Batılı eleştirmenin bildik 'Mucos Sendromu’ tanımlanması
Batılı eleştirmenin bildik 'Mucos Sendromu’ tanımlanması: Siz Batılı sanatçıyı taklit etmeyin kendi sanatınızı yaratın...
Türk (ya da gelişmekte olan herhangi bir ülkenin) sanatçılarının katıldığı, karma bir sergiyi ellerini arkada kavuşturmuş olarak gezen Amerikalı ya da Alman eleştirmen, bir yapıtın karşısında durur, hafifçe geriye çekilip kısacık öksürür, sonra duru bir sesle tane tane şöyle der: “Güzel bir sergi, ama eserlerin çoğunda aşın bir Batı etkisi var. Sanatçılarımız kendi kültürel geçmişlerine, öz kaynaklarına, miraslarına daha çok eğilmeliler. Şu ya da bu sanatçıyı beğenmemin tek nedeni, bizimkilerden az çok farklı oluşu.” Serginin başına bir giyotin kadar ölümcül bir biçimde inen bu kibar ve tartışılmaz yargıdan sonra eleştirmen sergiden ayrılır ve Meyer Vaisman’a ilişkin yedinci, Koons’a ilişkin onuncu ya da aracı dostunun tanışmasını önerdiği şu genç Münihli sanatçıya ilişkin ilk yazısını yazmaya koyulur. MUCOS Sendromu diye tanımladığım yaklaşım işte bu: Çok-Kültürlülüğün Öz Kaynak Sendromu. (Multi-Culturalism’s Own Source Syndrome) Çeşitli biçimlerde yüzlerce kez yinelenen, yüzlerce kez de yinelenecek olan bu yalın, düşsel anekdot sanat dünyasına uluslararası bir nitelik kazandırılmasının gerisindeki gerçek sorunu özetliyor -ki bu, her şeyden önce öznel bir konu. 10-15 yıl önce, sanatın uluslararasılaşması demek, Avrupalı ressamların yolladığı yeni bir dalganın New York sahnesine ulaşması demekti. Avrupa’yı New York pazarının kaynayan kazanına yeniden katmak pek çok New Yorklu için, günümüzün kahramanları listesine girmek üzere sırada bekleyen Amerikalı, özellikle New Yorklu sayısız ressam dikkate alındığında, zaten var olan tehlikeli bir genleşmeydi. Yukarıdaki hayali öykünün üzerine, gerçek bir örnek okumak ister misiniz? Size arşivimdeki çok daha çarpıcı, sayısız örekten yalnızca birini aktarmakla yetineceğim, Türkiye’de yayınlama sanat ve dekorasyon dergisi Arredamento, Fransız eleştirmen Gerard Georges Lamine ile bir söyeşi yapmış. Başlık: Burada, sanatta herkes Batılı modelleri kopya ediyor. Lamia’nın daha ayrıntılı sunumu ise şöyle: Edebiyat konusunda bir şey diyemem, ama plastik sanatlarda buradaki herkes Batılı modelleri kopya ediyor. Ama onları ne gerçekten hissedebiliyor, ne de anlayabiliyor. Geleneksel kültürün dışlandığı çok açık buysa çok üzücü. Bu sorunu aşabilen tek ülke Japonya. Evet, tek örnek. Kendi kimliğini koruyor, özgünlüğünü, yazısını, düşünme biçimini yitirmiyor. Buradaysa sanatçılar Batının yaptığı şeylerin aynısını yapmak istiyorlar. Sonuçta da, karşımızda Alman Dışavurumculuğunu en ağdalı biçimde yansıtan bir resim duruyor. Ben Türkiye’ye Berlin tarzı kötü resim yapan insanları görmeye gelmedim. Bu tarz beni hiç mi hiç ilgilendirmiyor. İlgilendirseydi, Berlin’e giderdim. İşin folklorik yanından söz etmiyorum elbette. Ben Türk ruhunu bulmak istiyorum. İşte beni ilgilendiren, bu. Siz Türkler kimsiniz, nasıl yaşarsınız; yanıtını aradığım sorular bunlar. Son beş altı yılda uluslararası bir nitelik kazanan sanat dünyasının Yeni Afrika sanatına eski Sovyetler Birliği sanatına, bir ölçüde de Güney Amerika’ya kadar genişlediğini kabul ediyorum. Bir kentten ötekine zıplayan gezici sergilerin ayak bastıkları ülkelere gerçek yeni bir çeşni katmanın, yeni keşif alanları açmanın gururunu taşıdıkları söylenebilir. Sınırların genişletilmesi, sisteme yeni ülkelerin ve yeni katalogların katılması dikkatleri bir kez daha ‘Sanat Eserinin Ulusal Kimliği’ sorununa çekti. Bu kimliğin bu farklı pasaportun içerdiği bir sav var: Sanat eseri şöyle ya da böyle bir büyü, âni bir aydınlanma taşımalı ve sanatçının kökenini dışavurmalı. Buysa, örneğin İtalya’daki Arte Povem benzeri bir hareketin ulusal kimliğinden az da olsa farklı. Konu, aynı ülkeden bir grup sanatçının birlikte 534 nat yapması, böylece ortak bir etiket taşıması değil. Konu, bir ülkenin kültürel geçmişindeki unsurların etkisinin esere doğrudan yansıyıp yansımadığı. Batılı eleştirmenin yukarıda adı geçen dergide yayınlanan sözleri, gizlemek için aman aman çaba harcamadığı bir kibri yansıtıyor. Lemaire kendi tarihini, yaşam biçimini, dilini, ırksal özelliklerini, kültürel temellerini dikkate almadan, hatta öğrenmeden Batılı sanan acemice taklit etmeye çalışan bir avuç yamyama ya da çingeneye oldukça yerinde, zekice öğütler verdiğine inanıyor. Eleştirmen, her şey bir yana, Türk sanatçıların bugünkü sanatlarına, çağdaş üsluplarına ulaşmadan önce onlarca yıl süren savaşımlardan, polemiklerden, kültür tünellerinden geçtiğinin farkında değil. Modern kavramlarla Türkiye’nin tarihsel ve etnik gelenekleri arasındaki ilişkinin izini sürmek, derinine inmek, irdelemek, Bedri Rahmi Eyuboğlu, Abidin Dino, Adnan Turani, Erol Akyavaş, Zeki Faik İzer gibi sanatçıların alınlarının akıyla çıktıkları bir savaştı. Bunlar herkesçe bilinen uluslararası adlar olmasa da, sanat tarihimizin en göze çarpan, en önemli sanatçıları. Lemaire Üçüncü Dünya sanatçısını Batıyı taklit etmekle suçlarken, (Bunlar daha önce Batıda yapılmıştı) aynı eleştiriyi Batılı sanatçılara da yöneltiyor: Aynısı daha önce yapıldı sendromu. Ama buradaki en ilginç nokta, Batı sanat tarihinin son yirmi-otuz yılda aynı metnin zorlamasıyla ilerlediği olgusu; bu metin, Duchamp-sonrası bunalımının egemen olduğu bir dünyada sanatçı için özgün bir alanın yaratılmasını dayatmakta. Sürekli yinelenen, çeşitli biçimler alan bu fenomen, sanat dünyasının adı açıklanmayan, yeni efendisi. Ve Marcel’in sayısız torun-çocuğu, temelsiz ama sınırsız bir özgüvenle, birbirine tıpatıp benzeyen görüntülerle galerileri, müzeleri istila etmekte. Onlar ‘Bu daha önce yapılmıştı’ sendromunun duvarlarını, milyonlarca sözcüğün yardımıyla tırmanmayı başardılar, Çağdaş sanat yapıtları, enstalasyonlar, düşünceler (hangi sanatçıdan ya da ülkeden çıkarsa çıksın) yarışı galip bitirenlerle alabildiğine benzeşiyor. Tek gerçek sorunsa, sanatçının pasaportuna göre adının 'kopyacıya’ mı, 'dâhiye’ mi çıkacağı. Peter Halley’in Lima’da düzenlenen ‘Perulu Genç Ressamlar' sergisine katıldığını varsayalım; bu sergiyi gezen Batılı eleştirmenin Halley’in eserleri karşısında göstereceği tepkiyi gözlemlemek için doğrusu çok şey verirdim! Serginin ardından yazacağı yazının giriş bölümü, “Peru geometrik soyutlamanın dördüncü kuşağını keşfediyor! Genç Perulular bizim geçmişimizi araştırmayı bir yana bırakıp, İnkalar’ı biraz daha deşelemeli...” olabilir mi, ne dersiniz? Bedri Baykam
(Maymunların Resim Yapma Hakkı, Literatür Y. İst. 1999. s.21-23)
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR