...” Bunu derken yüzünü gözünü iğrenirmiş gibi büzdü. Burunsuz adam uzaklaşarak kalabalığa karıştı. O, yavaş yavaş parkı dolduran kişilerde bir şeyi gözlemledi: Herkes bir boyda, bir biçimdeydi. Adamların hepsi birbirine öyle benziyordu ki neredeyse ikiz idiler. Yok, canım, ikizlerin birbirinden farklı yanları vardır. Bunlar sanki klonlanmış gibi tıpatıp benziyorlardı. Ağız, burun, (burun onun yaralı yeriydi deyin, oralarına daha çok dikkat etmişti) göz, (Allah, Allah, herkesin gözü boz-bulanık, hiçbir anlam ifade etmeyen cam sanki) çene, hatta dişlerine dek aynıydı. Gariptir ki, insanların dişleri de tamam yerindeydi, hepsinin ağzında pırıl pırıl parlıyordu. Birazdan bölgenin erkek kaymakamı ve onun kadın yardımcısı, arkalarından da savcı, polis müdürü, askeri komiser, eğitim müdürü, finans müdürü birlikte parka girdiler. Sadece bölgenin "Neşeli Hayat" gazetesinin baş editörü ortalıkta yoktu. Adamların fiskoslu konuşmalarından anlaşılıyordu ki editör haddini aşmış, kırmızı çizgiyi geçmiş, eğitimde süpürge alımındaki yolsuzluklar üzerine bir eleştiri yazısı yazmıştı. Bu yüzden çoktan kovulmuştu. Yerine de kaymakamın hemşerisi Nadir Masisli adlı birini koymuştular. O buradaydı ve elinde mikrofon, ses alma cihazı, yanında fotoğrafçısı, serçe gibi kaymakamın sağında solunda sıçrayıp duruyorlardı. Burunsuz adam uzaktan bu manzarayı izliyordu. Sanki parkta toplaşan hepsi birbirinin tıpkısı tüm bu insanlar kaymakamın ve onun kadın yardımcısının bilgisiyle burada olan seçilmiş insanlardı. Sanki herkes, erkek kaymakam ve kadın yardımcısının türemeleriydi. “Muhterem katılımcılar! Aziz halkım! Sevgili konuklar...” Kaymakam konuşmaya başlayınca burunsuz adamın dalağına sancı girdi. “Aziz halkım” diyen ses diğer anlamıyla, siz benim çocuklarımsınız demek istiyordu. Kasabanın öneminden, kuruluş tarihinden, kurucularından övgüyle söz etti. Sonra: “Bazı ağzı bozuklar diyor ki bizim ülkemizde yaşam düzeyi aşağıdadır. Maaşlar azdır vesaire… Ancak bu gerçek değildir azız halkım. Bizde maaşlar ve ikramiyeler düzenli biçimde artmaktadır. İkincisi kötü zamanlardır. Savaş zamanlarıdır. Size soruyorum:; Biz buraya böyle kalabalık ve coşku içinde niçin toplandık? Bir halk çocuğunun, bir vatan kahramanının anısını yaşatmak için…” Sesi o kadar üzüntülü çıktı ki herkes neredeyse gözyaşlarına boğuldu. “Biz aslında Polat’ın büstünü yapmayı çok uzun süredir planlıyorduk. Tam bu sırada adının açıklanmasını istemeyen bir iş adamı bize müracaat ederek onun heykelinin yapılması için yardım etmek istediğini söyledi. Bu altın kalpli vatansever adam belki de şu an sizin içinizdedir. Aşk olsun bu güzel insanlara, vatan evlatlarına…” Birbirine benzeyen toplanmış bütün halk bir ağızdan: “Aşk olsun!” diye bağırdı. “Şimdi yıl evvel Vatan toprakları uğruna canını vermiş Mamed Mamedov – Polat Mamed’in kavga arkadaşlarına söz veriyorum…” Kalabalıktan göğe doğru yine bir uğultu yükseldi. Öyle ki güçlü seslerinden yüzü örtülü heykelin açıkta kalmış bir ayağının titrediği görüldü. Kürsüye bu kez kalabalıktan sanki klonlanmış gibi diğerlerine benzer ve sesi kaymakamın sesinin tıpkısı birisi konuşmaya başladı: “Ben Polat’ın sağ koluydum. Biz düşmanla sizin sandığınız gibi öyle böyle dövüşmedik!” Kalabalık bu kez öyle uğuldadı ki sanki Şusa’nın9 işkalden kurtulduğu gündü bu gün. Burunsuz adam ise kenarda sessizce olup bitenleri izliyordu. Ona göre bu adam sahtekardı. Her şey olurdu bu adamdan ama bir tek savaşçı kahraman olamazdı! “Bir defasında Serseng10 bölgesinde bir Ermeni yakaladık. Adam acından ölüyordu. Bizim tarafa kaçmıştı. Vallahi çok açtı. Acından ölüyordu köpek oğlu. Polat Mamed onun bileğini tutarken ne kadar sıkmışsa kolu neredeyse kırıyordu. Ermeni, kardaş ömrüne kurban olurum, beni öldürme, bildiğim her şeyi size söylerim, istediğiniz bilgiyi veririm, dedi ve verdi de! Onun bilgisiyle bir hucüm ettik Yerevana11 kadar… Yok yok düzeltirim İrivan’a kadar gittik… Tam gidiyorduk ki…” Kalabalık askeri bir talimdeymiş gibi şappıldayarak ayak değiştirdi. Kaymakam, gülümseyerek, nezaketi elden bırakmadan konuşmacının sözünü kesti, mikrofonu elinden aldı: “Teşekkür, çok teşekkür! Niyetin nere menzilin ora! İnşallah gelen sefere orayı da alırsınız! Şimdi Mamed Mamedov’un kahraman hayat yoldaşı Medine hanıma söz veriyorum!” Vay ki vay! Bu kez ayaklar uygun adım yürüyormuş gibi sesle yer değiştirdi. Burunsuz adam bu kez bir kütüğün üzerine çıkıp merakla kadına bakmaya başladı. Maşallah! Kadın ki ne kadın! Sanki bir moda yarışmasına katılan manken! Takmış takıştırmış, son moda giyinmişti. Dudaklarını doktora gidip şişirtmişti bile. “Ben… Ben size… Poladımdan, yiğidimden ne anlatabilirim ki! O hem kahraman hem iyi bir aile babasıydı. Savaşın en çetin dönemlerinde bile ailesini unutmadı. Bizi parasız pulsuz bırakmadı. Bakın kaç yıldır şehit oldu ama her ay maaşı düzenli olarak verilir. O bizim bölgemizin en büyük kahramanı idi. Sovyet ordusunun ülkemizden çıkmaya başladığı zamanlardı. Bir gece heyecanla kan revan içinde geldi. Kasabadaki Sovyet garnizonunu basıp silahlarını alacaklarını söyledi. Benimle çocuklarla vedalaştı. Gidip de dönmemek vardı. Sonra duyduk ki başarmış. Silahları ele geçirmişler. Götürüp komutanlığa teslim etmişler. Bunun için hükümetimiz tarafından ödüllendirildi. Şimdi o yok! Ama heykelle geri geldi. Hükümetimiz, kaymakamımız sağ olsun…” Burunsuz adam hıçkırıklarla ağlamamak için eliyle ağzını kapamıştı. *** Kasabanın tek düğün salonunda büyük bir şölendi. Kaymakam, onun yardımcısı, parktan gelen konuklar, Polat Mammedin asker arkadaşları, eşi, çocukları misafirler arasındaydı. Kaymakam ve yardımcısının tıpkısı insanlar da buradaydı. Sofrada sulu yemeklerden kebaba, dana pastırmasından salataya, tatlılara dek her şey vardı. İçkiler, şaraplar, maden suları insana gel beni iç diyordu. Uzun adamla kısa adam burunsuz adama yarenlik ediyor, ona votka dolduruyor, yemek getiriyordu. Beşinci ya da altıncı kadehten sonra kısa boylu adam burunsuz adama tuhaf bir soru sordu: “Siz Polad Mammed’le hangi cephede dövüşmüştünüz? Ağdere’de12 mi, Murov’da13 mı?” Burunsuz adam başına diktiği kadehi birden masaya koydu. Bir parça salatalık turşusunu ağzına atıp çiğnedi. Sonra kutsal kitapta yazdığı söylenen bir cümleyi dilinde dolaştırdı. (O cümlede, “Kadir tanrım, dudaklarımı aralamağı nasip et ki sana dua edebilelim!”) ya da burnunu çekip, (“Burnunu çekip” demek doğru değil; adamın burnu yoktu ki!) üzüntülü bir sesle konuştu: “Biz Serseng deryası denen yerde savaşıyorduk. Ben, silah teçhizat donanmış beş adamla düşmanı arkadan dolanmıştım. En şiddetli biçimde tüm silahlarımızla düşmana ateş edip dikkatini üzerimize çekmeliydik. Esas kuvvetlerimiz de fırsattan yararlanıp önden düşmanın üzerine atılmalıydı.” Kısa boylu adamın iri bir parça ısırdığı tavuk budu elinde kalmıştı. Kımıldayamıyordu. Ağzındakini de çiğnemeyi korkuyordu. Burunsuz adamın konuşmasını anlamaya çalışıyordu. Burunsuz adam ise açılmış, coşkuyla anlatıyordu: “Önceden kararlaştırdığımız gibi sabahın köründe saat tam beşte işaret fişeği attık. Sonra birbirimizden yüz metre aralıkla kalabalık görünmek için her çeşit silahla ateş etmeye başladık. Karşımızda kocaman bir ordu vardı nerdeyse. Biz ise vur tut beş altı adamdık. Sık sık yer değiştirerek ateşe devam ediyorduk. Değişik silahlardan ateş etmemiz onları da kalabalık olduğumuza inandırmış, şaşırtmıştı. Bunun için son sürat üstümüze gelip en ağır silahlarla bize ateş etmeye başladılar. Kısa keseyim… Askerlerden ikisi öldü, biri kaçtı. Kaldık üç asker. Ben benden genç olan askeri yanıma alıp telsizle durumu bizimkilere anlatmaya çalışıyordum. Ancak yanıt alamıyordum. Biraz sonra diğer asker de vuruldu. Kaçak Kerim’le ben kaldık. (Bu Kaçak kerim kuş gibi uçar, tazı gibi koşardı; bunun için bu adı vermiştik.) Kaçak Kerim son şarjörü de boşalttı ve: “Kardaşım…” dedi. “ Bizimkiler şimdiye dek buralarda olmalıydı. Neyleyek?” Bomba atar tüfeğimdeki son bombaları da atarak bağırdım: “Son güllemize dek vuruşacağız!” Tam bu anda Kerim ayağını yere vurup on metre geri sonra ileri fırladı ki tam havadayken bir bomba üzerinde patladı. Gelip üstüme düştü. Ondan sonrasından haberim yok. Ayıldığımda gördüm ki burnumu bir düşman mermisi, peynir keser gibi kesip atmış!” “Aha… Oradan ne zaman kurtuldunuz?” Burunsuz adam bir süre sustu. Duygusallaşmıştı. Yere baktı. “Ben bir zamanlar, Ermenilerin komutanlarından olan Bano’yu, bize esir düştüğünde komutanlarımdan gizlice, esir değişiminde serbest bırakmıştım. Onun bana bir can borcu vardı. Gece yaramı sardırdı. Günlerce ilgilendi ve bizim sınıra getirip bıraktı beni…” Herkes gitmişti. Uzun salonda yalnız üç adam vardı. İçip konuşuyorlardı. Daha doğrusu konuşan burunsuz adamdı, uzun ve kısa adam dinliyordu. “Bizim tarafa geçtiğimde öğrendim ki bizi kayıp/şehit yazmışlar. Ölümümden sonra cinayet davası açmışlar… Allah şahidimdir ki düşmanın arkasına dolanma emrinde kumandanın haberi vardı.” Burunsuz adam neredeyse ağlayacaktı. Uzun sözünün ardını getiremedi. Araya kısa boylu adam girerek: “Polad Mammed de bu altı askerin içinde miydi?” Burunsuz adam kimsenin tanımasını istemiyormuş gibi yüzünü saklayacak biçimde yere eğdi, mırıldanarak konuştu: “Görmedim onu. Neyse… Bir adamda askere gitmeden önce biraz param vardı. (Bir zengin kişinin savaşta şehit olmuş evladının Ermenilerde kalmış cesedini geri alırken Bano ile yarıya böldüğümüz bir paraydı bu!) Pulun bir hissesini eve gönderdim ki avrat çoluk çocuk aç kalmasın. Kalanıyla da, - şimdiki parayla bayağı yüklü paraydı- bir uçağa atlayıp İstanbul’a gittim. İstanbul’un Pendik denilen semtinde Yüzüncü Yıl Hastanesine yattım. Yüzümün derisini tedavi ettiler, barut yanığını, delikleri silmeye çalıştılar. Yüzümden aldıkları bir deri parçasıyla da burnumu bu kadar tedavi ettiler. Yıllardır oradaydım. Elimdeki parayı işe koydum. Bir Türk abim var. Sağ olsun el ele verip iyi para kazandık. İşte şimdi kaymakamın açtığı büstü paraya çeviren de bizim adsız hesabımızdan gelen paraydı!” “Arkadaş, senin adın ne? Adını sormayı unuttuk!” Burunsuz adam bu kez yüzünü saklamayacak biçimde başını kaldırdı ve kısa boylu adamı hiddetle süzdü. Ona sessizce bağırıyordu sanki: “Sen ne anlamaz adamsın, a salak!” Kısa boylu adam, bu tuhaf hikâyeden ve sonuçtan altını ıslatacak kadar korkmuştu. Burunsuz adam ise onların varlığını unutmuş gibiydi. Sofradan kalktıktan sonra heykelin ayağına yaslanıp aşağıdan yukarıya daha iyi tanımak için bakıyordu. * Birbirine benzeyen ve birbirini hoş eden kalabalık bir yerden emir almış gibi nasıl gelmişse öyle gitmişti. Uzun ve kısa burunsuz adamla baş başa kalmışlardı. Ne gidebiliyor, ne de yakınlaşabiliyorlardı; onun sessiz haykırtısı kulaklarından gitmiyordu. Uzun süre örtünün altında sıkılmış heykel şimdi bir elinde kumbara bir eline tüfek (böyle bir heykeli Sovyet yönetiminde görmüştü!) ayaklarını aralamış dileniyordu sanki. Birden patlayan bir top sesiyle irkildiler. Burunsuz adam, “yere!” diyerek kendini attı, başını ellerinin arasına aldı. Uzunla kısa da bu emirle yere atlamıştı. Oysa bu top sesinin gökyüzünde patlayan havaifişek olduğunu biliyorlardı. “Uzaktan sevinçli “Hurra!” sesleri işitiliyordu. (Azerbaycan Türkçesinden Türkiye Türkçesine çeviren: Ahmet Yıldız) 1 Eto tibe nada? (Rusça) “Bu sana lazım mıdır?” 2Vsyo (Rusça) Kurtardı 3Tupoy (Rusça) Kanmaz, anlamaz 4Snabjeniya (Rusça) şirket 5Rostov – Rusiyada şehir 6Elçibey – Azerbaycan eski cumhurbaşkanı (ona sadece Bey diyorlardı) 7Batalyon - Madalyon 8Vrak narod (Rusça) Halk düşmanı 9Şuşa – Azerbaycanda şehir, Ermeni işgalindedir 10Serseng – derya, Ermeni işgalindedir 11Yerevan – Ermenistanın başkenti, 1918 yıla kadar Azerbaycan şehri olmuş. 12Ağdere – Azerbaycanda ilçe, Ermeni işgalindedir 13Murov – dağ adı Azad Karadereli Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR