Alışkanlıklarla yaşamak / Tacim Çiçek
Tacim Çiçek'ten bir kasaba öyküsü daha...
Avukat Suat, Kentpostası’nı açtığı vakit gördüğü habere üzüldü. Okuyunca da üzüntüsü arttı. Yüreği daraldı. Nefes alamaz oldu sanki. Çünkü, gazetenin üç ortağından biri olan ve kendisinin de sevdiği, kendisinden beş yaş büyük olduğundan ağabey gördüğü 1402’lik öğretmen bir gece evinden çağırılmış ve kurşun yağmuruna tutularak öldürülmesinden söz edilmişti haberde. Ayrıca onunla ilgili arkadaşlarının, dostlarının, iş ortaklarının, ailesinin ve çocuklarının açıklamalarına da yer verilmişti… Gazete bir bakıma o sevgili öğretmenin özel sayısı olmuştu. Kimin veya kimlerin öldürmüş olabileceği konusunda hiçbir açıklama da yoktu gazetede. Yetkililerin, yoğun araştırma içinde oldukları ve kısa zamanda fail veya faillere ulaşacakları, bunun da “faili meçhul” bir olay olarak tozlu raflarda yer almayacağı yönündeki açıklamaları da vardı. Hemen gazetenin diğer sahiplerini aradı. Onlarla uzun uzun görüştü. Kendisinin bir şey yapıp yapamayacağını sordu onlara. Ardından onun ailesini ve çocuklarını aradı. Hepsiyle konuştu. Üzüntüsünü ve başsağlığı dileklerini iletti. Onun için her şeyi yapmaya hazır olduğunu da ekledi sözlerine. Eşini aradı sonra, öğretmenin öldürülmüş olduğundan söz etti ve yeni bir olay olmadığını söyledi, fakat ulusal yayın yapan hiçbir gazetenin, televizyonun bundan söz etmemesine bir anlam veremediğini belirtip yakası açılmadık küfürler savurdu. Artık gitmesinin bir anlamı yoktu. Fakat en kısa zamandaki davalarının birinde de o tarafa yolu düştüğünde en azından mezarını ziyaret edecek ve ailesiyle yüz yüze görüşecekti. Suat, onun çileli hayatını düşündü durdu... Yoksul bir ailenin dördüncü çocuğu olarak doğmuş ve kendi yaşamını çocuk yaşta kazanmaya başlayarak okumuş, sonunda öğretmen olabilmişti. Öğrencilik yıllarında, çocuk denecek yaşta bir örgüte sempati duymuş ve zamanla örgütün etkili bir militanı olmuştu. Bu yüzden çok çekmişti. Polislerle girdikleri bir çatışmada ise kendilerinden birinin silahı ile vurulan arkadaşını örgüt polis vurdu diyerek yıllarca gizlemişti. Bu yönde çalışma yapmış, en azından o bölgede bu yalan üzerine hem taraftar toplamış hem de korku salmıştı. Fakat o, yıllar geçtikçe ve On İki Eylül’den darbe üstüne darbe yemiş olmasına rağmen, inancından ve yaşamı güzelleştirmeye olan kavgasından geri durmamıştı. Hukuk savaşını da kazandıktan sonra tekrar öğretmenliğe dönmüştü. Emekli oluncaya kadar çok sevdiği öğrencilerine elinden geldiğince yardım etmişti. Bu açıdan örgütlü mücadeleye gereksinim olduğunu bildiğinden mesleki örgütlenmelerde de yer almıştı. Emekli olunca da sevdiği ilçesine geri dönmüştü. Emekli ikramiyesinin ve birikiminin büyük payıyla ev almış, kalanıyla da arkadaşlarının yerel bir gazete çıkarma çalışmasına katkıda bulunmuştu. Suat, düşünürken onun en çok da öğretmenlerin, özellikle kırsal kesimlerdekilerin ve varoşlardakilerin günlük hayatın akışına kapılıp sıradanlaşmalarından söz ettiğini anımsadı. Bununla ilgili gözlemlerini kendisiyle paylaşmasını, ondan yeniden işitiyormuş gibi oldu. Hemen masasına geçti, bilgisayarı açtı. Onun söylediklerinden soğurduğu hikâyeyi yazmaya başladı. Adını da ‘Alışkanlıklarla Yaşamak’ koydu hikâyenin. İşte o hikâye… Kasabanın iki katlı belediye binasının zeminindeki dükkânların en büyüğü yeni açılmış bir marketti. Markete, orta boylu, sarışın, etine dolgun ve güleç yüzlü biri girdi. ‘Öğretmen Dünyası’nı rafa, özenle yerleştiren bu genç öğretmenin gözü bir anda marketin yeni müşterisine kaydı. Kendisi de bu kasabada yeniydi, bu yüzden pek kimseyi tanımıyordu, fakat bu müşterinin de en azından kendisi için yabancı biri olduğunu anlamıştı. Yeni müşteri de gençti. Kasabanın iki büyük kahvehanesinden birinin sahibiydi. Adı da Hüseyin’di, fakat kasabalılar ona “Üssen” derdi. Kasabanın üç İlköğretim (o zaman ilkokuldu) okulu, bir lisesi, bankası, pancar alım ofisi, tarım kredi kooperatifi, postanesi vardı. Buralarda çalışan memur ve işçilerle iyi ilişkiler kurmak isteyen kasabalılar da Üssen’in kahvehanesine gitmek zorundaydı. Çünkü memurlar, öğretmenler, bankacılar, postacılar Üssen’in müşterileriydi. Müşterisini velinimet gören ve bilen Üssen de onların her isteğini yapmaya çalışıyordu. Bundan dolayı adeta kahveciliği bırakmış müşterilerinin siparişçisi olmuştu. Müşterilerinin siparişlerini taşımak için de üç tekerli, kasalı bir bisiklet almıştı. Kasabalılar, Üssen’in bu yönüyle alay ediyordu. Fakat o, yumuşak huylu olduğundan hakkında söylenenlere, yüzüne vurulanlara aldırmıyordu hiç. Çoğu zaman duymuyormuş gibi yapıyordu. Üssen, market sahibine ve yanındaki yaşlılara selam verdikten sonra, dergileri rafa yerleştiren öğretmeni sordu. Marketçi, onun kasabaya yeni atanan öğretmen olduğunu söyledi usulca. Üssen, yine sessiz ve bir pantomimci gibi imlerle, “iyi iyi” der gibi yaptı. Marketçi’yi susturdu. Cebinden uzun bir liste çıkardı, okumaya başladı, yarım yamalak şekilde: “Vehbi Hoca’ya, iki ekmek, yarım kilo siyah zeytin, üç paket kutu yağ, beş kilo toz şeker, bir kilo da çay, yerlisinin iyisini ver ha! Rize Çayı olsun tamam mı?! Sulusundan da üç adet limon… Az kalsın unutuyordum, bir de tencere veren gazeteden iki tane…” Üssen’in gözleri, kendine bakıp bakıp usulca konuşan yaşlılara kaydı bir ara. Yaşlılar, Üssen’in gözleriyle karşılaşınca sustu. Onları dinlemekten vazgeçti. Üssen, listedekileri söylemeyi sürdürdü: “Hasan Öğretmen’e beş ekmek, bir sucuk, üç adet çikolata, iyisinden olsun, küçük boy lütfen!” “Yahu Üssen,” dedi kısa sakallı yaşlı, “kahveci misin yoksa hizmetçi, tedarikçi misin be oğlum, anlayalım yani, ha… ha… ha… ha…” “Ne yaparsın emmi,” dedi gülerek ve alttan alarak, “geçim dünyası, çoluk çocuğumuzun nafakası için yeri gelir hizmetçi olurum ne var bunda gülecek, anlamadım ki…” “Üssen oğlum,” dedi bir başkası, “yoksa bu işten evdekilerin de mi yiyeceğini, içeceğini, ekmeğini çıkarıyorsun, ha… Ne dersin?!” Üssen, Marketçi’nin yanında zaman geçiren yaşlılara şöyle bir baktı ve dikleşti usulca. “Yok be emmi!” dedi, “Olur mu hiç öyle şey…” “Öyle deme,” dedi aynı yaşlı, “büyük şehirlerde kapıcılar öyle yapıyor ya, baksana Şaban bile filmlerinde öyle… Senin ne farkın var onlardan oğlum, ha… ha… ha…” “Ya… İnsanı çatlatmayın Allah aşkına. Allah var başımızda. Bu dünyanın bir de öteki tarafı var canım! Tövbe… Tövbe! Kim uyduruyor bunları, anlamıyorum yani!” Yaşlılar birbirine sokulup tekrar sustu, sonra da kahkahalarla sessizliği bozdular. Marketçi, Üssen’e çaktırmadan susmaları için işaret yapıp duruyordu. Yaşlıların ona hiç aldırdığı yoktu. “Üssen, bir çıkarın olmalı,” dedi ilk konuşan yaşlı, “yoksa niye müşterilerinin emir eri gibi onlara hizmet edesin, söylesene bana, rüzgâr esmeyince yaprak sallanır mı?” Üssen, konuyu değiştirmek için Marketçi’ye döndü. “O,” dedi gazete rafına dergisini koyan öğretmeni göstererek, “ne yapıyor orada?” “Ulan Üssen,” dedi Marketçi, “sana kaç kere söyleyeceğim, o temsilcisi olduğu Öğretmen Dünyası dergisini rafa yerleştiriyor. Aynı zamanda da oradaki dergilere, gazetelere bakıyor. Yeni bir av görmüş av köpeği gibi bakıyorum da burnunu onun üstünden çekmiyorsun!” “Ya öyle mi! Öğretmen Dünyası ha! Öğretmenlerin de, memurların da dünyalarını en iyi ben bilirim şu kasabada be! Onların dünyasını anlatsam şaşarsınız! Bu memur kısmı kahvehaneye alıştıktan sonra, oyun masası için sıra beklemeye başladılar. Bu arada yapmaları gereken alışverişi de bana yaptırdılar. Bu, zamanla asıl işimin yerine geçti ve ben de onları kaybetmemek için boynumuz kıldan ince dedim, anlıyor musunuz?! Sonra boş durmadım. Kafayı çalıştırdım. Onlar oyundan geri kalmasın, mekânımı terk etmesin, daha çok ve hoş zaman geçirip kahvehanemde, bana para kazandırsın diye… ‘Kalkmayın abiler, ne alınacaksa not edip verin bana, bir koşuda alıp getireyim kapınıza! Yapılacak bir iş mi var, yatırılacak bir para mı var, sizin yerinize ben yaparım o işlerinizi…’ dedim. Anlayacağın kandırdım onları. Ekmeğim için be! Kasabalı memurumuzun çoğu, hepsi de öyle ve ya böyle akrabamız olur, bu işlerde yardımcı olur, falan filan… Aynen sazan gibi geldiler oltaya. Aaa, o nasıl söz, ayıp olmaz mı dediler önceleri. Ayıp ettiniz be abiler dedim, lafı mı olur böylesi ufak tefek işlerin… Aksine, zevk alırım sizin gibi okumuşların hizmetinde olmaktan, dedim. Hani ne demişler, ne verirsen elinle o gider seninle, değil mi?! İşte böyle bir amaç uğruna düşünün sizin benden isteyeceğiniz işleri yapmamak olmaz dedim içimden ve işi kısa zamanda bağladım. İkna ettim yani hepsini! Tamam be, hepsini değilse bile yarısına yakınını canım… Ve sayıları da giderek artıyor ha! Bu durumdan onlar memnun ben de memnunum…” “Atıyorsun Üssen oğlum!” dedi hiç konuşmayan yaşlılardan biri. “Öyle ya, ne sandın dedeciğim! İşin gerisi kendiliğinden geldi. Çorap söküğü gibi… Aman gözünü seveyim senin, domatesin en iyisini ve en kırmızısını koy, elma da al al olsun. Çürüğü, lekelisi olmasın hiçbirinin öğretmen hatunlarından azar işitmek istemem bu yüzden. Ha… Ne söylüyordum…” “Hatırladım: Ya Üssen, bak işlerin çok iyi, çoğu müşterin gibi bazen biz de ayakta kalıyoruz. Mekân geniş, hiç olmazsa birkaç masa ve sandalye daha al, dediler. Masa, sandalye aldım. Okey takımları az, dediler. Aldım okey takımlarını. Çok masraf yaptım yani. Şimdi söyleyin bana, bunca masraf nasıl çıkacak? Hizmette kusur etmiyorum. Niçin mi? Çünkü birini kırdık mı yandık demektir. Biri gelmedi mi kahvehaneye, suya atılan koyunun ardından kendini suya bırakan öteki koyunlar gibi giderler, küstüreceğim bir memurun peşinden bu memurların hepsi gider mekânımdan. Sonra ne olur bana?! Akıl edip düşünüyor musunuz bunu. Mahvolurum. Amacım odun kırmak, fakat ben baltayı ayağıma vuruyorum, gibi bir şey olur yapacağım bir yanlış. Müşteri her zaman haklı… Ne isterse, ne söylerse yapacağım! Kasabada durmadan kahvehane açılıyor, bu yüzden kolay mı müşteri elde tutmak?! Ve sonra kolay mı kahvehane çalıştırmak bu zamanda?!” “Vay be,” dedi aksakallısı, “ne ince hesap biliyormuş bizim Üssen(!)” “Ha, şimdi de Ali Müdür’ün isteklerine geçelim: Yarım kilo peynir, kaşar olsun. Bir ekmek. İki limon. Tereyağı, iki yüz gram. Öyle yazmış çünkü ne yapayım yani… Sana kalsa her şeyden kilo kilo almalılar… Kendime almıyorum, memur bunlar oğlum. Kimi kalabalık, kimi iki kişi…” “Üssen,” dedi bir başka müşteri, o konuşurken içeri girmişti ve bir paket sigara alıp yaşlıların yanında ayakta durmuştu, “hatırda bir şey yok hani, çoluk çocuğun yiyeceğini müşterilerinin hesabından mı karşılıyorsun?!” Üssen çok öfkelendi. Müşterinin üstüne yürüdü. Onu, Marketçi güçlükle sakinleştirdi. “Yeter artık,” dedi Marketçi, “Üssen’le uğraşmayın! Senden önce de buna benzer bir şey söylendi ona, o dürüst biri yapmaz böyle bir çiğlik!” “Böyleleri insanı katil eder,” dedi Üssen, “ben müşterilerime güveniyorum, onlar da bana güveniyor. Bu söylediğini sen yapar mısın? Eğer sen yaparsan, ben de yaparım demektir! Söylediğin iftira ne Allah’a yakışır ne de kula… Sen başkasını kendin gibi hırsız mı sanıyorsun!” Yaşlılar araya girdi bu defa. Üssen’i yatıştırmaya çalıştı. Üssen de, “Söyleyene değil söyletene bakın ağalar!” dedi onlara ve sonra o müşteriye Marketçi gitmesini söyledi. O da arkasına bile bakmadan çekip gitti marketten. “Tamam,” dedi bir yaşlı, “o da gitti. Şimdi söyle bakalım şu hikâyenin devamını, doğrusu çok merak ettim, inan!” “Bu memurların içinde bir Murtaza Hoca var. Çok akıllı canım! Kahvehane ve oyun alışkanlığı olan memurların, öğretmenlerin listesini yaptı. Herkesi bir gün için görevlendirdi. Sırası gelen öğretmen veya memur sabahtan kahvehaneme gelir, sabahçı müşterileri karşılar, onlara çay ikram eder, kahvehaneyi temizler, havalandırır. Okula gideceği zaman da görevini öğlenci öğretmene devreder… Kasayı beklediğimden de dolu teslim ediyorlar. Bugünlerde nöbetçi sayısı ikiye çıkartıldı. Öğleden önce iki, öğleden sonra da iki olmak üzere günde dört kişi çalışıyor, benim için! Şimdi, siz olsanız böyle güzel insanlara kazık atar mısınız? Yani onlara böyle bir hizmet karşılığında haksızlık yapılır mı hiç? Yiyeceğini, içeceğini aldığım, işlerini yaptığım müşterilerimin sayısı arttıkça kahvehaneye sadece hesap almak için gitmem gerekti o kadar. Kazancım iki üç kat arttı. Sigarasına, öğlen yemeğine derken, kumara da başladılar ufaktan. Bundan da yolumu buluyorum. Biliyorum siz de bundan hoşlanmayan kasabalılardansınız, fakat ne yapayım ki benim istediğim bir şey değil, para tatlı arkadaş! Dedikodular ta kulağıma geliyor. Öğretmenlerle çok uğraşıyorlar. Kasabamızda sinema, tiyatro mu var. Onlar, kasabada günlerini nasıl geçirecek diye düşünüyor mu böyle dedikodu çıkaranlar, yayanlar. Yüzümü güldüren, cebimi dolduran bu güzel insanların ceplerine uzanmak gizlice ve rezilce üstelik işte bu benim harcım değil. Siz beni tanımaz mısınız? Sizin kadar bu kasabaya kök salmamış mı sülalem ve ailem. Mayam bozuk mu benim. Otu çek köküne bak diyorsunuz, benim köküm nasıl bilmiyor musunuz? Her şey göründüğü gibi değil aslında… Sıkıntısı, eziyeti, yorgunluğu, sevabını gölgede bırakan bir vebali de var yaptığımın. Ay sonunda hesaplar ödendiği zaman onları görmelisiniz. Yüzlerinden düşen bin parça. Suratları bir karış ve yüz bahçelerindeki güller talan edilmiş gibi solgun ve üzgün. Her biri bir başka âlem canım o zaman…” Biri, “Ya Üssen şimdi beni yanlış anlama ama, bu kadar tuttu mu aldırdıklarım?!” der. Başkası, “Lan oğlum, yoksa sen…” diyerek… Anlayın işte aklınıza ilk gelen suçlamalardan. O anlamlı sözün ne olduğunu bilirim de anlamamış gibi yaparım… Ne yapacaksın işin ucunda ekmek parası var… Ay sonunda duyduklarım, inanılacak gibi değil. Bu yüzden kimi zaman midem çok bulanır. Eğer yaptığım hizmetten, keser gibi kendimden yana yonttuğum düşüncesine kapılıyorsanız söyleyin hemen bırakayım bu işi… derim öyle böyle düşünenlere. Pis iş arkadaş! İnanın, tadı kaçtı artık ve de hoşuma gitmiyor… Sinek ufak mide bulandırır hesabı. Benim gönlümü alıyorlar, ağzımdan girip burnumdan çıkıyorlar ve sonunda beni ikna ediyorlar, fakat zan altında kalmak üzüyor beni yine de. Onlar haklı aslında, çünkü maaşları maaş değil. Aşağısı sakal yukarısı bıyık, bundandır ki her şeyi sineye çekiyorum. Onlarsız ne yaparım, söyleyin şimdi. Hele hele anlatamayacağım öyle şeyler var ki yakarlar içten içe beni, sökerler yüreğimi de hiçbirinizin ruhu duymaz. Eşleriyle, çocuklarıyla yüz göz olduk hepsinin. Samimiyetten midir, yoksa küçümsemekten midir, doğrusu pek bilmiyorum, fakat onların buyurdukları beni daha çok çileden çıkarıyor.” “Üssen çöpleri dök!” “Çöplükleri temizle, yıka sana zahmet olacak ama!” “Çocukları biraz gezdiriver! Üssen bizimkileri çarşıya bırak yazık yürümesinler bu sıcakta…” “Çektikleri itin önüne at, it itliği ile yemez, dönüp de koklamaz bile. Gülersiniz değil mi şimdi. Hoca’nın hesabına döndü işimiz anlayabiliyor musunuz beni. Eşeledikçe altından neler çıkıyor görüyorsunuz. Hani sıkılmasalar, bebeklerinin bezlerini de yıkatacaklar…” “Yok be Üssen abartıyorsun!” “Size öyle gelir tabii. Dışı seni yakar içi de beni, anlıyor musunuz? İnanın, hele çocuklar yok mu o yaramaz, afacan keratalar her biri ayrı bir dert yahu! Beklentileri ve istekleri öyle farklı ki birbirinden… “Üssen amca, bana at olsana…” “Üssen emmi bıyıklarını çekeyim mi?!” “Çişim geldi, donumu indirsene!” “O anda cinler tepeme çıkıyor. Çıldıracak gibi oluyorum. Sonra güçlükle yenebiliyorum öfkemi. Utana sıkıla bu isteklerin çoğunu gerçekleştiriyorum.” “Niye?!” dedi içlerinden biri. “Çünkü biz de çoluk çocuk sahibiyiz. Bunlar, öyle sanıldığı gibi kolay doymuyor ve istekleri de öyle kolay karşılanmıyor. Kimler için, kimlere ve nelere katlandığımı daha iyi anladınız mı bari?! Çok konuştum be, hazır mı istediklerim?” Üssen, aldıklarını Marketçi’yle üç tekerli bisiklet arabaya taşırken marketten çıkan genç öğretmenle göz göze geldi. Bu öğretmenin tanıdığı, bildiği öğretmenlerden farklı olduğunu anlar gibi oldu. Sonra üç tekerliye bindi. Ve caddeden aşağıya bir yılan gibi süzüldü gitti. Genç öğretmen, duyduklarını Öğretmen Dünyasına yazmak için eve gitti. Daktiloya bir kâğıt taktı. Ve yarası olan gocunsun diyerek yazmaya başladı. * Lafçı Kerim/Çukurova İnsanları adlı dosyadan Tacim Çiçek
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR