Doğup büyüdüğüm kent olan Ankara’ya ara sıra giderim, kimi zaman eski arkadaşlarla karşılaşırım. Bu, yakın zamanlara kadar özellikle aradığım bir şeydi. Eski arkadaşlarıyla karşılaşmaktan, havadan sudan konuşarak eski günleri yad etmekten kim hoşlanmaz. Ankara’nın her sokağı, her köşesi bize sayısız hikaye anlatır. Caddelerin dili olsa, üzerlerinde yaşanan tartışmaları, sabahlamaları, bazen keyif, bazen de sıkıntıyla karşılanan şafakları hikaye etse, fiskoslardan parçalar aktarsa, sokak mangalları sınav öncesinde gece yarısı tedariksiz kalanlara “ne kadar köfte o kadar ekmek” dese (ki birkaç kez gerçekten şahit olmuşumdur). Şimdi büfelerin, pastanelerin, yerini aralarına simitçiler ve dönerciler serpiştirilmiş biracılar aldı. Piknik, Sergen, Flamingo, Özen, Bahar, Meram, Goralı, Hacı Bekir (okul çıkışında buz gibi demirhindi) ve bahçelerdeki güzel sohbetlerin yerini alkollü-dumanlı muhabettler almış. Önlerinden geçip giderken üzerime kötü bir şey bulaşacakmış gibi hissederim. Doğduğum kent giderek kirleniyor, betonla ve ihanetle.

Ne var ki son yıllarda eski arkadaşlarımın bir kısmıyla (artık değiller elbet) rastlaşmaktan ciddi şekilde korkmaya başladım. Korkum onlardan değil tabii. “Acaba o da ruhunu satanlardan mı?” şeklinde bir endişe. Son yıllarda buna bir başka korku daha eklendi: “Acaba bu da bize kin duyan ama kendisini saklamış olanlardan biri mi?” korkusu. Biz hayatımızın tek bir anında tek bir kimseye ayıran gözle bakmadığımız (ve asla bakmayacağımız) halde kendisini ayıranlar ortaya döküldükçe dökülüyor. Kuşkusuz ki burada söz konusu olanların çoğu, kendilerini solcu olarak tanımlayanlar. Boyaları döküldükçe altından sonsuz bir kin çıkıyor. Bir kısmının ne olduğunu basından biliyorum elbette. Bunlar sorun değil. Ne var ki bir kısmının nasıl değiştiğinden hiçbir fikrim olmamış. Üç beş laftan sonra durumu anlaşılıyor. Bazen o da anladığımı anlıyor. Bir anda buz gibi bir rüzgar esiyor. Laflar boğazda düğümleniyor.

Değerli okurlar, hiç kimse şu veya bu görüşü savunmak zorunda değil elbette. İstediğini savunur. Bu herkesin en doğal hakkıdır. Ama kendisini solcu olarak tanımlayıp da emperyalizmin demokrasi getireceğini savunmak asla hoş görülebilir bir şey değildir. Zaten onlar da buna inanmıyor, bazıları “biz”den (“biz” de kim? demeyin, bilirsiniz pekala) intikam almak için inanmış görünüyor, bazıları da zamanın teslimiyetçi-tasfiyeci modalarına direnemiyor, ruhunu onlara teslim ediyor. Etmek zorunda, çünkü ihanet progresiftir, sürekli ilerler, dönüşü yok gibidir. Başından gelip de “ben kimliğimi açıklamamak için şimdilik sizinle birlikte görünüyorum” deselerdi oturup konuşurduk. Böyle ayıp etmemiş olurlardı.

Bağımsızlığını ve hukuk anlayışını yitirmiş bir ülkede, haklar için yapılan mücadelenin bir yere gitmeyeceğini, kısa vadede birkaç iyileşme olsa bile (hangisi?) daha uzun vadede halkın sürekli yitirmeye mahkum olduğunu bilmezler mi? Aslında biliyorlar ama aralarında farklar var.

Birinci grup yabancı kuruluşlardan maaş alan, onların talimatlarına göre hareket eden tam satılmış kişiler. Bunlar arasında eskiden devrimci gençlik mücadelesinde liderlik yapan epey kişi var. Aslında bunlarla karşılaşmaktan pek çekinmem, çünkü ihanetlerini yüzlerine vurmak kolay olduğu gibi, yabancı vakıflardan ve üniversitelerden aldıkları paralar dahi belgelenmiştir. Zaten inkar zahmetine bile girmiyorlar. Rejime düşmanken ülkeye düşman hale gelmişler. (Buna mesela,  kan gruplarıyla karışmasın diye E-T grubu diyelim).

İkinci grup emperyalizmle doğrudan bağı olmayan ama ülkenin durumunu hiç kaale almadan onların empoze ettiği politikaların peşine takılanlardır. Etnik ayırımcılığı ve kapitalizmin evrenselliğini savunarak bu sistem içerisinde marjinal çıkarlar peşinde koşarlar. Güdük oluşumlarda var olmaya çalışırlar. Bunları uyarmaya çalışsanız da faydasızdır. (Mesela E-D grubu diyelim, bunun bir kademe gerisi, yani etnik ayırımcılığı savunup da kapitalizmle aykırı söylemi olanlar HE olabilir, niye olmasın, alfabede harf mi kalmadı, otomobil plakaları kadar kombinasyon yapabiliriz).

Üçüncü grup ikincisinden ayrı, söylemi daha solcu ama küçük ve utangaç adımlarla tasfiyecilerle uzlaşmaya kayanlardan oluşuyor. Bir şey yapıyor gibi görünüp hiçbir şey yapmamak gibi siyasette çok geçerli olan bir becerileri var. (Acaba bunlara B-Ö grubu mu desem, kimse bulmaca sanmasın yani. “Ö” kısaltmalarda pek kullanılmaz. Noktalarını silelim altından “O” çıkar. Burada ikisi de aynı şey için kullanılabilir.)

Dördüncü grupta ise bunların dışında kalan ama bulundukları her yerde liboşluk yapanlar var. (Bunlara B-L, diyeceğim. Bağımsız liboşlar yani. Bakın burada kısaltmanın tam karşılığı var, bulmaca gibi değil.) Liboşluk çoğu için etnik kini dolaylı olarak dile getirmenin bir aracından ibaret. Eskiden böyle bir kinleri yoktu. Zamanla edindirildiler. Gemiyi terk etmekte acele ediyorlar. Bir kısmının ise etnik derdi yok. Sadece liboş. Bunlara saf (yani işin nereye gittiğinin farkında olmayan anlamında) liboşlar diyebiliriz.

Aslında dörtten fazla grup olduğu hemen görülüyor ama ara renklere de tonlara da girmeyelim. Herkes ne olduğunu az çok biliyor.

Nihayet ara çizginin üzerinde olan beşinci grup geliyor. Bunlar liboş olmamış ama çizginin iki tarafında olanlarla da iyi geçiniyorlar. Anlaşamıyoruz besbelli ama aralarında sevdiğim kişiler var. Çizginin ötesindeki dört gruba tavır almadıkları için kırgınım. Bunu nasıl içlerine sindirdiklerini anlamaya çalışıyorum. Anlayamıyorum. Onlar, yukarıda saydıklarımın hepsine anlayışla bakıp, hiç birisinin özünde kötü olmadığını, eski dostlukların her şeyin üzerinde olduğunu söylüyorlar. Yürekleri yufka. Benim dağlanmış yüreğim ise bu kadarını affetmiyor. Kötü ruh iyi bakışla yok olmuyor. Onlar, saydığım gruplardaki “eski” arkadaşların çoğuyla, hatta hepsiyle görüşüyorlar. Bendeniz sekter tutumu temsil ediyorum. Tabii sırtımda yumurta küfesi yok. Yek mızrak dolaşan bir adamım. Arada sırada öfkeyle saldıracağım yel değirmenlerine gereksinimim var. Don Kişot çağının gerisinde kalınca öyle yapmıştı. Anlaşılan ben de zamanımın gerisine düşmüşüm. Günün adamı olup herkesle iyi geçinseydim. Ama yok, inadım inat işte. Bakalım ne zaman attan düşüp bahçeme kapanacağım. Rozinante neredesin...

Öte yandan belki de Sanço Panzo durumuma daha çok yakışabilir. Hayatım sözde Don Kişot’lar ile uğraşarak geçti. Ama çoğu, orjinali kadar cesaret ve ahlak sahibi olmayan çakma Don Kişot’lardı. Gerçeklerini yitireli çok oldu, taklitleri hükümsüzdür. Ben nafile çabama yanarım, ama yolda bazı eğlenceli durumlar da olmadı değil yani.

Mehmet Tanju Akad

Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)