Son Dakika



“Dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle; işçi tulumuyla
Bu güzelim memlekette hürriyet…”

Nazım Hikmet

1 Mayıs’ı özellikle/öncelikle Avustralyalı işçilere borçluyuz. 1 Mayıs da bu borçlarımızdan yalnızca biri.

Sanayi Devrimi 18. Yüzyılın sonu, 19. Yüzyılın başlarında İngiltere’de gerçekleşti. Ticaret burjuvazisi sömürü üzerine kurduğu ilişkilerle o denli büyümüş ve fazlasıyla sermaye birikimi sağlamış emek gücü başta olmak üzere sömürü ilişkisini sanayi burjuvazini oluşturacak kadar gelişmişti. Sermaye birikimini artı değere ve emek sömürüsüne borçlu... Artık tüccar değil, sanayici söz konusu.  Sanayi burjuvazisi, bu aşamada emekçinin yalnızca el emeğini, kas gücünü kırarak, makinelerin de katkısıyla sömürüyü büyütmeyi amaçlamadığından, bu üretim ilişkilerinin de gelişmesi anlamına gelmektedir.  Kapitalist ilişkiler dönemin yapısına uygun olarak hızla gelişmiş, tarımda üretici köylü yoksullaştırılmış ve üreticiler, topraklarından kopartılıp, köylülükten çıkarılarak, hızla ucuz işgücü pazarlarına yönlendirilmiştir. Sermaye için emeğin giderek ucuzlaması, süreğenleştirmesi, ucuz işgücünün yedeklenmesi anlamına gelir. Mülksüzleştirilmiş emekçi ordusu, kapitalist gelişme aşamasında, varlıklarını sürdürebilmek için emeklerini, kötü çalışma koşulları, emeklerinin karşılığını alamamasına karşın satmak durumundadır. Manifaktür üretimden makineli üretime geçiş ilkin tekstilde kendini gösterir. Giderek kömür, demir çelik gibi asıl sanayinin gelişimine yol açacak diğer sektörlerde görülecektir. Nâzım Hikmet “Kışlık Saray” şiirinde “Demir, kömür ve şeker/ve kırmızı bakır ve mensucat/Ve sevda ve zülüm ve hayat” dizelerini yazacaktır. Gerçekten de demir, kömür, şeker, kırmızı bakır, pamuklu dokuma yani mensucat beraberinde sevdayı da getirecektir ama en çok da zulmü.  Hayat, tam da bu biçimdedir. Sevda ile zulmü dengeleyememiştir. Giderek zulüm, sevdayı da kirletecektir.

İngiltere hükümeti de bu sömürü düzenin sürmesi için gereken yasal değişiklikleri gerçekleştirir. Gümrük duvarlarını yükseltmesi yetmiyor gibi, başka ülkelerden gelebilecek tekstil ürünlerinin ülkeye girmesini engeller. Ulusları yenidünya düzeni ile yok etmeyi düşünenler, kendi ulusal yapılarını korumak için başka ulusların ulusallık bilincini yok ederek, yağmayacaklardır. Kapitalizmin tunç kanunudur bu ve bütünüyle ahlâksızlık üzerine kuruludur.

İngiltere’de başlayan Sanayi Devrimi, emekçilerin sırtından yükselmekte ise de emekçilerin bundan yararlandıkları söylenemez. 1760’larda üretim ve verimlilikteki göreceli artışlara karşın, işçi ücretleri sefalet düzeyindedir. Bugün de böyle. Sanayi devrimi, emeğin değil sanayinin ve sermayenin yükselmesidir ve sanayinin ve sermayenin yükselmesi için emekçilerin alçalması, alçaltılması gerekmektedir. Birinin yükselmesi, diğerinin alçalmasıdır. Çalışma saatleri, sanayi devrimi öncesi, makine sahiplerinin daha fazla artı değer ve en az maliyetle, en fazla kâr elde etme amacıyla on altı saate kadar uzatılmıştır. İşyerleri, çalışılan mekânlar olmaktan çok, toplama kampları, gettolar gibidir. Gücü, gücünün yettiğine, bir lokma ekmek ve karın tokluğuna başlangıcı belli, sonu belli olmayan çalışma saatleri ile yoğun bir sömürü imparatorluğu oluşturmuştur. İşverenler, emekçilere bir lokma ekmek ve karın tokluğu kadar ücreti uygun görmüşlerdir. Bunu da emeklerinin karşılığı olarak değil, çalıştırdığı emekçinin, ölmemesi, hastalanmaması ve ertesi gün de gelip makine sahibi adına üretim yapabilmesini sağlamak adına yapıyorlardır. Çünkü makinelerin çalışması ve üretimin gerçekleşmesi için gücü tüketilmiş emekçinin yeniden güçlendirilmesi, bozulan sağlığının göreceli olarak iyileştirilebilmesi ve sürdürülebilir üretim gücünün korunması gerekiyordu.

1856’da Avusturyalı emekçiler, işverenler, tüccarlar, sanayiciler gibi düşünmüyorlardı. Çalışma saatlerinin makine sahiplerinin diledikleri gibi değil, belirli saatlerle sınırlı olmasını talep ediyorlardı. Bunu gerçekleştirmek için izlenebilecek yönetimi belirlemek üzere toplantılar yapıyor, şenliklerle direnme gücünü diri tutmaya çalışıyorlardı.  Çalışma saatlerinin belirli saatlerle sınırlandırılması konusunda, makine sahipleri ile yaptıkları karşılıklı görüşmelerde işverenler, işçilerin taleplerini dikkate almıyor, kendilerini onların efendileri sayıyorlardı. Daha fazla artı değer, en az maliyetle en fazla kâr elde etmek dışında hiçbir talep işlerine gelmiyordu. Bu gerekçeyle işçilerin isteklerini yerine getirilemez buluyorlardı. İşçiler şunu ayırt ettiler. Makine yalnızca bir makinedir, makinenin çalışması, metanın elde edilmesi için, makineyi hareket ettirecek ve metayı oluşturacak kol gücüne gereksinim var. Kol gücü olmadan makine ölü bir çelik yığını, meta ise oluşmamış bir tasarımdır. Makinenin varlığı ya da hammaddenin tezgâh üzerinde durması hiçbir şeydir. Onu şeye dönüştüren emektir. Homo Sapiens için başparmak neyse, emekçi için de üretimden gelen güç odur!

Avustralyalı işçiler, önemli bir devrimin eşiğindeydiler ve bulduklarının dünyayı yerinden oynatabilecek bir kaldıraç olduğunun henüz bilincinde değildi. Kendileri için küçük bir adım olabilirdi bu ama insanlık ve emek tarihi için büyük bir adımdı ve ay’da yürümekten çok daha önemlidir. Sekiz saatlik iş günü için gösterilerin başlaması bu döneme ilişkindir ve bu süreçte emekçiler, üretimden gelen güçlerini kullanarak, makine sahiplerinin anlayacağı bir dil ile konuşmaya karar verirler: Bir günlük makineleri susturacaklar, çalışmayacaklar, işi bırakacaklardır.  21 Nisan 1856 bu gücü sınamak, bu dili kullanmak için önemli bir tarihtir ve bu tarihten sonra hiçbir şey 21 Nisan 1856’dan önceki gibi olmayacaktır. 21 Nisan 1856, yalnızca Avustralya’da etkili olmanın ötesinde, gelişecek, diğer ülkelerin emekçilerince de benimsenecek ve her yıl kutlanmaya başlanacaktır.

Avustralya’yı izleyen ilk iş bırakma ve l Mayıs’ı kutlama onuruna erişen, ne yazık ki emekten yana ekonomi politikalar üreten ülkelerden herhangi biri olmadı. Marx, emekten yana zincirleri kıracak gücün gelişmiş sanayi ülkeleri emekçileri olacağını öngörmüştü. Marx’a emek bilincini içeren direnişi feodal ya da Asya tipi üretim tarzına sahip ülkelerden beklemiyordu. Oysa Marx’ın kuramının yaşama geçirilebilmesi için emekçilerin, kır ve kent yoksullarının çoğunlukta olduğu sanayileşmiş ülkeler olması  gerekiyordu. Kapitalizm de bu ülkelerde doğacak ve kendi iç çelişkileriyle, yine doğduğu, geliştiği ülkelerde yenilecekti.

Kapitalizm sistem olarak krizler üzerine kuruluydu ve kendi krizini kendisi üretiyordu,  kriz üretmekle de kalmıyor aynı zamanda kendi mezar kazıcılarını da üstleniyordu.

Avustralya’dan sonra l Mayıs’ı ve bugün iş bırakmayı kararlaştıran ikinci ülke, Atlantiğin kıyısındaydı ve kapitalizmi en vahşi biçimde geliştirerek, emperyalist biçime dönüştürecek olan Amerika Birleşik Devletleri’nde ortaya çıkacaktı.  200 binden fazla işçi, iş bıraktı, sekiz saatlik çalışma talebini yüksek sesle dile getirdi. Ardından yasaklar geldi. ABD’de yasalar değiştirildi, polisin yetkileri arttırıldı ve l Mayıs’ın kutlanması engellenemediyse bile, görkemli kutlanmasının önüne geçilmeye çalışıldı. İşçiler bu güce eşit güç kullanımı için 1888’de bir karar aldılar ve iki yıl sonra 1890’da sokaklarda olmaya, l Mayıs’ı bayram olarak kutlamaya karar verdiler. 1889’da işçi hareketleri Avrupa’da da gelişmeye başladı. 1889’da Uluslararası İşçiler Kongresi yapıldı. Kongrenin ilk aldığı kararlardan biri 8 saatlik işgünü talebidir. Kongreye katılan Fransız temsilci, başta Avrupa’da olmak üzere bütün diğer ülkelerdeki işçilerin de aynı gün iş bırakmalarını önerdi.

1 Mayıs ülkemizde 1905 yılında İzmir’de kutlanmıştır. İstanbul’da yapılan ilk kutlamanın tarihi 1910’dur. İşgal İstanbul’unda da l Mayıs kutlamaları; hem işgalci emperyalist güçlere, hem de onların yerli işbirlikçisi Osmanlı Hükümetine karşıdır. Haliç’te başlayan kutlama, Beyoğlu’na yapılan yürüyüşle sürdü. İşçiler ellerinde “Bağımsız Türkiye” pankartları taşıyorlardı. Bunu 1921 ve 1923 yılındaki kutlamalar izledi.  1923 bağımsızlığın kazanıldığı, emperyalist işgalcilerin yenildiği özgün bir yıldır.  l Mayıs kutlamalarında yabancı sermayeli şirketlerin millileştirilmesi, 8 saatlik işgününe ek olarak, hafta tatilinin kabulü, grev ve sendika kurmanın serbest bırakılması gibi talepler gündeme getirildi.  1923 tarihinin en önemli özelliği Şubat-Mart aylarında toplanan İzmir İktisat Kongresinde l Mayıs’ın İşçi Bayramı olarak kabul edilmesine ilişkin yapılan görüşmelerdir. Bu görüşmeler sonunda l Mayıs İşçi Bayramı olarak resmen kabul gördü. 1924 yılında yapılan kutlamada birçok işçi sekiz saatlik işgünü için bildiri dağıtmaktan tutuklandı. Takrir-i Sükün Yasası l Mayıs kutlamalarına da yasaklar getiriyordu. Takrir-i Sükûn Yasası’nın getirdiği yasaklamalar, yasanın yürürlüğe girdiği tarihten itibaren on yıl boyunca devam etti. Yasanın yasaklarına rağmen kutlamalar, bu dönem içerisinde büyük bir gizlilikle yapıldı. Ankara’da yapılan l Mayıs yürüyüşüne katılanların tamamı işçiler değil, aynı sınıf bilinciyle hareket eden aydınlar, kimi esnaf çevreleri de alanlardaydı onlar da kendilerinin işçiler kadar emekçi olduklarını açıklıyorlardı. Bir yüksek bilinçtir.  

1927’de ikdam gazetesinin haberi ilginçtir. Gazetede iki bine yakın emekçinin iş bıraktıkları, işyerlerinden alanlara çıktıkları, işçi örgütlerinde toplanarak Nâzım Hikmet’in yazdığı ve bestelenen işçi türküsü söyledikleri belirtilmektedir. Bu kitlesel olarak kendiliğinden ve coşkuyla kutlanan son 1 Mayıs olacaktır. Bundan sonraki l Mayıs’larda küçük guruplar l Mayıs’ı kutlayacaklar, işçi örgütleri bildiri dağıtacaklardır. Bildiri dağıtmak ve l Mayıs’ı kutlamak da suç olarak ilan edilecek, l Mayıs’ı kutlamak üzere sokağa çıkanlar tutuklanır, bildiri dağıtanlar yargılanıp hapse atılır. Dönemin bir başka olumsuz yanı daha kutlamalar yapılmadan yasaklanması, kutlamaya katılmaların önlenmesi için önde gelen sendikacıların, yazarların, aydınların l Mayıs’tan önce çeşitli gerekçelerle tutuklanmaları, hapsedilmeleri olacaktır. Gerekçesiz tutuklananlar l Mayıs’tan sonraki günlerde serbest bırakılıyorlar, Yasa Devleti yeni bir kavramı oluşturuyor,  potansiyel suç ve suçlular kavramını üretiyordur.

1935’te “Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Hakkında Kanun” meclisten geçti.  Bu yasaya göre l Mayıs “Bahar ve Çiçek Bayramı” olarak kabul edildi. Uluslar arası Sermaye kendi mezar kazıcısı emekçileri etkisizleştirmek, emek hak ve özgürlüklerini yok etmek için yeni yöntemler de geliştirecektir. “Sarı Sendikacılık” bu yöntemlerden biridir. 1950’li yıllar sendikal anlamda gelişmelerin yaşanıldığı yıllardır. Atlantik ötesi bu gelişmeyi öncelikle yozlaştırmak ve giderek durdurabilmek için Türkiye’ye ve diğer ülkelere “Amerikan Tipi Sendikacılık” anlayışını dayatacaktı. Türk-İş ne yazık ki bunun Truva atı olarak kurdurulacaktı. Amerikan Tipi Sendikacılık anlayışı l Mayıs’ı İşçi Bayramı olarak kabul etmez. Etmediği için de kutlamaları önemsemez. Zorunda kalırsa, salon toplantıları ve piknikler geçiştirir. Amerikan Tipi Sendikacılık anlayışı l Mayıs’ı Bahar Bayramı, Çiçek Bayramı, Böcek Bayramı kabul eder. Amerikan Tipi Sendikacılık anlayışı patron merkezlidir. Yönetim erki ile ortaklaşa hareket etme üzerine kuruludur.

Bu anlayış l Mayıs’ın imhası üzerine gelişir. 24 Temmuz’u İşçi Bayramı olarak kutlamak, aslında l Mayıs İşçi hareketini ortadan kaldırmaktır. Bunun için ileri sürelen gerekçeler şunlardır: 24 Temmuz 1963’te Toplu İş Sözleşmesi, Grev, Lokavt ve Sendikalar yasaları yürürlüğe girmiştir. 1967’de sarı sendikacılık dışında devrimci bir sendikacılık anlayışı gündeme getirilecek ve DİSK kurulacaktır. Şanlı 15-16 Haziran olayları tarihe geçecektir. Bu yeni ve farklı bir başlangıçtır. Daha yakın tarihlere gelince, 1976’daki l Mayıs’a yoğun bir katılım vardı. Alanları dolduran emekçilerin sayısı dört yüz binin üzerindedir. 1976 l Mayıs’ı eski görkemli ve kitsel l Mayıs kutlamalarına eklenecek ve uzun bir suskunluk döneminin sonunda kutlanan ilk kitlesel l Mayıs olarak tarihe yazılacaktır. Bu kutlamaların sermayeyi ve onun desteklediği hükümetleri korkuttuğu açıktır. Korkanlar, bu kez korkutmak ve sindirmek için kanlı l Mayıs’ın yaşanacağı 1977 yılını bekleyecektir.

31 Mart-2 Nisan önemli bir başka tarihtir. Bu tarihte DİSK Başkanlar Konseyi toplanır ve l Mayıs’ın “İşçi Dayanışma Günü” olarak kutlanılması kararını alır. Yine aynı kararda l Mayıs’ın imzalanacak bütün toplu sözleşmelerde temel madde olarak yer alması hükmüne varılır. Üç fıkralı bir maddedir ve fıkralarda şunlar yazılıdır: “a) l Mayıs genel tatil günü, diğer bütün dünya ülkelerinde olduğu gibi İşçi Bayramı olarak kutlanabilmesi amacı ile işyeri tatil yapılır ve herhangi bir nedenle işçi çalıştırılmaz. b) l Mayıs’ın arifesi olan 30 Nisan günü saat 12.00’den sonra işyerinde ücretli tatil yapılır. Bu güne ait işçi ücretleri herhangi bir nedenle kesilemez. c) l Mayıs İşçi Bayramı için, Nisan ayırın ikinci yarısı için işçiye (…) TL. tutarında bayram ödeneği verilir.

Ünlü l Mayıs Marşı bu dönemde dillere/yüreklere düşecektir. “Günlerin bugün getirdiği/Baskı, zulüm ve kandır/Ancak bu böyle gitmez/Sömürü devam etmez/Yepyeni bir hayat gelir/Bizde ve her yerde//l Mayıs l Mayıs/İşçinin, emekçinin bayramı/Devrimin şanlı yolunda/İlerleyen halkın bayramı//Yepyeni bir güneş doğar/Dağların doruklarından/Mutlu bir hayat filizlenir/Kavganın ufuklarında/Yurdumun mutlu günleri/Mutlak gelen gündedir//l Mayıs l Mayıs/İşçinin emekçinin bayramı/Devrimin şanlı yolunda/İlerleyen halkın bayramı//Vermeyin insana izin/Kanması ve susması için/Hakkını alması için/Kitleyi bilinçlendirin/Bizlerin ellerindedir/Gelen ışıklı günler/Gün gelir gün gelir/Zorbalar kalmaz gider/Devrimin şanlı yolunda/Bir kâğıt gibi erir gider” Marşın sözleri Bertolt Brecht’in oyunlaştırdığı, Maksim Gorki’nin “Ana” romanından alınmıştır. Müziğini Sarper Özsan yapmıştır.

1 Mayıs 1977’de, Taksim Alanı’na yarım milyar emekçi çıkmıştır. Aralarında çocuklar ve kadınlar vardır. DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler konuşmasını yaparken Sular İdaresi ve İnterkontinental Oteli üzerinden ateş açılır. Kargaşada 36 kişi yaşamını yitirdi ve 200’ü aşkın insan yaralandı.  Tarihe Kanlı l Mayıs olarak geçti 1977’nin l Mayıs’ı.

DİSK yürütme Kurulu’nun 10 Mart’ta yaptığı başvuruda l Mayıs için izin alınmıştı. l Mayıs’a Tüm Öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği (TÖB-DER), Türkiye Mimar ve Mühendis Odaları Birliği (TMMOB), Tüm Memurlar Birleşme ve Dayanışma Derneği (TÜM-DER), Tüm Sağlık Personeli Derneği (TÜS-DER), DEV-GENÇ, İlerici Gençler Derneği (İGD), İş Müfettişleri Derneği (İM-DER), İlerici Kadınlar Derneği (İKD), KÖY-KOOP, Çağdaş Hukukçular Derneği, Barış Derneği, Pahalılık ve İşsizlikle Mücadele Derneği (PİM),  Devrimci Halk Kültür Derneği, Tüm Teknik Eleman ve Teknikerler Derneği, Tüm Teknik Elemanlar Derneği (TÜTED), Devrimci Demokratik Kültür Derneği, Giyim İşçileri Derneği (GİB-DER) gibi demokratik sivil toplum örgütleri katılacaktır.

Yukarıda da kısaca değindiğimiz gibi mitingin dağılmasına çok az bir zaman kalmışken, saatler 19.00’u geçtikten hemen sonra ilk kurşunlar Intercontinental Oteli’nin pencerelerinden, Pamuk Eczanesi’nin ve Sular İdaresi’nin üzerinden rastgele yaylım ateşi biçiminde sıkılmaya başlanılmıştı. Yine Gümüşsuyu-Sıraselviler Caddesi yönünde beyaz renkli bir Renault katılımcıların üzerine ateş açarak kaybolacaktı. Amacın kıvılcımı çakmak ve panik çıkarmak olduğu açıktır. Paniğin kendisi bir silahtır ve kaçışanlar panikle birlikte ezerek/ezilerek dağılacaklardır.

Intercontitental otelini işletenler, Şili’de ne yaptıkları bilinen bir guruptur. Bunların Allende’yi devirdikleri ve ülkeyi yağmalamaya açtıkları biliniyordu. ITT denilen dev mali tekelin sermaye dışında da etkinlik gösterdiği bilinen bir diğer gerçekti. Otel l Mayıs’tan hemen sonra satılarak el değiştirdi. Yine bilinen bir başka gerçek, otelin l Mayıs’tan önceki üç gün müşteri kabul etmediği, konaklayıcıları otele almadıkları. Aynı gün otelde konaklayan bir gurup yabancının varlığı biliniyor, bunlar yine aynı gün uçakla bilinmeyen bir yöne uçmuşlardı ve kim oldukları bugün de bilinmemekte.

Bu kanlı saldırıyı planlayanlar, 1 Mayıs’larda oluşacağını düşündükleri korku imparatorluğunu kurduklarını sanıyorlardı ama yanılıyorlardı. Çünkü 1978 l Mayıs’ında insanlar yine alanlardaydı. 1979’da Sıkıyönetim Komutanlığı İstanbul’da l Mayıs’ın kutlanmasına izin vermedi. 1 Mayıs’ın kutlanacağı alan bu kez İzmir Konak Meydanıydı. 1980, beş generalin Amerika’nın da onayını alarak, cici ‘Our Boys-Bizim Çocuklar’ olarak darbe yaptıkları yıldı. Buna karşın l Mayıs yine kutlanacak, yeni yasaklar gelecekti. 1987 yılı l Mayıs’ı biraz resmi protokol gibidir. Milletvekilleri, aydınlar ve belli sayıdaki emekçiler Taksim Anıtı’na çelenk bırakmak isterler ama polisler yalnızca milletvekillerine izin verirler.  Bu bir mayıs, milletvekili bayramıdır öyleyse! 1989’da saldırıya uğrayan emekçiler, bir kurban verecektirler.  1990’da çıkan çatışmada İTÜ’lü bir öğrenci felç olacaktır. 1996’da Kadıköy’de toplanan emekçilerin üzerine ateş açılacak, 3 kişi yaşamını yitirecekti. 2007’de Taksim yine kutlama için yasaklıdır. 2008’in de bir önceki yıldan farkı yoktur. Taksim yine emekçilere kapalıdır ve tatil değildir. Gerekçe olarak Adalet Bakanı ve Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek, l Mayıs’ın tatil ilan edilmesi sonucu bir günlük iş kaybının 2 katrilyon lira civarında olduğunu göstermektedir.

Demokratik, sosyal hukuk devletiyle yönetilen ülkelerde, böyle keyfi yasaklamalar olmaz.1 Mayıs emekçilerin yaratıcı gücünün başyapıtıdır. Alın teriyle, onlara bu hakkı vermek istemeyenlerce de en masum ve en temiz kanları dökülerek, yaşamları karşılığı kazanılmış bir haktır.1 Mayıs’ı bu anlamda yaşamak, bu uğurda yaşamlarını yitirmiş olanları anmak, bir ödevdir de! 2009’da zaten daha önce bayram olan 1 Mayıs yeniden keşfediyor ve o günü resmi tatil yapıyor, Taksim’i kutlamalara açıyor. Bu tarihten sonra tarih ‘tekerrür’ etmiştir. Marx’ın “Louis Bonaparte'ın 18. Brumaire’i’nde söylediği gibi “Tarihte olaylar ilkinde trajedi, ikincisinde komedi olarak…”

İllüzyonistlerin şapkadan tavşan çıkardıkları doğrudur, ama tavşanı oraya koyanlar kendileri olduğu için… Yoksa hiçbir şey yoktan var olmaz ve vardan yok olmaz. Diyalektiğin en basit ve en bilinen ilkesidir.

Emekçilerin, emek ve dayanışma günleri kutlu olsun!

Halit Payza
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)