Bir Taksiye Sığan Dünya Dünyaya Sığmayan Bir Taksi / Osman Çutsay
Frankfurt bir dünya şehri ve paranın, özellikle de Avrupa parasının merkezi. Yazarsınız, ama yaşamınızı, hepimiz gibi, başka alanlardan kazanmak zorundasınız. “Taksici” olmak, sizce yazarlık duygusunu, daha doğrusu yazma iştahını her zaman kışkırtır mı? Yorgunluğu bir yana, her gün birbirine benzemeyen mesleklerden onlarca insanla yüz yüze geliyorsunuz, onları dinliyorsunuz, bütün bunlar sizde, tanıklıklarınızı ve çıkardığınız sonuçları yazıya dökme gereksinimi doğurmuyor mu? SELÇUK ÜLGER - Bir gerçeğin altını çizerek başlayayım sorunuzun yanıtına. Yazarlık duygusunun veya yazma iştahının kışkırması için yazınsal yapıtlarla mutlaka bir iç içeliğimizin olması gerekir. Aksi halde, mesleğimiz yazma konusunda bize istediği kadar cömert malzeme sunsun, yazma yatkınlığımızı artıran nitelikli eserlerin ince eleğinden geçmeden hiçbir konuda kalem oynatamayız. Öyleyse, bizi besleyen, bize dil bilinci kazandıran yapıtları yutarcasına okumak, içeriği üzerinde düşünmek, önemli bulduğumuz bölümlerini özenle not etmek gibi alışkanlıklarımızın olması gerekiyor ilkin. Alman eğitim sisteminin önemli bir parçası olan anaokullarında gözlemlediğim ilk şey, eğitimcilerin, o minnacık çocukların ellerine her fırsatta rengârenk kağıtlar, kalemler tutuşturmaları olmuştu. Minik parmaklarının arasına kalemi alan çocuk, masasına çöküp kendince kağıda birşeyler karalıyordu. Demek ki, ilerki yaşlarda patlayacak birçok hevesin ilk tohumları, çocukların bilinçaltlarının kıvrımlarına ta o günlerden bırakılıyor. Abartmıyorum, Alman eğitiminin ince imbiğinden geçen bütün çocukların anaokulundan başlayarak kısa zamanda edindiği disipline, bizim gibi el yordamıyla büyütülmüş insanlar yirmili yaşlarında dahi ulaşamıyor. Küçük sırt çantasında not defteri taşımaya başladığında tek rakamlı yaşlarındaydı oğlum henüz. İmrenilir bir düzen içindeki sırt çantasını şaşkınlıkla hayran hayran izlerdim. Bu benimle yapılan ilk söyleşi, heyecanlıyım. Sorunuzun çerçevesinden uzaklaşıp konuyu dağıttım sanırım biraz. Yeniden sorunuza dönüyorum. YAZI DOĞURAN KENT VE MESLEK Kapitalizmin özeti diye tanımlayabileceğimiz bir banka ve tecim kenti olan Frankfurt’ta taksi sürücüsü olmak, yazmaya hevesli birisi için gerçekten bulunmaz bir hazine. Çünkü, her gün, her renkten, her dilden on binlerce insanın arı kovanı gibi girip çıktığı bir kent Frankfurt. Dakika başı birkaç uçağın inip kalktığı havalimanı Almanya’nın, uluslararası endüstriyel ve kültürel içerikli devasa buluşumların gerçekleştiği fuarı ise dünyanın en büyük fuarı. Bu yüzden kentin kendine özgü, çokkültürlü bir insan dokusu var. Taksici gözüyle baktığımızda “insan dokusu” yerine “müşteri dokusu” terimini de kullanabiliriz. Taksime aldığım değişik meslekten, değişik kültürlerden birçok müşteri, taksi dışında belki de yolumun hiç kesişmeyeceği, yüz yüze gelmemin olanaksız olduğu türden insanlar. Kimi zaman bu insanlarla (trafiğe de takılırsanız, görece kısa sayılamayacak) bir zaman dilimini paylaşıyor, onlarla sohbet etme, onları dinleme, gözlemleme olanağı buluyorsunuz. Tabii, taksi sürücüsü olarak bu ilginç karşılaşmaların sohbetlerin konusunu belirlemek, sohbet içeriğini ete kemiğe büründürmek biraz da size bağlı. Özellikle Almanya gibi endüstriyel kapitalizmin azgın çarklarıyla yürüyen ülkelerde zaman çok kıymetli. Ve bunun yediden yetmişe herkes farkında. Zaman yönetme sanatını üniversitelerde ders olarak okumuş, her saniyesinin değerinin farkında olan, elinde birkaç iletişim aygıtıyla taksiye binen, elleri dizüstü bilgasayarın tuşlarında, kulağı telefonda, hep bir yerlere yetişme baskısı içinde olan müşterilerin çoğu, boş yere konuşmak, zaman savurganlığı yapmak istemiyorlar. Taksi sürücüsü de olsanız, yaşamın o büyük dolaşımının farkında olup olmadığınıza, değeri olan sözler edip etmediğinize bakıyorlar ilkin. Değişik konularda size yönelttikleri sorulara verdiğiniz yanıtlarınız, sizin onlara sorduklarınız bir anlam ve ilginçlik taşıyorsa eğer, sizin taksi sürücüsü olmanız, karşınızdakinin statüsünün sizden daha yüksek olması vs önemini anında yitiriyor. Sohbetiniz kısa sürede basit bir soru yanıt düzeyinden, bilgi ve deneyim paylaşımına evriliyor. Ve eşit göz hizasıyla sürüyor. Bu hava her zaman, herkesle oluşmuyor doğal olarak. O kısa taksi yolculuklarının tanışmaları ve sohbetleri, karşılıklı merakla, istekle başlar ve sürerse güzelleşiyor, samimileşiyor ve bir derinlik kazanıyor. Öğrenmek istediğiniz konuları karşımızdakine uygun bir biçemle, sıkmadan sormanız gerekiyor. Kabuğun altındaki besinleri çıkartmak için ağacın gövdesini durmaksınız gagalayan bir ağaçkakan gibi olmak çok önemli. Yirmi beş yıla yaklaşan taksicilik yaşamımda yazmaya değer, birbirinden ilginç birçok anım var. Bazıları gerçekten çok az insanın rastlayacağı türden. Bunları yazıya dökme gereksinimi de zaten bu noktada doğuyor. O ilginç ve sıradışı anıların uçup kaybolmasına içiniz razı gelmiyor. Ve “Bu yaşanmışlıkların özgünlüğünü hiç bozmadan, gerçeklikleri örselemeden ve bütün yalınlığıyla beyaz kağıda nasıl dökerim” kaygısıyla kıvranıyorsunuz. Arabamda benimle yüz binlerce kilometre yol alan not defterlerim, kitaplığımın çekmecelerindeki tozlu dosyalarım, yazılmayı bekleyen taslak metinlerle dolu. Bazen birden başlayan yağmur gibi bir coşku dalgası geliyor, parça bölük notlarımı önüme serip yazmaya başlıyorum. Yazdıklarımı bir süre dinlendirdikten sonra tekrar elime alıp okuyorum. Ve hiç beğenemiyorum. Yıllar önce edebiyat dergilerine heyecanla yazıp yolladığım, yayımlanacağı günü dört gözle beklediğim yazılarımı çok beğenirdim oysa. Şimdi, biraz farklı bakıyorum. OKUMAK VE DENEYİM BEĞENİYİ ZORLUYOR İnsan okudukça, deneyim kazandıkça seçicileşiyor. Kalitesiz piyasa şiirlerine, çalakalem yazılmış kitaplara katlanamaz oluyor. Kendi ürünlerini de zor beğeniyor. Yazdıklarımı okuyan biri, anlattıklarımı benim gibi bütün canlılığıyla duyumsasın, istiyorum. Zaten yazmanın çileli bir sanat olduğunu da bu noktada anlıyor insan. Yazmak, birikim, altyapı ve dil bilinci yanında, derinliklerinizde gizlenmiş iç sesinizin bir kağıt üstünde ürkmeden yazıya dönüşeceği sakin bir zaman dilimi de gereksiniyor. Gün boyu iş, aş peşinde koşturmaktan yorgun düşmüş bir beden ve ruh haliyle, yazmak için gerekli o kutsal zamanı yaratmak her zaman kolay olmuyor. Taksiciliği oturarak yapılan çok kolay bir iş sananlar yanılıyorlar; sanılanın aksine yorucu ve gün boyu sincap dikkati isteyen bir uğraş. Fakat söylemeden geçmeyeyim: Taksiciliğin kazandırdığı o sincap dikkati kimi zaman, sıradan görünen olaylardan sarsıcı öyküler sağan bir sanat büyüteci görevini de üstleniyor... SELÇUK ÜLGER - Önceliği göçmen kökenli taksicilere vererek yanıtlıyorum bu sorunuzu. Zaten Alman sürücülerin çoğunluğu, cep harçlıklarını çıkarmak için akşam saatlerinde direksiyon başına geçen üniversite öğrencileri. Diğerleri de zorunlu eğitimini tamamlamış, başka meslekler öğrenmiş, ama öğrendiği mesleğini çeşitli nedenlerle sürdürememiş Almanlar... Frankfurt’ta göçmen taksicilerinin eğitim ve kültür düzeyi, sizin de belirtiğiniz gibi gerçekten yüksekti. Dikkat ederseniz “-ti” eki kullandım. Çünkü bu saptamanız 2000’li yıllara kadar doğruydu. Yetmişli yılların sonunda İran’daki gerici Humeyni rejiminde nefessiz kalıp kaçan İranlı üniversite öğrencileri, aydınlar, yine seksenli yıllarda ülkemizdeki ABD yanlısı darbecilerin sürek avlarından, işkencelerinden kaçan politik bilinci yüksek, eğitimli aydınlarımız, Avrupa’ya, özellikle de Almanya’ya sığındılar. Kısa zaman sonra, yurtlarındaki can korkusu Almanya’da yerini maddi sıkıntılara, geçim kaygılarına bıraktı. Ellerindeki diplomaları tanınmadı. Dil öğrenip bir Alman üniversitesinde yeniden sınava girmeleri istendi. Sığındıkları ülkede meslek kariyerleri bir anda sıfırlandı. Bu nitelikli insanlar, yaşamlarını kurmak, geçimlerini sağlamak için meslekleriyle ilgisi olmayan, çabuk para kazanabilecekleri işlere yöneldiler. Taksicilik de bunlardan biriydi. Önce zar zor dil öğrendiler, ardından yaşadıkları kentin yaşamına katıldılar, o kentin yollarını, sokaklarını öğrendiler. Daha önceden gelmiş işçi akrabalarının, dostlarının destekleri ve önerileriyle yüzlerce caddenin, sokağın adını ezber edip taksi sürücü belgesi aldılar. Ve işlerine dört elle sarıldılar. Çünkü, birçoğunun zor zamanlarına atılmış bir can simidi oldu taksi sürücülüğü. Göçmen kökenli bütün taksiciler, zorunlu göç eden bu aydın kesimden hayli etkilediler. Hiç okuma alışkanlığı olmayanlar bile eline kitap, gazete alır oldu... BÜTÜN BİR DÜNYA ASLINDA Almanya’ya geldiğimin ilk yıllarında hafta sonları ek gelir olsun diye sürücülüğe başlamıştım. O yıllar, bu politik (sürgün) göçmenlerin birçoğuyla tanıştım, dostluklar kurdum. Taksi durakları, yazar, öğretmen, mühendis, doktor, mimar, sosyolog, ressam... olan Türk, Kürt, Yunan, İranlı, Arap taksicilerle doluydu. Duraklar bir okul gibiydi. Çok şey öğrenirdiniz onlarla girdiğiniz tartışmalardan, sohbetlerden... Fakat, son yıllarda durum çok değişti. Göçmen kalitesindeki hızlı düşüşe koşut olarak, taksicilik mesleğinde de düzey oldukça düştü. Avrupa’da son yirmi beş yılda hızla örgütlenen, siyasallaşan din odaklı dernekler, yaşam alanlarını ve maddi çıkarlarını sağlama almak için, inançlı insanlarımızın çoğunu sosyal yaşamdan acımasızca çekip aldılar. Hegel’lerin, Kant’ların, Goethe’lerin, Schiller’lerin aydınlattığı refah içindeki bir ülkede, loş ışıklı merdiven altı derneklerde, cennet müjdesi, cehennem korkularıyla insanlarımızı aldatıp, yaşadığı topluma düşman ettiler. Kendilerine benzemeyen herkesi düşman ilan ettiler. Ayrı din ve inanış gruplarından olmayan göçmen kaderdaşlarına karşı bile ayrımcılık güttüler. Johann Heinrich Pestalozzi’lerin ömürlerini feda ederek geliştirdiği çağdaş eğitim sisteminden, “günaha girmemek” adına özellikle kız çocuklarını çekip aldılar. Eğitimsizliği, uyumsuzluğu kutsadılar. Onların yetiştirdiği yeni kuşak, ne yazık ki, aydınlanmanın merkezine değil, çöl karanlığına döndü yüzünü. Göçmenlerin büyük çoğunluğundaki bu gerici dönüşüm ve Alman toplumuna hızla yabancılaşma, Almanlarda zaten başından beri var olan, ama sivil derneklerin yıllar süren büyük çabalarla azaltmayı başardığı, “Sen benden değilsin!” fikrini son yıllarda güçlü bir şekilde yeniden hortlattı. Yine konumuzdan koptum gibi. İçim dolmuş demek ki! Yine de en iyisi karamsar tablolardan uzak durup, edebiyatın dingin limanına sığınmak... Ne diyordum, başladığım yıllarda taksicilik gerçekten daha güzeldi. Göçmen taksicileri benimsemeleri her ne kadar zaman aldıysa da, Alman sürücülerin hepimizde saygınlık uyandıran bir görünümü vardı. Her durakta, siyah ton uyumlu giysileriyle arabalarının camlarını titizce temizlerken görürdüm onları. İşleri bitince koltuklarına kibarca otururlar, direksiyona yasladıkları gazeteleri, kitapları büyük bir ciddiyetle saatlerce okurlardı. Acemi günlerimde, bilmediğim bir sokağın nerede olduğunu sormaya iner, ama rahatsız ederim kaygısıyla camlarını tıklatmaya bile çekinir, soramadan geri arabama döner haritaya bakardım. Alman meslektaşlarımla sohbet etme aşamasına gelmem hayli zaman aldı. O eski sürücülerden ilerlemiş yaşlarına rağmen bugün bile mesleğini sürdürenler var. Onları gümüş saçlarıyla, kalın gözlükleriyle hâlâ direksiyona yasladıkları kitaplarını derin derin okurken görüyorum... Ben de Almanya’ya aslında Türkiye’de aldığım diplomamı tanıtmak, ziraat mühendisliği alanında doktora yapmak ereğiyle gelmiştim. Fakat olmadı. Frankfurt gibi ateş pahası bir kente düştüm. Yalnızdım. Burs olanakları o yıllarda çok kısıtlıydı. Biraz para kazanayım, ilerki yıllarda diplomamı tanıtır, doktoramı yaparım, diyerek değişik işlerde çalışmaya başladım. Ardından taksi ehliyeti yapıp bu işe geçtim. Taksicilik mesleği benim hem kurtarıcım, hem de akademik yaşam hayalimin mezarı oldu. Bunu pişmanlık duyduğum için söylemiyorum. Birçok olumsuzluğuna rağmen okumaya, yazmaya zaman ayırabildiğim renkli bir uğraş taksi sürücülüğü. Geçen yirmi beş yılım -iyilerin ağırlıkta olduğu- ilginç anılarla dolu. Çölleşmesine, sıradanlaşmasına asla fırsat vermediğim, her ânına anlam katmaya çalıştığım bir yaşamım, her milletten beni anlayan güleç yüzlü dostlarım, meslektaşlarım, bana omuz veren karım, kendi yolunu kendi kararlarıyla çizen üniversite öğrencisi bir oğlum var... Nâzım Hikmet’imizin dediği gibi: ‘‘Mutluyum insan olmaktan...’’ KİTABIMIN ÖYKÜSÜ Kaynak Yayınlarınca, 2 yıl önce İstanbul’da yayımlanan kitabıma gelince... Macaristan’dan Frankfurt’a iş için gelen ak saçlı, şirket yöneticisi bir bayan müşterimle, Macar şair Atilla Jozsef’in çok sevdiğim şiirlerinden biri olan “Anne” şiirinin yol verdiği bir dostluğumuz başladı. Şiir ve edebiyat sohbetiyle açılan bu dostluk, 2005 yılında beni ailemle Budapeşte’ye götürdü. Budapeşte’de dostumuzun konuğu olduk. Ardından değişik Macar kentlerini gezdik. Güzel anılar edindik. Bu ziyarette, Nâzım Hikmetimizin izlerinden de yürüdük. Şair Attila’nın genç yaşta intihar ettiği tren istasyonunda gözyaşlarıyla dolaştık. Kitaplı asker lakaplı büyük ozanları Şandor Petöfi’nin doğduğu köyde (Kişköröş) onun şiirlerini şarabımıza meze yaptık. Bu ve benzer dostlukların yaşamıma ağan izdüşümlerini, adını Nâzım Hikmet’in Macaristan’da yazdığı ünlü bir şiirinden alan “Kavanozdaki Yürek” adlı ilk kitabımda yazdım. Ayrıntıya girmeyeceğim. Kitaba yol açan dostlukların, yaşanmışlıkların anı-öyküleri kitaptan okunabilir... Sorunuzun son kısmındaki, öğrenim düzeyi ve meslek çarpışmasından doğan “edebiyat gücü” betimlemenizin çok güzel olduğunu vurgulayarak bu konudaki görüşlerimi de anlatayım. Herkes tanık olduğu olayları, bilgisi, birikimi ölçüsünde, yaşama nereden bakıyorsa, oradan yargılıyor, değerlendiriyor. Edebiyat duyarlılığı ve edebiyat gücü kavramları üzerinde henüz büyük laflar edebilecek yetkinliğe ulaştığımı sanmıyorum. Söyleyeceklerim kendi deneyimlerimle sınırlı. Bir de büyük yazarlarımızdan okuduklarımla... Yazı üreten birinin öğrenim düzeyi, ne iş yaptığı, sosyal çevresi de tabii ki önemli bir unsur. Fakat, yazınsal bir yapıt için en başta gereksinilen şey, dil bilinci, estetik bilinç, temiz bir yürek ve bağımsız bir vicdan... Edebiyat gücünü gerçeklikten ve bu saydıklarımdan alıyor kanımca. Yoksa Sabahattin Ali’nin bugün bile döne döne okunmasını hangi gerekçelerle açıklayabilirdik. Yaratılan eser, temiz bir yüreğin her satırda küt küt vuruş seslerini barındırırsa okunur oluyor. Aksi halde, duygu dünyamıza seslenmeyen, ayakları yere basmayan, bizim toprağımıza yabancı, soğuk ve eşek yükü kof bilgiler yığınından başka bir şey ifade etmiyor yazılanlar... Nitelikli eserler okumak insanı çevresine biraz daha keskin gözlerle, daha doğrusu sanat gözüyle baktırıyor; olayların on adım gerisini, on adım sonrasını o gözle bakınca daha kolay sezinliyorsunuz. Ve sezgileriniz sizi çoğu kez yanıltmıyor. Sayıları az da olsa, kaleme alma cesareti gösterdiğim yazılarımı, meslekte keskinleşen gözlerimin bir kısmını sanat gözü olarak kullanabilme yetime bağlıyorum. Yaşamın her alanı, insana özgü bütün haller, sürdürdüğüm mesleğimin etkilerinden de olmalı beni çok ilgilendiriyor. GÜNLÜK YAŞAM EĞİTİMİ Ayrıca müşteri olarak binen her türlü insanın, yalanlarına, doğrularına, ikiyüzlülüklerine, şövalyeliklerine, alçaklıklarına, yüceliklerine... yakından tanık oldukça, insanları tanıma yeteneğimin, sezgilerimin zaman zaman bir hayvanınki kadar geliştiğini duyumsuyorum. Tanıştığım, söyleştiğim, yüzünü bir daha hiç göremeyeceğim yaşlı insanların, İkinci Dünya Savaşı günlerine ilişkin ipucu sayılacak kadar kısa sözlerle, yutkuna yutkuna anlattıklarından, geniş çıkarımlar yapabiliyorum. Farkında değiller ama, her biri Heinrich Böll romanlarının bir kahramanı gibi konuşuyor bana. Hem de hiç farkında olmadan, bazen kafamda gezdirdiğim bir yazı taslağının birkaç tümcesini, bazen güzel bir öykünün en vurucu kısmını, oturdukları sıcak koltuğun üzerinde bırakıp gidiyorlar. Bir Türk taksi sürücüsünün, Stalingrad savaşından dönen Alman askerinin ruh halini düşünebileceğini akıllarının ucundan bile geçirmiyorlar anlatırlarken. En çok sevdiğim müşteri grubu, bu savaş kuşağı insanlar. Acılar yaşadıkları, acılar yaşattıkları için, her birinde onlarca öykü gizlidir. Ama artık son yıllarda onlar da tükendi... İnsan en iyi bildiği, göz tanıklığı ettiği konuları yazmalı bence. Ben bunu yapmaya çalışıyorum. Zaten usta yazarların önerdiği de budur. Dostum, hocam Fakir Baykurt bir gün, “Enişte beni iyi dinle!” dedi, “Âlim unutmuş, kalem unutmamış! Yanında hep not defteri bulundur. Yazı malzemesi akıyor taksine, kaçırmadan hemen not et, unutursun yoksa!” Onun öğüdünü hemen tutmadığım için, taksiciliğimin toy yıllarında uçup gitmiştir birçok değerli öykü. İnsan deneyim kazandıkça, sıradan görünen yaşanmışlıkların bile içinde derin öyküler barındırdığını görmeye başlıyor... Behçet Necatigil ne güzel özetler bir dizesinde bu durumu: “Asıl şiirler bekler bazı yaşları...” Gerçekten de bekliyor asıl şiirler bazı yaşları... Taksi sürerken, yani günlük işlerinizi yaparken başınızdan geçmiş, belki komik, belki trajik, ama her durumda çok etkileyici birkaç olayı okurlarımızla paylaşır mısınız? SELÇUK ÜLGER - Anılarımdan acıklı olanı önce paylaşayım öyleyse. Acıklı olmayanla da bitirelim söyleşimizi... Bir öğle üzeri Frankfurt’un varsıl semti Westend’ten orta yaşlarda bir kadın yolcu aldım. Bethanien Hastanesinin bitişiğinde özel muayenehanesi bulunan ünlü bir iç hastalıkları doktorunun adının ve adresinin yazılı olduğu kartı uzattı. ‘‘Bu adrese lütfen!’’ dedi. Hafif trafikte yola koyulduk. Kadının yüzünde, içten içe yükselen bir kaygının ancak dikkatli bakılınca görünen gergin izleri vardı. Fakat, kaygısını bastırıyor, neşesini kaybetmemeye çalışıyordu. Arada gözlerini hafifçe yumup camdan vuran öğle güneşine çeviriyordu yüzünü. Kısa süre sonra güneşlenmekten vazgeçiyor, telefonuyla oynuyordu. Arada elindeki dosyadan çıkardığı kağıt tomarlarına öyle bir göz atıyor, yeniden yerine koyuyordu. Sağa sola telefonlar açtı. Aradıklarına ulaşamadı. Sonra telefonu çaldı. Kocasıydı. Sakin bir sesle selamladı; kızlarını sabah okula yetiştirip yetiştiremediğini sordu kocasına. Kocasının anlattıklarını dinlerken gülümsedi. “Küçük fare öyle dedi demek!..” diye, kocasının sözünü ara ara keserek, kızının sabah arabada babasına anlattıklarını dikkatle dinledi. Doktordan sonra hemen işine döneceğinden, öğlesonu katılması gereken önemli buluşmalarından bahsetti. Akşam programlarını konuştular. Adresine yaklaşınca sevgi sözleriyle vedalaştılar, kapattı telefonunu. İnmeden önce bana “Eğer on dakika beklerseniz, doktorumla kısa bir görüşme yapıp, geri şehir merkezine, işyerime döneceğim. Burada taksi bulmak güç bu saatte, bekler misiniz, taksimetreniz çalışsın lütfen!” dedi. Kent merkezine dönüp öğlenin durgun saatinde yeni iş aramaktansa, işleyen taksimetreyle beklemek bana da akıllıca geldi. “Tamam” dedim ve giriş kapısının yanındaki boşluğa park ettim aracımı... On, on beş, yirmi dakika... Gelen giden yok! Kaçtı desem, olası değil. Üç beş kuruşa tenezzül edecek bir hâli yok. Hem doktorunun adı, adresi var, girdiği kapı belli. Şıp diye çıkar kim olduğu... Yarım saati geçti hâlâ gelmedi. Taksimetredeki tutar da hayli arttı. Suçluluk duydum; açık tutma hakkım olmasına rağmen taksimetreyi durdurdum. Çaresiz bekledim. Bir aksilik var, ama ne!... Derken hiç acele etmeyen adımlarla geldi. Yüzü kireç gibiydi. Getirdiğim o kadın gitmiş, yerine adımlarını nereye attığını bilmeyen, arabaya zar zor binen başka bir kadın gelmişti. Özür falan da dilemedi. Oysa verdiği sürenin beş katı sürdü ziyareti; Almanlar beş kez özür dilerler normalde bu gibi durumlarda. Geldiğine şükrettim. Özür falan da beklemedim. Arabayı çalıştırıp yola koyuldum. Ölgün bir sesle, “Lütfen bindiğim yere, evime sürün!” dedi.... Rothschild Bulvarı’na döner dönmez arka koltukta sakince oturuyor sandığım kadından bir ağlama sesi koptu ki, korkudan neye uğradığımı şaşırdım. Bir an direksiyonda olduğumu dahi unuttum. Durmamacasına, hıçkırıklarla ağlıyordu... Oysa Almanlar acılarını pek sezdirmezler dışarıya karşı. Neşe de, keder de bulaşıcı. O ağladıkça, içimi kara bulutlar kapladı. Dönüp, “Neyiniz var?” diye soramadım kalbimin çarpmasından. Ancak üçüncü trafik lambasında beklerken kendime gelebildim. Arkama döndüm, “Lütfen ağlamayın! Neyiniz var? Sizi üzen bir şey mi oldu doktorda?” dedim. Baktım ipeksi bluzunun göğüs kısmı gözlerinden düşen iri damlalarla benek benek ıslanmış... Yüzü gözü kızarmış, burnunu sile sile, “Lütfen devam edin, bir şeyim yok!” dedi. Linden Sokağı’na yaklaşınca hıçkırıkları daha bir şiddetlendi. Kendi kendiyle konuşur gibi: “Bir saat önce dünyanın en mutlu insanı benmişim meğer! Dünyanın en varsılıymışım! Dünyanın en mutlu insanıymışım; anlıyor musunuz!..” dedi. Evinin önünde durdum. Dev çınarlarla bezeli sokak tüm güzelliğini kaybetti bir anda. Saatteki tutara bakmadan ön koltuğun üstüne bir ellilik bıraktı. Üstünü almadan indi. Kapısına yöneldim. “Paranızın üstü” dedim. Dinlemedi bile. “Nasıl fark edilemedi, anlamadım. Oysa her kontrolüme vaktinde gittim. Hiçbir kötü belirti yoktu! Sanırım çok geç artık!.” dedi. Kansermiş. Hem de hepimizi ürküten bir türü. Ve Almanya’da doktorlar sonuçlar kesinleşince, hastasının yüzüne bakarak gerçeği o saat söylerlermiş. Hatta, kalan yaşam sürelerini, sağaltım yapılırsa yaşama şanslarının ne kadar olduğunu bile... Vedalaşmadan, aksak adımlarla hıçkıra hıçkıra evine doğru uzaklaşan bu kadına da, götürdüğüm doktoru pat diye söyleyivermiş gerçeği... Yine dumanı üstünde, hiçbir yerde paylaşmadığım bir anımı, benimle söyleşi yaparak, beni onurlandıran AVRUPA KÜLTÜR okurlarıyla paylaşmak isterim. En çok kitap fuarlarını severim. Kitap fuarları döneminde, koşullarım elverdikçe fuar duraklarında çalışırım. 2016 sonbaharındaki kitap fuarının ana kapısından iri yarı bir kadın yolcuyu aldım. “Oh!.. Tanrıya şükür!.. Fuar ne kalabalık, insanın gözlerine vuran o ışıklar ne çok yoruyor insanı” diye diye yerleşti arka koltuğa. Ben de “Fuar trafiği de çok yoruyor insanı; baksanıza, kafam durdu, söylediğiniz o ünlü caddenin nerede olduğu bile aklıma gelmiyor! Neredeydi biraz düşünmem lazım!” dedim gülerek. “Holzhausen bölgesiymiş, havuzlu bir şato yavrusuymuş. Ben de buralı değilim, Berlin’denim” dedi. İnsanı iyimser kılan anaç bir yüzü var. İşlerin nasıl olduğunu sordu. Nereli olduğumu merak etti. Sohbete başladık... Annesi Macar’mış. Babası Avusturyalı. Benim Türk olduğumu duyunca heyecanlandı. Nâzım Hikmet benim tanrılarımdan birdir, dedi. Çok sevindim. Hatta coştum... Ben de onun yarı Macar, yarı Avusturyalı olduğuna sevindiğimi söyledim. Çünkü, Avusturyalı Paul Celan’ın ve Macar şair Mikloş Radnoti’nin yaşamımda ayrı yerleri vardır dedim. Onların acıklı yaşamlarından ve intiharlarından söz ettim. Hatta Radnoti’nin katledilmeden önce, toplama kampında karısına yazdığı ‘‘Karıma Mektup’’ şiirini karımla Türkçeye çevirdiğimizi söyledim. Paul Celan’ın Auschwitz’de katledilen annesine yazdığı ‘‘Espenbaum (Akçakavak)’’ şiirinden dizeler okudum... Gözleri doldu. Şaşırdı kaldı... “Annem yaşasa da anlattıklarını duysaydı, seni evlat edinirdi” dedi. Meğer annesi Radnoti’nin ve Paul Celan’ın hem kuşaktaşı hem de hayranı bir dansçı-sinema oyuncusuymuş. Sorularımızı art arda sıraladık birbirimize... “Annem çok ünlü dansçıydı, aynı zamanda film artistiydi, Margit Symo adı” dedi. Tuna’da Bir Gece filmi başta olmak üzere çok önemli filmlerde oynamış. Babası da 1916, Viyana doğumlu ünlü besteci ve orkestra şefi Willy Mattes’miş. Hayret ettim. Ev kadını gibi, ekmekten, Türk dönerinden falan anlatıyordu. Kestim sözünü. “Ya siz?” dedim. “Ben sadece piyano çalar, şarkı söylerim” dedi. Güldü. “Macar annem gibi güzel Çardaş dansı bilmem!” Trafik yoğunlaşınca cep telefonumdan hemen internete girdim, baktım, annesi gerçekten çok ünlü. Kırklı yılların zarifliği içinde ışıl ışıl bir kadın. Birçok siyah beyaz filmde oynamış. Dans ederken onlarca siyah beyaz resim düştü ekrana. Gösterdim. “Sevgili annem, evet!” dedi. 1992’de seksen yaşındayken ölmüş. “Sizin adınız ne?” dedim, “Eva Mattes” dedi. Ona da baktım internette hemen. Televizyona çok bakmadığımdan tanımamışım. Hâlâ süren ve milyonlarca Alman’ın izlediği, çok sevilen ünlü polisiye dizisinde (Tatort) kadın komiser rolünde, hem de başrolde oynuyormuş meğer. Sadece şarkıcı değil; 70’li, 80’li yıllarda Almanya’nın önemli film ve tiyatro ödüllerini almış bir oyuncu Eva Mattes... “Neden söylemediniz?” dedim. Belki tanındığını sandı, “Önemli değil” dedi. Şakalar yaptı. “Söylesem maske takardın, sade halin daha sevimli” dedi. Espenbaum şiirini çok sevdi. “Ak düşmemişti daha sarışın annemin saçlarına!” dizesini “Harika, harika!” diyerek defalarca yineledi. “Nâzım Hikmetimizin adını ilk nerede duydunuz?” dedim. “Ben Brecht hayranıyım. Brecht’in oyunlarında çok sahne aldım, Hamburg’da, Berlin’de önemli tiyatrolarda Brecht oynadım. Sosyalist şairler benim ilgi alanımdadır. Nâzım çok büyük bir şair. Hatta dünyanın en büyüklerinden” dedi. Gurur duydum. “Bildiğiniz şiiri var mı?” dedim. “Paul Celan ve Radnoti şiiri dinledim senden. Borçluyum sana. Öyleyse, sürpriz sırası bende şimdi” dedi ve boğazını hafif öksürüklerle temizleyip şarkısına başladı. Hem de Türkçe: “Kapıları çalan benim Bir de “Yunan sanatçı Maria Farantouri ile bir araya geldiğimizde bu şiiri/şarkıyı ezberden beraber söyleriz” demez mi! Hemen aracımın gözünden merhum Sümeyra’nın ve Alman bir sanatçının sesinden iki dilde Nâzım şiirlerinin seslendirildiği CD’yi buldum. Sümeyra’nın eşi Hasan Çakır ağabeyden almıştım. Üstünü siyah keçeli kalemle “Nâzım’ın dostu, insanlığın dostu, değerli sanatçı Eva Mattes’e sevgilerimle...” diye imzaladım. Önünde durduğum şato yavrusunda küçük bir gruba konseri varmış bu akşam. Kapısını açtım. İndi. Armağanını teatral hareketlerle sundum. “Berlin’e döner dönmez defalarca dinleyeceğim, söz” dedi. Kucaklaştık. Nemli gözlerimden fışkıran coşkuyu gördü, yanağıma kocaman bir ıslak öpücük kondurup gitti... (FHF) Osman Çutsay
Yüzlerce kültür iç içe ve yan yana yaşıyor. Şehrin kilit renklerinden birini de Türkçe ve Türk edebiyatı oluşturuyor. Bu ilk bakışta fazla iddialı görünen “yalın gerçeğe” güzel bir örnek, akademik yaşamını derinleştirmek için geldiği bu şehirde farklı bir yaşam kuran Selçuk Ülger. Küçük bir taksinin penceresinden, hatta dikiz aynasından bile dünyayı zenginleştiren olmadık öyküler, yepyeni hayatlar çıkarabilen bu mütevazı yazı adamı, sorularımızı yanıtladı.
Frankfurt taksicilerinin eğitim düzeyinin çok yüksek olduğu hep söylenir. Siz de üniversite mezunu taksicilerden birisiniz, ayrıca kitap da yazdınız ve zaman zaman dergilerde, gerçekedebiyat.com sitesinde öykü ve yazılar da yayımlıyorsunuz. Siz bu öğrenim düzeyi ve meslek çarpışmasından doğan “edebiyat gücünü” nasıl değerlendiriyorsunuz?
ANILAR... ACILAR...
ÜNLÜ ALMAN OYUNCU VE “BİZİM NÂZIM”
kapıları birer birer.
Gözünüze görünemem
göze görünmez ölüler.
Hiroşima’da öleli
oluyor bir on yıl kadar.
Yedi yaşında bir kızım,
büyümez ölü çocuklar...”
(Frankfurt)
YORUMLAR