sair-bk-nin-romani-yazildi-remil-360044.webp


Yazar Meliha Yıldırım, Türk edebiyatında ‘şairlerin sultanı’ (Sultânü'ş-şuarâ) ünvanına sahip büyük Türk şairi Bakî’nin romanını yazdı.

Alakarga yayınlarından yayınlanan 134 sayfalık bu sürpriz kitap, Bâki’nin gençlik döneminden bir kesiti anlatıyor.

Gençlik dönemi derken elbette aşk konusu başat. Divan şairinin romanı yazılır da aşk es geçilir mi?

İstanbul Beyazıt'ta küçük bir mekanda küçük bir zaman diliminde geçen roman okuru hemen daha bölüm başlıklarıyla bile (“Kapısı Küçük Dükkanın Önündeki İlk Karşılaşmayı Anlatır”, “Bâki’nin Yüzü Açık Feraceliyi Düşünmesini Anlatır”... gibi) zamanının atmosferi içine çekiyor.

Yeni yeni şiir yazmaya başlayan genç Bakî, kendisinden yaşlı ve deneyimli şair Zatî’nin Beyazıt’ta fal baktığı, şiir yazdığı ve şairlerin, şair adaylarının uğrak yeri remil dükkanına sık sık uğruyor, şiirlerini gösteriyor. 

Boş kalmış genç şair gönlü bu; falcı dükkanının kapısında ayak üstü gördüğü bir evli kadına, tutuluyor. (Şairler kendilerinden yaşça büyük ve iri kadınlara tutkundur kuralı o zaman da işliyor!):

(Nesime) Çıkacağı sırada gençten biriyle burun buruna geldi. Uzun boylu, buğday tenli, utangaç ama güler yüzlü bir gençti bu; ilk bakışta, açık kahverengi gözlerini kısarak anlamlı tebessümünden İstanbullu olduğu anlaşıldığı gibi keskin olmayan yüz ifadesi de bunu doğruluyordu. Siyah cüppesiyle saman sarısı yakasız bir gömlek vardı sırtında. Kolu havada kalan genç, feracesi açık yüze baktı. Suçlandı sonra. Fakat karşısındaki o kadar dalgındı ki, kenara çekilmese çarpıştığından haberi olmayacaktı. Oysa genç, onun yere bakan bal rengi gözlerini gördü ilk. Göz kapaklarının kıpır kıpır telaşını. Aklında tuttuğunu, gözleriyle tekrarlayan kızarmış yüzdeki gizemin belirginliğini. O çabukluğunun engellenemez gücüyle, önünde karlı dağ olsa delip geçeceğini de. Arkasında tatlı bir lavanta kokusu bıraktığı alımlı yürüyüşüyle serin serin siste kayboldu…” (s. 17)

1526 yılında İstanbul'da doğan ve gerçek adı Mahmud Abdülbâki olan genç Bakî, aslında öğrenci. Dönemin ünlü hocalarından Karamanzade (Karamanlı) Mehmet ve Ahmet Efendi kardeşlerde  eğitim görüyor. Babası Fatih camisinin imamı. Yoksulluğa yakın bir aile. Çocuk Bakî, camide serac, yani kandil yakıcı; üç beş kuruş da o kazanıyor. Ama okumaya meraklı. İmam babası da eğitime önem veren birisi. İstanbul Osmanlı’nın en zengin dönemini yaşıyor. Kentin yapısı değişmiş, zenginlik iki katlı evlere geçişin başlamasına neden olmuş. Kahve, İstanbul’a yeni gelmiş, dolaysıyla kahvehane de kahve bakılan remiller de yeni açılmış. Sosyal yapı gelişmiş. İstanbul kent olmaya başlamış.

Yazar Meliha Yıldırım

İşte böyle bir zamanda gençliğinin tadında Bakî, iş ve ders dışında şair Zatî’nin dükkanına uğramayı adet ediyor. Her büyük yazar ve şairin hayatında kendinden büyük ama okuduklarını gördüklerini duyduklarını tartıştıkları, kendilerini geliştirdikleri takıntılı bir iki arkadaş/lık olmuştur. Zatî de anlaşılan genç Bakî için ikinci bir arkadaş/okul.

Romanda Bakî’nin, edebiyat şiir tartışmaları yaptığı ikinci dostu, Tasavvufun esaslarını 36 başlıkta anlatan 800 beyitlik “Hasb-i Hâl” adlı mesnevinin şairi şeyhi Bâlî Efendi’nin öğrenciliğinden çok şey kazanmış Nevî’dir.

NESİME'YLE AŞKI

Edirne’den İstanbul’a gelin gelmiş, miras yiyen sarhoş kocasından gördüğü eziyetlerden bıkmış evli genç kadın Nesime’yle işte Beyazıt’taki bu fal dükkanının kapısında karşılaşan Bakî, ikinci karşılaşmayı (elbet biraz da kendi ayarlıyor) başarıyor:

“Beyazıt'a gelince fark etti vaktin erken olduğunu. Zati'nin dükkânı kapalıydı. Meydancı ortalarda yoktu. Bedesten, sahaflar zaten daha geç açardı. Gökyüzü de hafif beliren ışığıyla, yeni günün henüz başlamadığını onaylıyordu. Fakat aynı yönden gelen biri daha, vakti şaşırmıştı. O aceleci yürüyüşü, peçeli de olsa nerede görse tanırdı. Siste kaybolup gittiği gün nasılsa, yine öyle, yürümüyor da koşuyordu. Sanki yarı aydınlığın içinde buraya gelmeden yine kaybolacaktı. Baki, onun karşıdan gelişini gördüğünde, üzerine çam reçinesi dökülmüş gibi olduğu yere yapıştı.

“Gelen, Nesime'ydi. Dalgın, telaşlı. (…)”

Bakî, fırsat bu fırsat kadınla uzun bir yürüyüşe çıkıyor ve ona aşkını belli eden gazeli yazılı kâğıt parçasını eline tutuşturmayı başarıyor. Geriye Nesime’nin sabırsızlıkla eve gidip odasına kapanıp pusulada ne yazdığını okuma heyecanı kalıyor:

“Sofaya geçince, gayri ihtiyari merdiven tarafına baktı. Kocası aşağıya inecekmiş gibi kötü bir tedirginlik hissetti. Hanesinde her şey sessiz sakin onu bekliyordu. Mutfağa, elindeki ekmeği bırakmaya girdiğinde, önceki günü düşündü. Yuvarlanınca ters dönmüş tencere de olmasa dünkü olaydan eser kalmayacaktı.

“Feracesi ile örtüsünü çıkardı hızlıca. Ocaklı odanın kapısının yanındaki dolaba astı. Ev buz gibiydi. Havasızdı da. Ne ocağı yakmaya ne de pencereyi açmaya eli gitti. Açık kahverengi, ince yün elbisesinin cebindeki kâğıttaydı aklı. Kalbini aydınlatan o hisle içi ısındı. Fakat tedirginliği ona baskın geldi. Yukarıdan gelecek tıkırtıları dinledi. Hiç ses gelmeyince. Sedirin ucuna ilişti. Kâğıdı çıkardı cebinden. Açık kapıyı fark edince okumadan kalktı onu da kapattı. Titrek eliyle tuttuğu kâğıda hızlıca göz gezdirdi. Sonra tane tane okumak için başa döndü:

Bir lebi gonca yüzi gül-zâr dirsen işte sen
Hâr-ı gamda andelib-i zâr dirsen işte ben*

Heyecandan iki beyitlik gazeli tekrar tekrar okudu. Hâlâ okuma isteği duysa da. Bir an evvel kaldırmalıydı. Orta yerinden hızlıca, üç ya da dört kere katladı kâğıdı. (...)”  

Meliha Yıldırım, Türk yazar ve şairleri için yaz yaz bitmez bir derya konu (yalnızca Türkler için değil, Amin Maalouf’u düşünün) tarihimizi, bu kez edebiyat tarihimizden bir ölümsüzü, estetik bir biçimle anlatıyor.

Bakî gibi önemli bir şairi, dönemin İstanbul 'kent yaşam' kültürüyle (günümüzün moda deyimiyle ‘sosyolojisi’yle!) ve önemlisi, yazar şair dünyası içinde, mükemmel bir atmosfer yaratarak müthiş bir dille anlatıyor.

NESİME ASLINDA KİME AŞIK?

Türk romanı, Meliha Yıldırım’ın Remil adlı romanıyla yeni bir roman/romancı kazanmadı, romanımıza çökmüş bürokratik tatsızlığı bozacak -yenilerde okuduğum Hikmet Temel Akarsu’nun üçlemenin sonu 'Barselona'da Bir Gece'si; Taner Ay’ın 'Yaralı Gönül'ü gibi... yeni yazılmış romanları da katarsak- bir heyecanı da yaşıyor.

Romana dönersek, Nesime’ye aşık, elbette yalnızca Bakî değil. Zatî de sinsi bir tecrübeyle kenarda bekliyor. Unutmayalım ki Nesime onun dükkanına geliyor hep; Bakî ise yolda karşılaştığı!.. Gerisini okura bırakmak istiyorum.

 

Bu tür konuların aslında filmi çekilir. Bu nedenle aklımda çakılı sahne, dönemin Can Yücel'i kıvamında berduş, paraya pula üne, yemeye içmeye, giyime kuşama, hatta temizliğe önem vermeyen şair Emrî’nin, Medrese’ye hocalarca davet edilip (bizde fakültelere konuşmacı olarak çağrılan yazar şair hesabı), genç şair adaylarıyla yaptığı toplantı ‘sahnesi’…   

Meliha Yıldırım’ın şair Bakî özelinde 1500’lerin ikinci döneminden kısa bir zaman kesiti sunduğu küçük ama içi dolu turşucuk Remil adlı romanını bir solukta okuyacaksınız.

NİÇİN DİVAN EDEBİYATI DİYORUZ?

Bakî gibi şairlerin edebiyatına verdiğimiz "Divan edebiyatı" adının kökeni, sarayda bir divanda oturan ve orada beslenip padişaha, vezirlere yazılmalarından geliyor/muş.

Elbet bütün ihtiyacı saraydan karşılanan şairleri aşağılamak moda. Ancak Divan şairleri de olsa şairdir ve üstelik bir Türk şairidir -Bakî gibi halim selim görünenler bile- şiirlerindeki hiciv öğesini asla köreltmemişler, çenelerini, pardon şiirlerini tutamamışlardır.

Örneğin  Kanuni Süleyman'ın Divanında bir süre beslenen Bakî de bunlardan biridir. Şiirine ayar veremez; eleştirir! Bunu duyan Kanuni Sultan Süleyman, adeta küplere biner ve Bakî'nin sürgün edilmesini emreder. Sürgün yeri ise Bursa olacaktır.

İşte Kanuni'nin yazdığı ve Bakî'nin sürgün edilmesini istediği o beyit:

"Bâkî-i bed/Azm-i bülend/Bursa'ya red/Nefy-i ebed"

Şöyle çevirebiliriz:

"Bâkî, o kötü adam / Yüksek kararımdır / Bursa'ya gönderile (Bâkî Bursalıdır) / Bir daha da gözüm görmeye."

Sürgün kararını duyan Baki, pek üzülür ve şunu yazar:

"Ne ola kim azm-i bülend nefy-i ebed oldunsa Ey Bâkî / Bilesin ki cihan mülkü değil Süleymân'a Bâkî / Şehâ azminde isbât-ı tehevvür eyledin ammâ / Buna çarh-ı güher derler ne sen bâkî ne ben bâkî"

*Bir dudağı gonca, yüzü gül bahçesi kadar güzel kimdir dersen işte sen / Diken (gam) bahçesinde ağlayıp inleyen bülbül kimdir dersen işte ben.

Kitabı edinmek için...

Ahmet Yıldız
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ YAZI

Benzer İçerikler