Mezarlıktaki ölünün arkadaşları
Metin kapıdan çıkınca önce temiz ve soğuk hava karşıladı kendisini. Üzerindeki uyuşukluğu, tembelliği, isteksizliği bir ağda gibi çekip kopardı. Rüzgârın temizlediği havayı art arda içine çekti. Okuldan çıkanların çoğunluğunun yaptığı gibi bir sigara yaktı. Sırtını duvara dayayıp beklemeye başladı. Okul çeşitli fraksiyonların bir arada eğitim gördüğü ama politik olarak birleşemediği bir durumdaydı. Sürtüşmelerden -yan baktın-, sosyal faşist-,faşist-,-revizyonist-sözlerinden bir anda ortalık karışıyor herkes birbirine giriyordu. Öğretmenler çeşitli görüşlerin korumaları altına alınmışlar, teneffüslerde kantine çay içmeğe inildiğinde o gruplarla beraber hareket ediyorlardı. Boktan bir çay vardı ama yine de soğuk ve ıslak gecelerde, nem ve küf kokan kantinde avuçlarını ve içlerini ısıtmak için sıcak bulaşık suyuna benzeyen çayı içmek zorunda kalıyorlardı. Bazen ise sınıftaki memur ve işçi kızlarla okulun hemen yanındaki Vefa bozacısına gidip, leblebili sulu boza içiyorlardı. Akşam okulunu dolduran genç, yaşlı, kadın, erkek tüm öğrenciler tedirgin, bezgin, yorgun ve herkes kavgaya hazırdı. Yaşam şartlarını her gün biraz daha zorlaştıran MC Hükümeti’nin kısa döneminde 46 kişinin ölmüş 1534 kişi ise yaralanmıştı. Haftalık bir derginin araştırmasına göre ölenlerin 16'sı öğrenci, 7'si işçi, 6'sı öğretmen, 3'ü partili, 14'ü çeşitli mesleklere mensup genç insanlardı...MC’nin desteğiyle bir çok yüksek okul ve liselerde Komandolar terör estiriyorlar binlerce öğrenci komando baskısı yüzünden okullarına gidemiyorlardı. Faşizan baskılar yalnızca Ankara, İstanbul, İzmir gibi üniversite kentleri ya da Üniversite, Yüksek Okul, Akademi gibi yüksek öğrenim kurumları ve öğrencilerine yöneltilmiş de değildi. Saldırı ve baskılar tüm yüksek okul, lise, meslek okulu, yurtlar hatta ortaokulların içine girmiş ve politik ayrımcılık, gruplaşmalar başlamıştı. Genç-yaşlı bir sürü insanın suçlu suçsuz ayırımı gözetmeksizin bozuk para gibi harcandığı, Hükümetin (kendilerinden olmayanlara) kanlı bir sindirme ve yok etme savaşı açtığı, karanlık bir ortamdaydılar. Yürüyüşe katılanlar da katılmayanlar da sivil ve resmi Faşistlerin kurşunlarına hedef oluyorlardı. Bir kuşku, bir küçük benzetme yüzünden durakta bekleyenleri, sokaktan geçenleri yaralıyor, öldürüyorlardı. Temsil ettikleri sermaye sınıfının çıkarlarını korumak, onların sadık bir köpeği, sadık bir uşağı olduklarını ispat etmek için ortalığı kana boyamaktan çekinmiyorlardı. Geri bıraktırılmış bir ülke olmasaydık, gerçek demokrasinin eksiksiz uygulandığı bir karakter yapısını taşısaydı toplum, yürüyüşler, mitingler, grevler-demokrasinin gereği olarak-olurdu; haklar, istekler, şikayetler ve eleştiriler rahatça sergilenirdi ama-insan öldürme gibi- çok önemli bir duruma rastlanmazdı. Çünkü demokrasilerin ana ilkesi, toplumların eksikliklerini tamamlamak, toplumları en uygar düzeye çıkarmak ve en kutsal varlık sayılan insanı yüceltmekti. Ama Türkiye, böyle bir yönetimden ne yazık ki çok uzaktaydı. Bizimkisi demokrasi görünümü altında yürütülen, adaletin, eşitliğin ve de insanlığın zerresinin bulunmadığı bir aşiret düzeniydi. (Aşiret düzeninde, Güçlü güçsüzü kendi çıkarının sürekli olması uğruna yok eder. Soru soranı, eleştireni susturur ve toplumsal kıpırdamaların, topluma çalkalanmaların fışkırdığı kaynakları kurutur.) Şimdi kendileri böyle ilkel bir tutumla karşı karşıyaydılar. Savaş, uyanan ve –gerçeği gören- çarkların kimler tarafından ve kimler adına döndürüldüğünü bilenlerle bu –bilenleri- baskı altında tutmak, gerekirse yok etmek isteyenlerle yapılmaktaydı. Yani, çıkarı bozulmasın diye babasını bile gözünü kırpmadan kesmeye kararlı zengin sınıfla, o zengin sınıftan haklarını kopartmak, kendini ezdirmemek, bütün yetkileri eline geçirip –insanca bir düzen- getirmek isteyen yoksul sınıf savaşmaktaydı...Havacı subayların kullandığı mavi renkli parkasının fermuarını çekip önünü kapattı. Annesinin ördüğü kalın vişne çürüğü rengi atkısını ’da sardıktan sonra okuldan çıkan son öğrencilerin arasına katılıp okulun avlusundan karanlık, sokak lambalarının yanmadığı ara caddeye girdi. Derneğe gideceği için okuldan çıkan diğer insanlar gibi acele etmiyordu. Şehzade camisinin yanına gelince durdu. İki mavi Reno marka minibüs yol kenarında müşteri bekliyordu. Okul çıkışı saatlerini bilen minibüs şoförleri genellikle bu saatlerde Orhan Gencebay, Ferdi Tayfur veya Müslüm Gürses’in parçaları eşliğinde caminin köşesinde okuldan çıkan müşterileri beklerlerdi. Sokak lambaları, renkli dükkân ve mağazaların ışıklı tabelalarının yakamozlar yarattığı ıslak, boş caddeye baktı. Sokak lambasının arkasında durdu birkaç saniye. Site yurdunda bir tanıdık vardı ama ziyaret için geç olmuştu. (Vezneciler’de bulunan ‘Site öğrenci yurdu’ devrimci öğrencilerin elindeydi. Bir tarafta MC hükümetinin diğer tarafta devlet destekli Ülkücü Faşistlerin bu yurdu ele geçirmek için yaptığı her türlü saldırı ve provokasyonlarına karşın, devrimci öğrenciler bu yurtta kalmaya ısrarla devam ediyorlardı. Metin’de defalarca arkadaşlarıyla beraber yapılan toplantılara katılmıştı. Özellikle 1974 affından faydalanarak tahliye olan devrimcilerin siteyi devrimci merkezi olarak kullanmaya başlaması, gençlik önderlerinin sık sık yurtta katılımın yoğun olduğu, sert tartışmaların hatta kavgaların yaşandığı seminerler vermesi dikkat çekmiş, öğrenci yurdu sık sık polisler tarafından basılmaya başlanmıştı. Dönemin en popüler, çeşitli sol fraksiyonlarının ele geçirmek için aralarında savaş verdiği bir yurttu. Polis baskısı yetmiyormuş gibi hükümet desteğiyle Site öğrenci yurdunun tam karşısında, faşist öğrencilerin saldırı üssü olarak bilinen Sivas Öğrenci yurdunu açmışlardı. Muhsin Yazıcıoğlu adlı azılı faşistin bu yurtta kaldığı ve İstanbul’daki faşist saldırıları buradan yönlendirdiği bilinmesine karşın hiçbir önlem alınmıyordu.) Attığı adımı geri çekti. Bazen, Kazım, Cafer, İlhan ile oturup çay içtikleri bilardolu kahveye gitmeyi aklından geçirdi ama bu düşünceden de vazgeçti. Kahvenin yanında, karanlığa gizlenen uzun boylu, siyah atkılı birisinin durduğunu görünce heyecanlandı birden. Tedirginleşti. Ne yapacağını düşünürken kırmızı bir ateş gördü sonra kulağının yanından geçen bir sıcaklık duydu, kendini yere attı. Silah art arda birkaç kez daha patladıktan sonra ses kesildi. Kahvenin yanında duran gölge Fevziye Caddesinden aşağı doğru koşmaya başlamıştı. “Kaçıyor!…bak orda kaçıyor...”diye bağıran bir kız sesi duyuldu. İki el daha silah sesi duyuldu. Kendisini yere atanlar, çömelenler, duvar kenarlarına saklananlar tam ortaya çıkarken tekrar çömeldiler…Herkes şaşırmış ne yapacağını bilmez bir halde birbirlerine bakıyordu. Metin, üstünü temizledi ama parkasının sol tarafı biraz çamurlanmıştı. Defter ve kitapları da ıslanmıştı. Bir sigara yaktı ve kendisine ateş açan gölgenin kaçtığı caddeye doğru kararlı bir şekilde yürümeye başladı. Sokak karanlık ve korkutucuydu. Biraz önce kendisine ateş açan buralarda bir yerde evlerin, arabaların karanlığına gizlenmiş olabilirdi. İçinde yaşadığı tedirginliği atmak için ‘Bir şey olmaz, bir şey olmaz’ diye söylenirken diğer yanı ise “ya olursa?” diyerek korkusunu katlıyordu. Kalbi deli gibi çarpmaya başlamıştı...Yan sokaklardan, arkasından bir ayak sesi, bir kedi miyavlaması, bir köpek havlaması, yere düşen madeni bir ses duyduğunda duruyor, etrafını kontrol ettikten sonra tekrar hızlı hızlı yürümeye başlıyordu. Derneğe yaklaştığında adımlarını sıklaştırdı...Derneğin olduğu apartmanın önüne gelince durdu kapının zilini parolalı çaldı bekledi bir daha çaldı. Kapı açılınca içeri girip kapıyı kapattı ve bir süre kendisini takip eden olup olmadığını kontrol etti. Sakinleşmeye çalıştı. Artık güvendeydi. Aksaray’a inen sokağın başında orta boylu, siyah pardösülü, kasketli birinin durduğunu görünce kalbi yine çarpmaya başladı. Biraz önce kendilerine ateş açan kimseye benziyordu. Ama bu biraz daha kısa boyluydu. Ya adam kendini takip ettiyse? Aniden karnına bir ağrı giriverdi. Çişi geldi. Sessiz ama hızlı adımlarla ikinci kata çıkınca kapıyı bir kez daha çaldı. Saf bakışlarıyla Derviş kapıyı açtı. ”İyi akşamlar..”dedi, ”Neden geç çıktın yukarıya?” “İyi akşamlar,” dedi Metin. Nefesini kontrol altına almak için bekledi bir süre...caddenin görülebildiği mutfağa girdi. Lambayı kapatıp, perdenin arkasına saklanarak caddeye baktı. Siyah pardösülü adam hala orada duruyordu. Endişeleri sel olup olasılık hücrelerini doldurdu tek tek. Onlarca olasılığı birden düşünmeye çalışıyordu. Kimdi? Kimi takip ediyordu? Eğer dernek takip altındaysa neden şimdiye kadar fark edilmemişti? “Bir şey mi oldu?” dedi Derviş merakla Metin’in yanına yaklaştı. “Aşağıdaki adamı tanıyor musun?” Perdeyi oynatmadan Derviş ile yer değiştirdi. “Yok tanımıyorum ama polis olduğu belli...” dedi. Sesi endişe doluydu. “Ne hesap? Biraz önce silah sesleri duyduk?” Ağzı kuruyan Metin” Üzerimize ateş açıldı. Kurşun kulağımın yanından geçti.” diyebildi zorlukla.” Birkaç santim daha kaysaydı beynim Beyazıt sokaklarında dağılmış olacaktı...” Parkasının önünü açtı. Boş sandalyelere baktı. “Fotoğraf makinesi var mı burada?” “Burası gazete mi? O kadar zengin olamadık henüz” dedi arkasını dönüp mutfak olarak kullandıkları odaya geçip Metin’in kapattığı lambayı yaktı. Metin, Üzerine ateş açılmasının önemsemeyen, hiçbir tepki vermeyen Derviş’in arkasından baktı! Derviş’te haklıydı. İnsanlar ölüme alıştırılıyorlardı bir şekilde. Ölümle içiçe, yan yana yaşamaya. Yaşananlara uzaktan bakmaya…Geçen hafta TÖB-DER Başkanı Mustafa Yıldız ve yardımcısı İlhan Ocak'ın Ülkücülerin lokaline dinamit attığı iddiasını bahane eden ülkücüler Kahramanmaraş’ın ilçesi Pazarcık’ta evlere ve işyerlerine saldırmışlar ve tahrip etmişlerdi. Gazetelere göre 6 bin kişinin katıldığı çatışmalarda 1 kişi ölmüş, 15 kişi ağır yaralanmıştı. Komandolar, Fındıkzade'deki Kocaeli Yurdunu basarak 9 öğrenciyi yaralamışlardı. Reyhanlı Lisesi öğrencisi Atila Demirtop öldürülmüştü. Polisin baskın yaptığı Zeytinburnu'ndaki evde, çatışma çıkmış, polis Atilla Özkan’ı öldürürken 1 kişiyi de ağır yaralamıştı. Ankara'da Zeki Yılmaz isimli bir öğrenci öldürülmüştü. Komandoların işgali altındaki okullarda işkence odaları kurulduğu açıklanırken. Derslere giremeyen öğrenciler, Ticaret ve Turizm Okulu’nun Ülkücüler tarafından silah deposu olarak kullanıldığını açıklamışlardı. Malatya'da 1 polis (Mehmet Şenses), 1 bekçi (Bekir Altındağ) öldürülürken 1 polis de yaralanmıştı. Antakya'da Durmuş Çamkerter isimli Ülkücü genç bu kez de bir ümmetçiyi (İlhami Seher) bıçaklamıştı Malatya olayları nedeniyle aranan 3 kişi (Hasan Temizel, İlker Akman, Yusuf Ziya Güneş) ölü olarak ele geçirilirken Türkeş'e bir uyarı mektubu gönderen Erbakan, olayların önlenmesini istedi. Alman gazeteci röportaj yapmak amacıyla girdiği Atatürk Öğrenci Yurdunda komandoların saldırısına uğramış, canını zor kurtarmıştı. İstanbul Hukuk Fakültesi öğrencisi Cihat Şenyüz öldürülmüştü. Komandolar tarafından 12 Ocak günü vurulan İ. T. Ü. öğrencisi yaralı Özer Elmas ölmüştü. İçinde Metin’in de olduğu D. G. S. Akademisi öğrencilerinden oluşan bir grup Özer Elmas'ın öldürülmesini protesto etmek için yürüyüş yapmak istediklerinde, önden ve arkadan panzerlerle sarılmış, polis protesto yürüyüşünü engellemişti. Polisten kaçarken arkasından vurulan Metin Arıkan, hastaneye kaldırılmış ancak kurtarılamamıştı. Benzin dökülen alan genişliyor ancak hiçbir önlem alınmıyordu. Tam tersine politikacılar yaptıkları açıklamalarla, uygulamalarla ateşe benzin dökmeye devam ediyorlardı. Yapılmak istenen belliydi. Her yıl komünizmin gelmesini beklemektense bunu gerçekleştirebilecek insanları ortadan kaldırmak, öldürmek, hapse atmak, sindirmek, sol hareketi ortadan kaldırmak için tüm devlet imkanlarını kullanıyorlardı… Kışkırtıcı ajanlar kullanıyor, suç işliyor, suç işletiyor şiddet ve terörü tek başına yürütüyordu ama Devlet iyice mülayimleşmiş olduğundan terörün önüne bir türlü geçilemiyordu. ” Yarın cenaze var gelirsin değil mi?” dedi Derviş, elinde çay bardağıyla mutfaktan çıkarken. “Bilmem!” dedi Metin. Evde kalıp iki yıldır görmediği Canan’la beraber olmak istiyordu. Hazır annesi de evde yokken. ”Kimin cenazesi?” “Tophanede vurulan Metin Arıkan’ın cenazesi...” “Ölmüş mü?” dedi Metin, üzüldüğü anlatan bir sesle” Dün biz de oradaydık. Güzel sanatlarda eylem vardı destek için gitmiştik. İşimiz çıkınca biraz erken ayrıldık bizden sonra da olaylar olmuş. Ben Polislerin Metin’i arkasından vurduğunu ama ağır yaralı olarak hastaneye kaldırıldığını duymuştum. Demek kurtulamamış...” “Başka bir konu daha var” dedi Derviş Metin meraklandı birden... “Yine n’oldu?” “Bir uçlu verirsen söylerim” dedi Derviş, elindeki çayı uzattı. Metin cebinden çıkardığı Samsun paketinden iki tane alıp Derviş’e uzattı.. “Allahın hakkı üçtür ama” dedi Derviş “Tamam” dedi Metin. Bir sigara daha uzattı bir tane de kendisi yaktı. “Cüneyt Arkın çevirdiği bir filmde bize de yer vermek istiyor...” dedi sevinçli bir ses tonuyla. Metin isteksizce gülmeye çalıştı ”Ciddi misin?” “Evet. Yapım şirketi bizi bulup haber verdi. Cüneyt Arkın toplumsal olayları içeren bir film yapmak istiyormuş. Gösteri ve yürüyüş sahnelerinde bizlerle birlikte çalışmak istediğini söylediler. Para da vereceklermiş...” “Ben Cüneyt Arkın’ı sevmiyorum. Yılmaz Güney’in olduğu yerde sözünü bile etmem. Ayrıca yapımcıların sözüne de inanılmaz yarın rüzgâr başka taraftan estiğinde düşüncelerini değiştiriverirler...dedi Metin. Babasının eski arkadaşıydı Cüneyt Arkın. Doktordu ancak Yeşilçam dünyasına girince tüm eski arkadaşlarına sırtını çevirmiş bu yetmediği gibi de kendisine doktor olması için büyük destekleri olan eşinden ayrılmıştı ilk fırsatta. “Benimle ilgisi olmaz” dedi Metin. Karıştırdığı çaydan bir yudum aldı. “Sen yalnız mısın?” “Yok içerde iki arkadaş bildiri basıyor. İGD’liler Bakırköy’de trende gazete satışı yapan arkadaşlara saldırmışlar ama gazete satmaya hazırlıklı giden arkadaşlar saldırganları bir güzel dövüp geri göndermişler.” Derviş aldığı sigaranın bir tanesini kulağının arkasına sakladı diğerini de kibritle yaktı. “Ha bir de bugün polisler derneği bastı...” “Nasıl.? Ya neden taksit taksit anlatıyorsun her şeyi?” dedi Metin, sokağın başında gördüğü adamı anımsadı. “Bugün geldiler arama yaptılar ve gittiler...”dedi Derviş önemsemez bir tavırla. “Artık rahat vermezler,” dedi Metin.” Sokağın köşesinde siyah pardösülü birisi bekliyor. Kesin polistir...Yakında aramıza ajan da sokmaya çalışırlar aman dikkat et...” etrafına baktı merakla” Dinleme cihazı filan koymasınlar?” Derviş, Metin’e baktı,” Sen çok ajan filmi bakıyor olabilir misin? Bu kadar şüpheci olmak zarar verir…” “Derneğin basıldığını, aşağıda bekleyenin polis olduğunu söyleyen sensin şüpheci olan benim?” Metin ciddileşti, “Ya benim değil senin şüpheci olman gerekiyor. Burayı yöneten sensin. Burada kalan sensin. Buraya gelenleri tanıyan sensin...adam gelir ben üye olmak istiyorum der içimize girer. Kim bilir belki de vardır? Kesin bir sivil dikerler buraya kimin gelip kimin gittiğini öğrenmek için? Yapmıyorlar mı.” Canı sıkılmıştı. Yakında burayı kapatırlar, dernekte yakaladıklarını da içeri atarlardı. Bundan sonra buraya daha az uğrardı. “Nerede buluşulacak?” “Kadıköy iskelesinde buluşucaz hepimiz. Cenaze öğle namazından sonra Karacaahmet Mezarlığına defnedilecekmiş. Saat on gibi gelirsin.” “On erken” dedi Metin, “Ama gelirim merak etme...” “Hem bir daha bu saatlerde gelirken yemek için de bir şeyler getirirsen sevinirim..” dedi Derviş açlığını belli edercesine karnını gösterdi. “Hiç aklıma gelmedi “dedi Metin.” Bir dahaki sefere...” Derneğin ince tül perdelerinden içerisi görülebileceğinden arkasını duvara vererek pencereden uzak bir yere oturdu. Sigarasını avucunun içinde tutarak bir nefes aldıktan sonra dumanı pencereye doğru üfledi. Yıllar sonra İstanbul’a kavuştuğu için hafiflemiş, rahatlamıştı. Ankara kabusundan sonra Bursa da geçen yaklaşık bir sene çalkantılarla, depremlerle, acılarla, korkularla dolu dolu geçmişti. İstanbul’daki kiracılarının bir anda ev bulamaması nedeniyle geçen bekleme süresinde Metin bunalmış, bunaldığı günlerde tanıdığı Leyla’ya aşık olmuş ama Leyla’nın kendisini bırakıp Almanya’ya gitmesinden sonra bir daha haber alamamıştı. Yaşadığı sıkıntılı günlere bir de Leyla’nın ayrılık acısı eklenince Bursa’dan soğumuş, İstanbul’a gelerek kiracılarını bir an önce çıkmaları için uyarmıştı. Haber göndermeyle, telefonla olmuyordu bu iş. Bir an önce İstanbul’a dönmek zorundaydı. Kurdukları devrimci hücre ortaya çıkmak üzereydi. Polis hepsini takip ediyor ve rahat bırakmıyordu. Her an tutuklanıp hapse girebilirlerdi...Babasının kaçışları. Annesinin sinir krizleri. Bıkmıştı artık. Yaklaşık on yıldır süregelen bu aile dramı Metin’i iyice bunaltmış, şaşırtmış ne yapacağını bilemez bir duruma düşürmüştü. Her şeyden soğumaya başlamıştı. Hele babasının umarsızlığı, gözü önündeki kendi oğlunun her geçen gün yaşamdan koptuğunu göremeyen, Metin’i ukala, serseri, şımarık, tehditçi, babasını masrafa sokan birisi olarak nitelemesi bardağı taşıran son damla olmuştu! Kendisinden iyice soğumuştu… Son iki aydır İstanbul’da olan babası yıllardır yaptığı gibi “Ben Cağaloğlu’na iniyorum. Geç kalırsam merak etmeyin” diyerek evden çıkarak Ankara’ya kaçmıştı yine. Babasının yokluğunda evi gözü görmeyen ve içinde babasının anılarıyla yaşamak istemeyen annesi de Bakırköy’de oturmakta olan Adviye teyze dediği yakınlarına gitmişti. Onunla dertleşip duruyor, birkaç gün orda kaldıktan sonra tekrar eve geliyordu. Şimdi canı hiç eve de gitmek istemiyordu ama Canan’a söz vermişti. ”Ben kaçar” dedi hızlı adımlarla merdivenleri inip etrafını kolaçan etti kimsenin olmadığına emin olduktan sonra gecenin ıslaklığının içine giriverdi. Gaziosmanpaşa meydanında minibüsten inerek havuzlu parkın içinden geçti. Babasının arada bir ziyaret ettiği Hoşgör lokantasına baktı tanıdık birini görebilir düşüncesiyle. Kızılay’a ait dükkanların çoğu kapalıydı. Ufak olduğu için sık sık kiracısının değiştiği dükkâna birkaç gün önce açılan çay ocağında ufak hasır sandalyelere oturan üç kişi hararetli hararetli konuşuyorlardı. Yeni açılan Kuru temizleme dükkanındaki sarışın kadın arkasını dönmüş ütü yapıyordu. Ekmek fırının yanındaki İşkembeciye girip bir tuzlama içmek istedi ama işkembecinin arka kapısında defalarca tanık olduğu iğrenç görüntüler aklına gelince vazgeçti. Üç tekerlekli tahta arabaların içine yerleştirdikleri ufak piknik tüpünün üzerinde, ağır kokulu ne olduğu bilinmeyen yağlarla akciğer, bağırsak, beyin, böbrek, dalak, dana kuyruğu, dil, işkembe, karaciğer, kelle, koç yumurtası, paça, uykuluk, yürek pişirip satan seyyar satıcılar lüks lambaları eşliğinde cadde kenarında yerlerini almışlardı. Ağır bir yağ kokusunda gizlenen dalak, böbrek, uykuluk soğan, ekmek kokusu rüzgarın da etkisiyle caddeyi kaplamış yoldan geçenlerin özellikle de doğulu işçilerin açlık duygularını kamçılıyordu...MHP parti binasında yanan ışıkları görünce bir an tedirgin oldu. Nereye saldırma planları yapılıyordu acaba? Aşağıdaki mahallede oturan MHP’li bir tanıdığı kendisine, -Gece çıkılan duvar yazılarında kendilerine nasıl devrimci süsü verip eylem yaptıklarını...Oturdukları semtte sivrilen, göz önünde olan hangi solcuya saldıracaklarını. Yapılan ölüm listelerinden söz ediyor...Bazen ise kendisini uyararak,” Arkadaşlarına söyle bu gece bu sokaktan geçmesinler-Bu sokakta yazıya çıkmasınlar-bu semtte gazete satışı yapmasınlar” gibi yapılanlar ve yapılacak olanlar konusunda bilgi veriyordu. Evlerinin olduğu sokağa girince Partizan/Halkın birliği örgütüne bağlı dört, beş gencin Kılıç Büfe’nin önünde hararetli hararetli tartıştıklarını gördü. Hepsini tanıyordu. Kendisinin sokağa girdiğini görünce birden toparlanıp yanlarından geçene kadar dikkatle ve nefret dolu gözleriyle takip ettiler. Sonra tartışmaya kaldıkları yerden devam ettiler...Sadece sokağın girişindeki lambalar yandığından sokağın alt kısımları evlerden yansıyan ışıkların caddeye yansıyan görüntüleriyle alacalanmıştı. Korkutucuydu. Her zaman olduğu gibi onlarca sokak köpeği oturdukları çıkmaz sokağın hemen yanında tüm caddeyi kaplayacak bir şekilde, en büyük köpeği ortalarına alarak suya atılan taşın yarattığı dalgalar gibi daireler kurarak yola yayılmışlardı. En dışta en ufak ve her geçene havlayan köpekler vardı. Ufak köpekler havlamaya başladıklarında ikinci sırada olan biraz daha büyük olanlar ayağa kalkarak havlamaya yeni bir boyut kazandırırken, ufak olanlar ise saldırı pozisyonu almaya başlıyorlardı. Dairenin ortasında yer alan büyük köpek başını kaldırıp baktıktan sonra geçeni umursamaz ve yine uyuma pozisyonuna geçerse önce havlamalara azalıyor sonra kesiliyordu...Bazen babası eve gelirken köpeklerden korktuğu için ceplerine taş doldurup geliyordu. Köpeklerin yanlarından geçip oturdukları çıkmaz sokağın başına geldiğinde terlediğini hissetti. Tamam hiçbir şeyden korkusu yoktu ama pisipisine de ölmek işine gelmiyordu doğrusu. Islıkla –ikimiz bir fidanı-çaldı birkaç kez. Çıkmaz sokağın karanlığına gizlendi. Bir sigara yakarak biraz bekledi. Karşı aralıktan tahta kapının gıcırdıyan sesini duyunca sevindi. Canan yavaş adımlara yaklaştı ve aralığın başında durdu. “Yanıma gelsene” dedi Metin. Sokak bomboştu. Arada bir gölgelerini koşturan insanlar gelip geçiyordu rüzgarını bırakarak. Köpekleri gören bazı insanlar ise önce yavaşlıyor, duruyor bir süre köpeklere baktıktan sonra korkularından geriye dönüp yollarını değiştiriyorlardı. Canan sokağın boşluğuna baktı önce sonra sessiz adımlarla Metin’in yanına yaklaştı, yaklaşır yaklaşmaz da başını omuzuna koyup ağlamaya başladı. Metin kolunu Canan’ın omuzuna koyup kendine çekti,” Gel bize gidelim...” “Yok gitmeyelim...” dedi Canan ağlamaklı bir sesle burnunu çekerek. “Neden gelmek istemiyorsun?” dedi Metin,” Korkuyor musun yoksa?” “Yok yok” dedi Canan telaşlı bir sesle,” Bilmem? Bu saatte gelmem doğru olur mu?” “Gel canım” dedi Metin. Canan Metin’in beline sarıldı yürümeye başladılar. Metin’lerin oturduğu avluya açılan tahta sokak kapısının önüne konmuş bir paket Metin’i şüphelendirdi. Genellikle oturdukları çıkmaz sokakta çöp veya çöple ilgili bir atık görülmezdi. Bu paket sanki özellikle buraya bırakılmıştı. Tahta kapıyı açarak içeri girdiler. Sabahleyin Metin’i görmesinden bu yana geçen süre içinde Metin’i içinde yaşatan Yücel beraber yaşadıkları mutlu günlerin içindeki sevişmelerini hayallermiş saatlerin bir an önce geçmesi için dua etmişti. Banyo yapmış, temizlenmiş ablasının aldığı parfümden sıkmış ve Metin’in sevdiğini bildiği siyah ince ipek donunu giymişti. İki yıldır sevgiye, cinselliğe susamışlığı bu akşam sona erecekti sonunda. Heyecandan kalbi duracak gibiydi. Peki ama ya istemezse? Düşüncelerinde yanmayan sokak lambalarının karanlığına gizlenen kötü ihtimallerin moralini bozmasına izin vermedi. O dayanamazdı kendisine. Ablasıyla, kardeşiyle beraber olmuş ama hiçbirisine kendisine gösterdiği ilgiyi ve sevgiyi göstermemişti. Kardeşi Cansu kendisinden çok daha güzel ve gençti oysa isteseydi onunla beraberliğini devam ettirebilirdi Cansu’da istiyordu ama Metin hep kendisini tercih etmişti... Metin annesinin terlikleri içine sakladığı anahtarı çıkartıp kapıyı açtı. Yaklaşık iki yıldır görüşmüyorlardı. İstanbul’a geri geldiklerinde komşulara sorduğunda -Yalova’dan kendisinden yaşlı birisine kaçıp imam nikahıyla evlendiklerini- söylemişlerdi. Uzun bir süre tarif edemediği bir suçluluk duygusuyla yaşamıştı. Neden böyle bir şey yapmıştı ki? Tam onu kıvamına getirmişken, kitap okuma alışkanlığı yaratıp tekrar okula dönmesi için ikna etmişken birden ortadan kaybolmasına hiçbir anlam verememişti? Üzülmüştü! Günlerce aklından çıkaramamıştı onun yabancı birisinin kollarında olmasını, onunla sevişmesini gizli gizli kıskanmıştı. Doğrusu bir daha göreceğini aklına dahi getirmemişti. Canan, başını öne eğdi. Gözleri ağlamaktan şişmiş, kızarmıştı. Burnunu çekip duruyordu hiç durmadan. Masanın üstünde duran kumaş mendili uzattı... “Ben şimdi güzel bir çay demleyeyim beraberce içeriz sen de bana olup bitenleri anlatırsın....” “Tamam” dercesine başını salladı Canan, sonra yerinden kalktı mutfağın kapısında duran Metin’in yanına geldi” Sen otur yorulmuşsundur bütün gün. Ben demlerim...” Çayı demledikten sonra kahvaltıda kullandıkları büyük bardaklara çayı doldurup, giriş kapısının yanındaki mindere oturdular. Canan oturdukları minderi okşadı usul usul... Çok değişmemişti. Sadece biraz zayıflamış, incelmiş vücudu daha bir biçimlenip kadınlaşmıştı…Yeni olmayan ama kalçalarının tüm ayrıntılarını gösteren siyah bir pantolon kırmızı, boğazlı kazak giymişti memelerinin uçlarının belli olduğu. Kısaltılmış saçları kendisine kadınsı bir görünüş vermiş daha da güzelleştirmişti. Saçları sabun vücudu parfüm kokuyordu. Yüzünde her zaman olduğu gibi makyaj yoktu. Sadece gözlerinin içine siyah bir rimel çekilmişti. Tırnakları temiz, düzgün ve kırmızı oje ile düzgünce boyanmıştı. (Kendisiyle seviştiği ilk gün uzun ve içine dolan kir ile siyahlanmış tırnaklarını görünce kendisine kızmış ve bir daha böyle görmek istemediğimi söylemişti.) Metin, Canan’ın çayına üç şeker atıp karıştırdıktan sonra uzattı, ” Buyur güzelim. Üç şekerli içiyordun değil mi?” Canan birden hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Metin, Canan’ı kendine çekti. Saçlarını okşadı, yanaklarından süzülen yaşları sildi. Konuşmadan ağlamasına izin verdi bir süre. “Kaç şekerli içtiğimi unutmamışsın!” dedi masumca. “İnsan sevdiklerini unutmaz...” dedi Metin, elleriyle Canan’ın yanaklarından tutup gözlerine baktı. Son gözyaşlarını sildi baş parmağıyla. Titreyen ıslak, yarı aralık dudaklarına baktı. “Benden iğrenmiyorsun değil mi?” dedi Canan, dudaklarında biriken göz yaşlarını etrafa püskürterek. “Sakin ol lütfen” dedi Metin. Kapının arkasında asılı olan parkasının cebinden çıkardığı Samsun paketinden bir tane yakarak Canan’a uzattı. Sonra bir tane de kendisi için yaktı. Canan yaşlı gözlerle Metin’e baktı,” Annen nerde?” “Kendisi bir akrabamıza gitti. Bakırköy’de...”dedi Metin “Gelmez” değil mi?” dedi endişe taşıyan bir sesle. “Merak etme.” dedi Metin,” Ayrıca gelse de önemli değil zaten...” Canan sigarasından derin bir nefes çekti, “Yıllar önce seninle seviştikten sonra aynaya bakarken kendimizi Türk filmlerindeki sahneler benzetiyorduk... Hatırlıyorsun değil mi?” dedi Metin’e baktı iki yıl öncesini yaşattığı gözlerle “O zaman umutları olan genç bir kız vardı bu gün ise başından bir evlilik geçen dul, kaderin tokadını yemiş, zavallı genç bir kadın var. Son iki yılı acılarla, dayaklarla, kabuslar, karabasanlarla dolu dolu yaşayan genç bir kadın...” Kenar çerçevesi Metin tarafından Yeşile boyanmış uzun ve dar aynayı gösterdi.” O aynanın içinde yaşadım ben...Oradan hiç çıkmadım…” Metin önce çayından bir yudum aldı. “Senin kendinden yaşlı bir erkeğe kaçtığını duyduğunda çok üzülmüştüm. Neden böyle bir aptallık yaptı diye kızmıştım. Seni kaybettiğim için hem sana hem kendime kızmıştım.” Canan’a baktı. Sarıldı, bir süre öyle kaldılar. Sonra yanaklarından, boynundan öptü istekle, ” Seni gördüğüme çok ama çok sevindim…Ne zaman evlendin? Resmi nikah yaptınız mı?” dedi sigaradan birkaç kez arka arkaya içine çekti. Metin’in gösterdiği içtenlikten etkilenen Canan, omuzlarından tonlarca yük kalkmışçasına rahatladı, hafifledi başını kaldırmadan. “Ihııı yapmadı..” dedi utanmışçasına. “Yani adamın metresi oldun...” “Yok imam nikahı yaptı bana...” dedi Canan, ıslak ve kanlı gözlerle Metin’e baktı” Neden böyle konuşup kalbimi kırıyorsun? Dövseydin daha az canım yanardı...” “Ben seni akıllı biri sanırdım. Yazık demek sana bir şey öğretememişim” dedi Metin. Canın sıkıldığını belli edercesine -offf- ladı birkaç kez. Canan kızdı birden, ses tonunu yükseltti “Ne yapmamı bekliyordun ki? Sen Ankara’ya gittikten kısa bir süre sonra sudan çıkmış balık gibi ortada kaldığımı hissettim. Çırpınıp duruyordum ama gören bir göz uzanan bir el yoktu ki. Dayakçı sarhoş bir baba, uyuşturucu müptelası bir erkek kardeş. Durmadan doğum yapmaktan öğretmenlik yapmaya fırsat bulamayan bir anne. Ayla, Tansu ve en ufak kardeşim Yasemin, fakirlik, yokluk...Bir zamanlar Ahmet’te gördüğüm kurtuluşu bu kez onda bulduğuma inanmıştım veya kendimi inandırmak istemiştim.” Metin’e baktı tüm masumluğuyla.” Kendimi sana verdiğimde. Benimle sevişirken, senin metresliğini yaparken hiç sesin çıkmıyordu...” “Özür dilerim” dedi Metin, “Bir an için çok öfkelendim. Haklısın...” Canan’ın yanağını okşadı usulca. “Senin sihirli elinin bana, ablama ve kardeşime değmesinden sonra hepimizin yaşamlarında çok büyük değişiklikler meydana geldiğini görmek beni cesaretlendirmişti. Kendimi eskisinden çok daha güçlü hissediyordum. Diğer taraftan da kendimi sana ispat etmek gibi bir saplantıya düşmüştüm. İşte böyle, senin özlemini, hasretini yaşadığım gecelerden birinde annemle konuşmaya karar vermiştim. Babamın evde olmadığı bir gece karşısına çıkıp “Anne ben evleniyorum,” dediğimde annem şaşkınlığından bir süre konuşamamış bir müddet sonra,” Bak kızım,” diye söze başlayıp. Namustan, fakirlikten, zenginlikten, yaşamdan anlatılar sunup. Tanıdığı ailelerden örnekler vermiş” Bir kızın kocasına en büyük armağanı iffetidir. Sana karşı birtakım suçlamalarda bulunmuyorum ama Metin ile adının çıktığını biliyorsun değil mi?” demişti. Bir insan için kendisini seven birisine her şeyini vermekten doğal ne olabilirdi? Oda aynisini yapmış ve Metin’e paylaşmıştı vücudunun saflığını, masumluğunu, el değmemişliğini...Hem evlenme sırasında kız olup olmamanın. ne önemi olabilirdi ? “Metin bana ilgi gösterdi.-Canım-dedi. İlgilendi. Gezmelere götürdü. İlk öpüştüğüm, seviştiğim erkek oldu. O benim dostum, arkadaşım, sırdaşım her şeyimdi.” Kıpkırmızı olan annem. Sadece “Aman Allah'ım, neler işitiyorum. Kız baban hepimizi kurşuna dizer. Falçata ile ufak parçalara doğrar. Sen deli misin. Neler söylüyorsun!” diye haykırmıştı. Annemin hali, o gün çok sinirime dokunmuştu. Oysa ben neler beklemiştim. Onun için çok önemli sayılması gereken bir müjde vermiştim. O bana masal okuyordu. Sonradan memnun olduğunu, en azından namusumu kurtarmak için doğru bir adım attığımı ancak evleneceğim kimsenin bunun farkına varmasının kötü sonuçlar doğurabileceğini belirtip “İnşallah bu sana kötü bir tecrübe olmaz.” demişti. “Anne sen öğretmensin, yetiştirdiğin, senin emeklerinle iş sahibi olan, memur, polis olan hatta senin gibi öğretmen olan öğrencilerin var. Ama durumumuzu görüyorsun. Yıllardan bugüne dek yaşamımızda değişen bir şey yok. Hep ayni. Sen çalışır kazanırsın babam içer ve bitirir, kumar oynar, borç yapar, gece eve sarhoş gelip seni sonra bizleri döver. Ailemiz durmadan büyüyor ama bizde fakirleşiyoruz. Ben artık dayanamıyorum...” dediğimde, neden seninle evlenmediğimi sormuştu. “Ben istemedim. O benim yaşam öğretmenimdi. Bana içinde cinselliğin de olduğu çok şey öğretti. Ayrıca ben kendimi ona verirken hiçbir şey istemedim.! Şimdi kalkıp-benimle evlenmek zorundasın-demek ne kadar doğru olur?” demiş ve eklemişti.” Şimdi beni seven birisini bulduğuma inanıyorum. Yılmaz da benim gibi düşünüyor. İmzanın ne önemi var? Ha imzadan önce, ha imzadan sonra kendimi teslim etmişim. Biz böyle düşünüyoruz. Kusura bakma ama anne, sen oldukça eski kafalısın bu konularda...” “Ya anlarsa senin önceden başka birisiyle olduğunu?” Ayrıntılarına girmek istemediği için kısaca yanıt verdi “Anlamadı.” Annem başını öne eğmiş , ayakta öylece kala kalmıştı. Yılmaz, zengin bir ailenin ortanca oğluydu. Kendisiyle tesadüfen Yalova’dan bir yakınlarının yanına misafir olarak geldikleri günlerden birinde tanışmışlardı. Kendisinden 25 yaş büyüktü. Orta boylu şişmandı. Kırmızı yüzlüydü Çok şımarık büyütülmüştü. Kendisine ilgi gösterince-neden olmasın-diye düşünmüştü. Ayrıca daha iyisini bulma şansı zaten yoktu. Tek ısınamadığı tarafı, çok maddiyatçı oluşuydu. Onun için para her şey demekti. Ama onun ne kadar cimri ve hasis olduğunu onun yanına taşındıktan sonra gördüm. Bir bavulu dolduracak kadar bile eşyam yoktu. Yılmaz’ın Yalova’daki evine yerleştiğinde yalancı bir mutluluk içindeydim. O dedikoducu sokaktan, babamdan uzaklaşmıştım ya gerisinin önemi yoktu benim için. Sen o dönemde yoktun yanımda. Ankara’ya taşınırken nasıl ayrıldığımızı anımsıyor musun? Ardından günlerce gözyaşı dökmüştüm. Sonra senin İstanbul’a gelmeni beklerken bu kez de Bursa’ya taşınmıştınız...Neyse. Bir kere dönüşü olmayan bir girdabın içine düşmüştüm ve kurtulmak için çırpındıkça batağa daha çok saplanıyordum. Bir iki akşam yanıma yaklaşmadı. Üçüncü gece yanıma geldi. Benimle sevişmek istedi. Gözlerimi kapatıp işini bitirmesini bekledim ama başaramadı. Sonra sabaha kadar,” Olmuyor işte...yapamıyorum...olmuyor.” diye ağladı. Kalktı namaz kıldı. Tekrar denedi ama olmuyordu...Sinirlendi. Sağa sola saldırdı. Küfürler etti... Bu başarısızlıklar sürdükçe daha da saldırgan bir hale gelmeğe başladı. Her başarısızlığında artık vurmaya, dövmeye başlamıştı. Yılmaz’a doktor gidip muayene olmasını söyledim bir gün. Adam resmen kudurdu. -Sen çevreye benim iktidarsız olduğumu mu yaymak istiyorsun-, -ben koynumda yılan besliyormuşum- gibilerden...Ama olmuyordu işte başaramıyordu. Birkaç kez uyanır gibi olduğunda birleşmeye çalışmışlar ancak kendisine değdiğinde Yılmaz boşalıvermişti. Yataktaki bu başarısızlıktan beni sorumlu tutar hale gelmişti. Üstüme, başıma bir şey almadığı gibi aldığı ekmeği üç günde yiyorduk. Sabah kahvaltımız zeytin ile ekmek ve çay, öğlen ve akşam ise Makarna, Bulgur pilavı, çorba, salata, soğan ve ekmek başlıca yiyeceğimizdi. Et ayda iki sefer eve alınırdı. Tavuk sevmezdi. Dayan dayan nereye kadar? Bıkkınlık, kırgınlık, pişmanlık, geriye dönüş korkusu, annemin haklı olduğunu kabul etmenin yarattığı tedirginlik benim geriye dönmemi engelliyordu. Sonraları kendisinden tiksinmeye, nefret etmeye başladığım günlerde her gün bilinmez bir şekilde yıkanmaya başladım. Yılmaz önceleri ses çıkarmıyordu sonraları ise yıkanmam için beni neredeyse zorlamaya başladı. Bir gün ben yıkanırken beni seyredip kendini tatmin ettiğini gördüm. İlk başlarda vücudumu seyredip kendini tatmin etmesi hoşuna gidiyordu. Bir süre sonra benden duş alırken kendimi tatmin etmemi istedi. Ama zamanla düşüncelerini değiştirmeye başladı. Bir kadın her gün banyo yapmazdı. Yaparsa bir nedeni olmalıydı. Yılmaz bunu kafasına takmış durmadan tekrarlıyordu. Bir kadın ne kadar cinsel ilişkide bulunursa o kadar fazla banyo yaparmış. Oysa yalnız başıma evden çıkmadığımı biliyordu. Çalışmadığı için bütün gün evdeydi zaten. Bazen beni sorguya çekiyor ağzımdan kurnazca laf almaya çalışıyordu. Bu arada içki içmeye de başlamıştı. Ardından dayaklar, kötü günler ve şimdi yanındayım... “Çok üzüldüm...” dedi Metin.” Senin Yalova’da oturduğun adresi bilseydim gelir seni o cehennemden kurtarırdım. O Yılmaz denen adama da gerekli dersi vermesini bilirdim...” dedi. Saçlarını okşadı usulca,” Sen bu yaşantıyı hak eden bir kadın değilsin...” Kucakladı, kendine çekti, başını göğsüne yasladı.” Her şey geçti artık. Umutlu yarınlar seni bekliyor...Sen annenlerin yanında mı kalıyorsun şimdi? Bir problem yok değil mi? Senin peşinden gelip olay çıkartmasın.?” “Yok” dedi Canan,” Geriye döndüğüm için pek fazla tepki göstermediler ama yaşadıklarıma çok üzüldüler tabi...” Metin’in beline sarıldı.” Anlayışın için teşekkür ederim. Bana sanki hiç ayrılmamışız gibi davrandın?” Masadaki duran sigaradan bir tane alıp yaktı.” Bir çay daha içer misin?” “Memnuniyetle” dedi Metin. Mutfağa giden Canan’ın kalçalarına baktığında siyah şalvarıyla Leyla’yı görür gibi oldu. Canan’a karşı içinde –sevgi-adına bir şey yaşamadığını nasıl söyleyebilirdi ki? O sadece çok iyi bir dost, arkadaş, İçinden dalga dalga yükselen duyguları isyana teşvik edip ayaklanma çıkaran cinsel dürtüleri sakinleştiren bir partnerdi. Canan kendisinden şimdiye kadar bir şey istememiş, beklentisi olduğunu göstermemişti ama yaşadığı acı tecrübelerden sonra ona umut vermek te istemiyordu. Çay bardağını uzatırken Canan sordu,” Benimle sevişmek istiyor musun?” Dünyasını karartan hayallerinin ne kadar yersiz olduğunu kendisine ispat etmek istercesine cinsel isteklerinin bir anda yarattığı fırtınanın etkisinde kalarak tüm ruhuyla ve bedeniyle Metin’in olmak istiyordu…Ayrıca susamıştı. Son iki yılda kendini hapseden, hücrelere attıran, işkencelerden geçirten vücudunun özgürlük günüydü. Biraz sonra minder üstünde birbirlerini parçalarcasına, ter içinde kalana dek sevişeceklerdi. Metin’in yanıtını beklemeden ekledi, “istemiyor gibi davranıyorsun? Eğer vücudumdan iğreniyorsan söyle? Anlayışla karşılarım...” “Yok canım olur mu öyle şey” dedi Metin,” Bu akşam okuldan çıkınca üzerime ateş açıldı da o yüzden biraz moralim bozuk…” “Bilmiyordum!” dedi Canan, heyecanlanan sesiyle” Allaha şükür bir şey olmamış. Verilmiş sadakan varmış canım benim. Erkeğim benim. Allah seni bana bağışladı…” Metin’e sarıldı büyük bir özlemle. Dudaklarını, yanaklarını, boynunu öptü. Kulak memelerini emdi. Canan’ın dudaklarındaki kışkırtıcı ıslaklığı duyan Metin, Sımsıkı kucakladı, kalçalarını okşadı şehvetle ve istekle.” Ben seni çok sevdim...” dedi Canan’ın boynundan, kulak arkalarından öptü usul usul. Pantolonunu çıkardı. “Lambayı kapat” dedi Canan. Siyah pantolonunu, kazağını ve donunu çıkarıp mindere uzandı.” Uzun uzun sevişelim. Dedi. Metin’in kabarmış organını tuttu. Öpüşmeye başladılar. İkisi de bu yatağa ilk yattıkları anın taze ve gür heyecanını yaşıyorlardı. Sanki dün gibiydi. Varlıklarında sevginin, özlemin biriktirdiğini bir an önce ele geçirmek isteğiyle hareket ediyorlardı. “Acele etme...”dedi Metin... Canan’ın gözleri kapalıydı. Hafif aralanmış etli dudaklarından iki üst dişi görünüyordu. Teninin toz pembeliği hiç değişmemişti. Diri göğüslerinin koyulaşmış tepeleri ürpermiş, büzülmüşlerdi. Bir eliyle Metin’in göğsünü okşuyor, diğer eliyle de organı tutuyordu ne yapacağını bilmeden. Metin, onun derinlerden fışkıran ve sonunda bir kasırga gibi patlayan şehvetini anımsadı bir an. Ona karşı böyle anlatılamaz bir istek ve açlık duyabileceğini hiç düşünmemişti. Hatta kendisini çoktan unutup gitmişti...Ama hiç bir kız, kadın Metin’de böyle, vahşice bir açlık duygusu yaratamamış, yaratsa bile sürdürememişti. Canan’ın içine girdi yavaşça. Sıcacıktı. Islaktı. Emiciydi. Vantuz gibiydi. Canan kıvranıyor, inliyor, “Çok güzel Metin’im benim. Çıkarma çok güzel içinde dursun. Dut ağacındaki prensim benim...” sözlerini tekrarlıyor, bazen dışardan duyulabilecek ufak çığlıklar atıyordu. Bir an Oya’nın çığlıkları duyup arka pencereden kendilerini izleyebileceği düşüncesini yaşadı. Bu düşünce İncir toplarken çırılçıplak gördüğü günle birleşince bir balon çizip onun içine üçünü yerleştirdi. İki yıldır içine hapsettiği cinsel isteklerini, arzularını bir anda yaşayıp bitirmek istemeyen, yaşadığı rüya gibi anları uzatmak isteyen Canan, ayaklarını Metin’in beline dolayıp kendine doğru bastırdı. Şimdi mutluydu, birleştikleri, vücutlarının perçinlendiği şu anda başka bir şey düşünmek istemiyordu. İçinde yükselen ve bugüne kadar duymadığı, içinde yaşadığını, yaşattığını bilmediği ırmaklar ılık ılık akmaya, yatağından aşarak etrafına yayılmaya, tüm hücrelerini ele geçirmeye başlamıştı...Terlemişler birbirilerinden ayrılamayan vücutları yağlı güreşçiler gibi kayganlaşmıştı. Sürtünmelerde ilginç ve komik sesler çıkıyor bazen kendilerini güldürüyordu. “Çok özlemişim seni” dedi Canan, Metin’in kalçalarından tutup kendine çekti “Seni çok seviyorum...çok ...çok...”diyerek kekelemeye başladı. İnleyerek, titreyerek, çığlıklar arasında boşaldılar. Bir süre hiç bir şey konuşmadan sadece nefes alıp vermelerini dinlediler. Canan derin bir uykudan uyanırcasına doğruldu sonra” Seni çok özlemişim prensim” dedi. Sağ ayağını Metin’in bacak arasına yerleştirdi. Ağzı kuruyan, karnı acıkan Metin, Canan’ın başını okşadı. Yanaklarından, dudaklarından, boynundan öptü. Bir çay içelim mi?” Canan hemen yattığı yerden düzeldi. “Ben koyarım canım” dedi. Çırılçıplak mutfağa yürüdü. Biçimli, düzgün ve kışkırtıcı bir vücudu vardı. Beyaz bir kâğıda çizilmiş karakalem bir kadın vücuduna benziyordu gecenin siyahlığında. Masaya uzanıp sigara paketinden bir sigara alıp yaktı. ”Sen hala okula gidiyor musun?” Dedi Canan mutfaktan. “Hiç sorma” dedi Metin. Hala bitiremedim şu okulu...” “Olsun. Okumanın yaşı yok” dedi Canan. “Bu sene bitiyor ama” dedi Metin. “İnşallah canım. Allah zihin açıklığı versin...” Yastıkları yerleştirdikten sonra kalın battaniyeyi üzerlerine çekip arkalarını duvara yaslandılar. Çayları masanın uzanabilecekleri kenarına koymuşlardı. “Sen neden Sosyalist oldun? Dedi Canan. Öğretilerle pek fazla ilgilenmediğinden teorik olarak Sosyalizm konusunda pek bilgisi yoktu ama bilinçaltından yayılan düşünceler kendisini sağduyuya yönlendirip gerçekleri fark etmesine neden oluyordu. Kapitalizm denen şeyin kötü olduğunu öğrenmişti. Metin tüm birlikteliklerinde kendisine durmadan-İnsan yaşamını mutlaka iyi öğrenmelisin. Yaşadıklarından, duyduklarından, okuduklarından sarsılsan da fena olsan da dengen de bozulsa insan yaşamını öğrendiğinde, özümlediğinde şimdi karşı çıktığın, isyan ettiğin, yadırgadığın her şeyi daha farklı, soğukkanlı bir gözle görebilirsin, değerlendirebilirsin-diyor, bol bol kitap okumasını istiyordu. Seni tanıdığımdan bu yana hep merak etmişimdir kadar çok kitap okuduğun için mi?” “Bilmem. Hiç düşünmedim” dedi Metin, “Bulgaristan’dan döndüğümde bir derneğe girip çalışmak istedim. Okuldaki bazı arkadaşlarımdan duyduğum İGD’ye gittim birkaç kez. Neler yaptıklarına baktım. Savunucularını öğrenmek istedim. Ne zaman gitsem Şah oynayan ve kitap okuyanlarla karşılaştım. Bazıları bere taşıyor bazıları ise pipo içiyordu. Üye olmak isteyince saçımın uzunluğunu ve kot pantolon giymemi öne sürerek kabul etmediler. Gülüp geçtim ama araştırmalarıma ve incelemelerime devam ettim. Bağımsız olarak düşüncelerimi sürdürmeye devam ettim. Ta ki akşam lisesinde yaşanan bir olaya kadar. Bir akşam Edebiyat dersinde öğretmen bize Allah’tan, kurandan, İslamdan anlatmaya başlayınca yerimden kalkıp dersimizin edebiyat olduğunu anlattıklarının büyükleri tarafından yıllar önce kendilerine anlatıldığını söyledim. Sınıfta birden homurtular yükseldi. Kendisini haklı bulan bir grup desteklerken, birçoğu karışmamış birkaç kişi de öğretmeni destekleyerek taraflarını belli etmişler ve sınıf o akşam bölünmüştü…Öğretmen çok bozulmuş, kızmış, öfkeden kıpkırmızı olmuştu. Benimle görüşmek istediğini söyleyerek müdür odasına çağırdı. Bir şeyler olacağını hissetmiştim. Bana vurmaya kalkarsa bende ona vuracaktım. Dersin bitimiyle Müdür odasına gittim. Masanın önünde durmuş beni bekliyordu. Geçtim tam önünde durdum...Tam elini kaldıracağı sırada kapıda tanımadığım ama sınıfta kendisini destekleyen iki kişi belirdi ve bize bakmaya başladılar. Öğretmen birden yumuşadı ve kısa bir öğüt verdi sonra konu kapandı ama o akşam hem eleştirip hem savunduğum bir partiye ilk adımı attım. Aydınlık grubunun içine girmiştim... “Bana sosyalizmi öğretir misin? “Sen zaten sosyalist bir kadınsın” dedi Metin. Canan’ın diri memelerini avuçladı. Boynunu öpmek için eğildi.” Şimdi paylaşım zamanı” dedi... O anda dışarda büyük bir patlama sesi duyuldu. Metin hemen ayağa kalktı. Pantolonunu giydi aceleyle.” Sen bir yere ayrılma” dedi. Kapıyı açıp dışarı çıktı. Avluyu geçtiğinde Oya ve özürlü ablası Semra’yı gördü. Tahta kapı da bir delik açılmıştı. Yavaş yavaş kapıya yaklaştı. Kalbi deli gibi çarpmaya başlamıştı. Kapıyı açtı dışarı çıktı. Birkaç evin lambası yanmıştı ama sokakta kimsecikleri yoktu. Komşularının biriket duvarında büyük bir delik açılmıştı. Canan’la içeri girerken gördükleri paketin etrafa dağılan parçalarını gördü…Biraz ilerde ise parçalanmış, iç organları sokağa dağılmış bir kedi cesedi vardı. Metin, kapı önünde duran Oya’ya,” Telaşlanacak bir şey yok”dedi gülümsedi. “Maşallah fıstık gibisin ”dedi içini çekerek. Metin’in ilgisinden hoşlanan Oya, “Sen evde yalnız mısın? Annen nerde?” dedi. Metin boynunu büktü,” Annem Bakırköy’de bende yalnızlığımı dolduracak kimse olmadığı için mutsuz bir şekilde evdeyim...” dedi. ”Gelmek ister misin?” Oya başını salladı-şimdi olmaz-gibisinden. Sonra elini sallayıp içeri girdi. Hiç bir şey olmamış gibi eve geri döndü. Canan merakla minderin bir köşesine çekilmiş, ayaklarını toplamış bir halde kendisini bekliyordu. Bir şey yok..” dedi ama beyninde dolaşan olumsuz düşünceler birbiri ardına açık kapıdan içeri girip tedirginliğini çoğaltıyordu. Korkması, endişelenmesi gerekirken hiç bir şey olmamış gibi duygusuzca davranabilmesine kendi de şaşırıyordu. Bu akşam okul çıkışı üzerine ateş açılmıştı. Kapısının önüne bombalı paket konulmuştu. Ya Oya, annesi veya özürlü kardeşi o paketi görüp kurcalasalardı ne olacaktı? Ya içeri girerken paketi kurcalasaydı? “Ses nerden gelmiş?” “Bilmem? Cadde başına kadar çıktım ama kimseler yok...” dedi Metin, Canan’a söyleyip korkutmak, gecenin güzelliğini bozmak istemedi. “Sanki bomba sesine benziyordu” dedi Canan endişeli bir sesle. Bir sigara yaktı. Uzun bir süredir takip edildiğinin farkındaydı. Bu akşam ise emin olmuştu. Özellikle eve dönüşlerinde kısa boylu, kasketli, üzerinde siyah bir pardösü olan, siyah gözlük takan birisi kendisini köşe başına kadar takip edip çıkmaz sokakta kaybolana kadar bekliyordu. Bazen duvarın ardına gizlenip bekliyordu. Takipçisi Yumurtacı Emin’in orda birkaç tur attıktan sonra meydana doğru gidiyordu. Birkaç kez kendisini takip etmek istemiş, komşularının bahçesinden ön caddeye çıkıp kendisini takip edenin önünü kesmek istemişti ama başarılı olamamıştı. Kendisini birkaç sefer okulun önünde ve derneğin etrafında da görmüştü. Derviş’le ekmek, peynir almaya gittikleri gün Nejat Uygur tiyatrosunun afişlerine bakar gibi yaparken yakalamıştı Metin. Bazen ise meydanda çoğu Zileli olan amele arkadaşlarıyla buluştuklarında. Haşhaş’ın kahvesinde oturduklarında. Türkiye Birlik Partisinde yapılan toplantılarda hep karşılaşıyordu ama Metin o zaman pek şüphelenmemiş, ayni semtte oturduklarını, ayni düşünceyi savunduklarını sanmıştı. İlginçtir adamın yüzünü hiç görmemişti. Bir silüet gibiydi. Bazen takip ediliyor olmak ta hoşuna gitmiyor değildi doğrusu. Kendini daha güvenli hissetmeye başlamıştı. Bütün bu yaşananlardan babasının haber yoktu. Kendisiyle bu tür konuları paylaşmıyordu. Konuşmaları çoğunlukla belirli konularda sınırlı kalıyordu. Öyle kalması da normaldi. İstanbul’da kaldığı süre içinde haftada birkaç kez birkaç saat görebiliyordu. Ankara’ya gitmeden önce afişe çıktıkları bir gecenin sabahından kahvaltı yaparken konuşmuş, Metin’e kendi yaşamından örnekler vermiş neler yapılması konusunda öğütler vermişti. “Bizim toplantılarımızı da bastılar. Kavgalar oldu. Dövülenlerimiz oldu. sakat kalanlarımız oldu, öldürülenlerimiz oldu. Epey kurban verdik. Ama bunları yasadan ayrılmadan yaptık ve yasalara saygılı olmakla yükümlü iktidarlar, hükümetler yasaları çiğnediler. Suçlu duruma düştüler. Onların öteden beri istedikleri bizleri suçlu duruma düşürmek ve (Komünizm tehlikesi var, devlet elden gidiyor, milleti bölüyorlar) gerekçesiyle yok etmektir. Oyunlarını bildiğimize göre kurdukları tuzaklara düşmeyeceğiz. Onlar ilerlerse biz gerileyeceğiz, onlar gerilerse biz ilerleyeceğiz ama hiçbir zaman da duygularımıza yenilerek yem olmayacağız. Yapılacak şey, akıllarımızı başlarımıza devşirmek ve.-onlara- bizleri yutma olanağını vermemektir. Sonra (saygım vardır, gençlik duyguludur, bir yerde-haksızlıklara büyüklerinden önce karşı korlar, dayanamazlar ama asıl uyanışı engellerler.) öğrenci hareketleriyle olacak iş değil bu. Bir toplum belki böyle hareketlerle sarsılır, bazı bilinmeyen şeylerin, anahtarını ele geçirir ama yeni bir düzen kurma olanağı yaratılamaz…1968 yılında Fransa’da patlak veren ve Fransa 'nın Üniversitelerindeki eğitim yetersizliğiyle ilgili olan hareketler kısa sürede bize de sıçramış, boykotlar, direnişler, kavgalar başlamıştı. İlkin iyiydi bu heyecanlı bir film seyrediyorduk sanki. Tansiyon her zaman yüksekti. Ama hatalı bir şeydi bu. Öğrenciler, toplum mekanizmasının en etkili yerlerinde bulunan babalarına, amcalarına, akrabalarına karşı başkaldırmış gibiydiler. Evet, bir aile mücadelesi görünümündeydi. „Siz tutucusunuz, böyle yönetim olmaz, haklarımızı verirseniz ne ala vermezseniz biz zorla alırız.” anlamını taşıyordu. Alamadılar. Devletin başındakiler, yani abalar ve öteki akrabalar, sindirme hareketine kalkıştılar. Yaraladılar, öldürdüler devleti koruyan silahlı örgütleri üzerlerine sürerek. İdam ettiler pırıl pırıl gençleri. Büyük yetenekleri hunharca top ateşine tuttular. Bu iktisadi ve sosyal çöküntü içinde bulunan toplumda onarılmaz yaralar açtı. Hava bulandı iyice ve hükümetlerin de düzenlediği kışkırttığı olaylarla 12 Mart denen bela geldi başımıza. Ne oldu 12 Mart’ta? Asker ve polis gücüne dayanarak yavaş yavaş açılan demokrasi kapıları kapandı ve zaten azınlıkta olan sol tasfiye edildi. Sivil sağ gitti, askeri sağ geldi. Silahlı sağ. Ve bir sürü acılar. Şimdi de ayni oyun tezgahlanıyor. Askerleri getirecekler,12 Mart’ın eksik bıraktığını bu kez yeni askeri yöneticilere yaptıracaklar ve Faşist bir yönetim kurarak kalabalıkların, dolayısıyla devrimcilerin, toplumlara yol gösteren ilericilerin ağızlarına kilit vuracaklar, susturacaklar. Susturamadıklarını tepeleyecekler. Kuş avlar gibi sokaklarda evlerde insan avlayacaklar. (şimdi de yapıyorlar o avcılığı Zeytinburnu olayı, o Malatya olayı nedir? Böyle bir girişime zemin hazırlama girişimleridir. Af yasası ile hapishaneden çıkanları ve onların aşırı tehlikeli dediği kimseleri-anarşiyi onlar yaratıyormuş havasını vererek-öldürmektir amaçları. Ve amaçlarına da ulaşıyorlar) Evet o avlama işi daha korkunç olacak sıkıyönetim gelirse. Koyu bir karanlık çökecek Türkiye’nin üstüne. Ondan sonra da o karanlığı yırtacam diye çabala dur. Yırtamazsın da. Ağzına kilit vurulmuş, beynine kilit vurulmuş, elleri kolları bağlı insanlar ne yapabilirler? Bunları sana sadece bir baba yüreğiyle değil, bu sorunları bilen ve ölen, yaralanan her gençle yüreği paramparça olan bir insan sıfatıyla söylüyorum. Katılma bu yürüyüşlere. Kör bir kurşuna kurban gitmeni istemiyorum. Sana bir şey olursa annen de bende mahvoluruz. Ölürüz bilmelisin. Sana sıkılan kurşun bize sıkılmış demektir. Sana daha önce de anlatmıştım. Bütün yürüyüşlerde, mitinglerde-araya karışmış-yüzlerce sivil polis, mit ajanı, provokatör vardır. Bunların görevi, o yürüyüşlerde, o mitinglerde birinci planda olanları tespit etmek, sonra da icabına bakmak ya da Türkeş’in komandolarına havale ederek icabına baktırmaktır. Resim çekerler hep. Senin de resimlerin çekilmiş ve polis dosyasına konmuştur ya da ilgili yerlere dağıtılmıştır. Ya bir gün eve gelirken pusuya düşürürlerse? Biliyorsun. Ölenler öldükleriyle kalıyorlar ve katiller yakalanmıyor. Yakalanmaması da doğal, çünkü katiller hükümetin adamlarıdır. O nedenle öyle arkadaşların varsa uzak dur onlardan, İnsanların –kim vurduya gittiği-dönemde ortalıkta görünerek boy hedefi olma. İşine gücüne bak. Derslerine çalış, yazılar yaz, kitap oku. Sinemaya filan git. Kendine bir kız arkadaşı bulup onunla vakit geçir. Gerekirse alışverişe de anneni gönder. Her an ölüm rüzgarlarının estiği bir yerde o rüzgâra kapılan bir yaprak olmamaktır hüner. Yani hüner yaşamaktır, ölmek değil.” Metin’in özellikle kendisine- Derslerine çalış, yazılar yaz, kitap oku. Sinemaya filan git. Kendine bir kız arkadaşı bulup onunla vakit geçir.-sözlerine karşı söylemek istedikleri vardı ama babasıyla tartışmak istemiyordu şimdi. “Biliyorum, söylediklerim bir kulağından girip diğerinden çıkıyor ama sen yine de anlattıklarımı kulağının arkasına koy bir gün lazım olduğunu görürsün.” demişti. Babasında Metin’in kendisini dinlemediği, sözlerine aldırış etmediği yönünde bir inanç vardı ama Metin’in babasıyla arasında olan sorun o değildi. Babasının haklı olduğunu, yaşadıkları düzen ile ilgili tespitlerinin, anlatılarının hepsinin doğruluğunu biliyordu. Babası hem özeleştiri yaparak,” Bizler, sanatçı, aydın, uzun yıllar değil yaşadığımız toplumu, kendimizi bile tanıma olanaklarından uzak durduk. İpe sapa gelmez tartışmalar yaptık. Bilgimizin temelsizliği anlaşılmasın diye, bir açıklık ve sağlamlık kazanmamış düşüncelerimizi, uzun, süslü cümlelerin içinde gizleyerek belirtmeye çalıştık. Ne biz bir şey kazandık ne de bir şey söylemek için karşımıza aldığımız okuyucu. Niçin böyle davrandık? Biz, düşünen ve sorunları çözümleyen kişilerin eserleriyle doldurdukları ve bizleri hemen doğru yola sokacak bir eğitimden geçirecek bir ortam bulamadık. Bizden öncekiler de, kafaları karmakarışık, birbirileriyle çelişen düşüncelerle dolu bir sorunun bütün ağırlığını yüklenmiş ve sorunlara eğilmeyi en kutsal çaba sayan kişiler değillerdi. Aydın diyorlardı kendilerine, yurt sorunlarına bu maske altında yaklaşıyorlardı ama kendilerini (aydın) sözcüğüyle, bağdaşamayacak davranışlarla, tutumların içinde buluyorlardı. Göreneğimiz bu olunca, bizim onlardan ayrı ve -istenen-yolda yürümemiz, topluma bir karakter -kazandırma çabasına girişmemiz beklenemezdi...Belki onların da suçu yoktu. Çünkü onlar da kendilerinden öncekilerden teslim aldıkları bir geleneği sürdürüyorlardı ve biz kendilerinin zararına olan ama fark edemedikleri bu gerçeğe tutunmuşların kurbanı olmuştuk. Çünkü bir insanın gelişmesi için gerekli bilgiye kapatmıştık kapılarımızı. Kültür gümrük kapılarını aşıp içeriye giremiyordu. Girse bile -sadece-toplumu yönetenlerin çıkarlarına uygun bir kadroyu yaratma olanaklarını hazırlayan kitaplar giriyordu içeriye. Bunlarsa bizim genç yapılarımızı sağlamlaştırmaya değil, çürütmeye yarardı. Yöneticiler gibi düşünmemiz isteniyordu. Karşı bir düşüncenin doğmasını sağlayacak kaynak yoktu. Saygıyla anılacak küçük bir topluluk, korkunç bir oyun içinde bulunduğumuzu bize hapislere girme bahasına da olsa, bize anlatmasalar, yönetim katındakilerinin gerçek yüzlerini ve tutumlarını, niçin böyle davrandıklarını, belirtmeselerdi, birçok gerçeği hala anlayamayacaktık. Ve bugün bazı önemli gerçekleri anlamış bulunuyoruz . Örneğin bizi kimlerin yönettiğini ,durumumuzun ne olduğunu, nasıl siyasi ve iktisadi bir düzenle çevrildiğimizi, bu düzenden kimlerin yararlandığını biliyoruz. Baskıların nedenlerini biliyoruz. Düşünce özgürlüğünün insana yabancı ve tehlikeli bir öğe gibi kimlerce böyle tanıtıldığını biliyoruz. Kimlerin yurtsever kimlerin yurtsever olmadıklarını biliyoruz. Yurtsever görünen ve bizleri davranışlarımızdan ötürü yurtseverliğe aykırı davrandığımızdan ötürü mahkum eden cambazların kimler olduğunu biliyoruz. İki türlü aydın tipinin ortaya çıktığını biliyoruz. Çoğunluğun cıkarı için kendini adıyan aydının gerçek aydın, gerçek vatansever olduğunu da biliyoruz. Kafalarımız eskisi gibi bulanık değildir artık. Hepimizin belirli bir tutumu vardır. İstesek de istemesek de ekonomik durumlarımız gereği bu iki yandan birini tutmak zorundayız. Yaptığımız işle, bir yanlıyız, bir yanlı olmak zorundayız. Geri bırakılmış ülkelerin kurtuluş savaşları, büyük devletlerin bu ülkelerdeki gizli dalavereleri ve özgürlük, dostluk, insanlık adına yapılan anlaşmaların arkalarındaki oyunları, ortaya çıkmıştır. Dünyayı hangi çıkar guruplarının yönettiğini biliyoruz. Savaşların neden çıktığını biliyoruz.” diyordu. Sonra da kendisine, kendi yaptığı yanlışı yapması için oturup akıl veriyordu. Kime? Annesinden boşandıktan sonra geçen yedi yıl içinde sadece bir yılını beraber geçirdiği oğluna. Canı sıkıldı. Sigarasını cam kül tablasına söndürdü. Heyecanla sevişmeyi bekleyen Canan’a döndü.” Patlayan bombaların şerefine olsun sevişmemiz” dedi. Lambayı kapattı. Son kez sevişiyormuşçasına bir duygu doldurdu yüreğini. Heyecanlandı. Penceredeki kırıktan içeri giren Lodos ıslıklarının çaldığı melodi eşliğinde sevişmeye başladılar. Canan, vücudunun ve ruhunun susuzluğunu, verdiğinin iki katını almak istediği sevgiyi dudaklarından emiyordu son iki yılın intikamını alırcasına. Perde aralığından içeriye sızan alacakaranlık Yücel’in kadife kayganlığındaki tenini daha bir çekici ve dayanılmaz kılıyor bu esrarlı görüntü aklını başından alıyordu. Kesik kesik soluk alıp vermesi, gövdesinin yakıcı sıcaklığından yükselen tere bulaşan şehvet kokusu Metin’i deli ediyordu. Ya son kez sevişiyorsa ya bir daha bu güzelliği yaşayamazsa... Canan ile akşam buluşmak üzere sözleştikten sonra sabah ezanı bittikten sonra evden ayrıldı… Metin, Kadıköy iskelesine girdiğinde saat 9.30 olmuştu. Gazete, dergi, kitap satılan sergiye bir göz gezdirdi. Gazetelerin başlıklarına baktı. Yeni çıkan kitaplara göz gezdirdi. Bir sigara yakıp, küçük dükkanlarda satışa sunulan hediyelik eşya ve el ürünlerine göz gezdirdi uykulu gözlerle. Canan’ı düşündü. Neden olmasın ki? Canan’a yaptığı teklifin düşüncesini genişleterek Kadıköy yolcularının beklediği kapı önünde kendine bir yer yaptı. Demir babalara halatlarla tutsak edilmiş Şehit Adem Yavuz gemisine uzatılan korkuluklu çift iskeleden mutsuz, uykusuz, şaşkın bakışlı yüzlerce insan-arkalarından gavur kovalarcasına- hızlı hızlı iskeleleri esneterek ağızlarından dumanlar çıkararak vapuru terk ediyorlardı. Deniz hala lodosun etkisiyle dalgalıydı. Gemi sallanıp duruyordu çocuk beşiği gibi. Dün çıkan fırtına karada ve denizde hasarlara yol açmış, direkler devrilmişti. Haydarpaşa’dan yapılması gereken bazı tren seferleri iptal edilmişti. Lodosun etkisiyle kıyılarda sandallar, yatlar zarar görmüştü, şehir hatları vapurları iptal edilmişti. Bir sigara yaktı. Her Kadıköy’e gidişi onun için denizi ilk defa görüyormuşçasına sevindirirdi kendisini. Sadece Kadıköy vapuru değil her vapur onun için harikalar dünyası gibiydi. Özellikle yazları Yalova’ya gitmeyi çok seviyordu. Bursa’da oturan teyzesine giderken karayolunu değil deniz yolunu tercih ederdi hep. Unutulmaz deniz yolculukları yapmıştı. İlk kez Yunus balıklarını bir Yalova yolculuğunda görmüştü. İndikleri Yalova iskelesi, Bursa’ya giden yeni bir otobüs bulmak için insanların koşuşturması, uzun burunlu, pencereleri açılan eski otobüslerde yapılan yolculuklar... Vapurla karşıya geçerken Karaköy tarafından dumanlar yükselmeye başladı birden. Meraklandı. Bir yere bomba mı atmışlardı acaba. Vapurdan indikten sonra etrafına bakına bakına yürümeye başladı. Devrimciler cenaze için Kadıköy iskelesi önünde bayraklarla, pankartlarla toplanmaya başlamışlardı. Öldürülen Metin Arıkan’ın cenazesi Osman Ağa Camisinden alınıp Karacaahmet Mezarlığına gömülecekti. Uzaktan Derviş’i görünce sevindi. Topluluktan “Katil Polis” sloganı atılmaya başlanınca eşlik etti gür sesiyle. Ayni görüş içinde mücadele ettikleri insanların çoğunun ismini bilmiyordu. Mitinglerde, yürüyüşlerde, cenazelerde karşılaşıyorlardı çoğunlukla. Birbirlerini selamlayıp geçiyorlardı. Derviş ayakta tutmaya çalıştığı Çelenge sarılmış etrafına bakınıyordu. Metin’i görünce sevindi “Seni allah gönderdi. Dedi. “Bana hiç bakma” dedi Metin, ”Üç kilometre çelenk mi taşınır?” “Ya bir tutsaydın...”dedi Derviş yalvaran gözlerle. “Bira sonra gelirim dedi Metin, Camiye doğru yürümeye başladı. Cenaze arabasının etrafı polislerle, parkalı, kaşkollu öğrencilerle çevrilmişti. Ailesinden izin alan öğrenciler cenazeyi mezarlığa kadar ellerinde taşımak istediklerini söylüyorlar ancak polisler buna izin vermiyorlardı...Uzun ve gerginliğe yol açan tartışmalardan sonra cenaze arabasının ardında yürümeye izin verildi. Megafonla yürüyüşün başlayacağını ve kortej oluşturulması istendi. Beklemek tedirginliğinden kurtulan öğrenciler sloganlar atarak korteji oluşturmaya başladılar. Metin, Derviş’i gördüğü yere doğru yürüdü. Derviş’i göremedi ama Bülent’i gördü çelenk başında. Seni Allah gönderdi...” dedi” Derviş, çelengi bana satıp ortalıktan kayboldu...” Güldü Metin.” Onun adı Derviş arkasına bakmadan gidermiş...” Çelenkle birlikte cenaze arabasının hemen arkasına geçtiler.” Daha iki gün önce beraberdik!” dedi Bülent üzgün bir ses tonuyla. “Yaşam böyle bir şey olmalı?” dedi Metin, Özer Elması düşündü. Bir gün önce kendisi gibi soluyor, konuşuyor, sigara içiyor, çay içiyor, kitap okuyordu. İşkembecide bol sarmısaklı, sirkeli bir çorba içmişler, baş eti yemişlerdi üstüne. Kekik ve kırmızı toz acı biber serperek. Ansızın yaşamı herkesi, denizleri, toprağı, güneşi çok sevdiğini ve gelecekte bu sevgiyi yaşamının itici gücü yapmak istediğini anlatmıştı. Birbirlerine sigara sunmuşlardı. Akşam üzeri de pasaja gitmişler, kokoreç bira yudumlamışlardı üç saat boyunca konuşarak. İktidarı, fraksiyonların tutumlarını, -bütünleşme-yi sağlamayan liderleri eleştirmişler, faşizmle savaşımın ilkelerini yeniden belirlemişlerdi. Sevinçliydi, çoşkuluydu, hiç işitmediği fıkralar, öyküler, devrimci önderlerin tutumlarıyla ilgili örnekler anlatıyordu. Yarından sonraki eylemlerden, yeni yayımlanan yapıtlardan söz ederken heyecanlanıyordu, gözlerinin içinde orman ateşleri yoğunluğunda ateşler yanıyordu. Saat on bir de kucaklaşmışlar, yanaklarını öpmüşler, ellerini sıkarak ayrılmışlardı…Artık o yoktu. Ya kendisi vurulsaydı o kargaşalıkta? “Katil polis” “Katil iktidar...” “Kahrolsun faşizm...” Sloganlarıyla salyangoz misali yavaş yavaş yürümeye başladılar. “Derneği polis basmış haberin var mı?” dedi Metin “Evet o gün ben de ordaydım...”dedi Bülent “Peki. Derneğin polis tarafından izlendiğini biliyor musun?” dedi Metin, Bülent’e baktı. Dün akşam Derviş’e gösterdim. Hatta bir fotoğraf makinesi olsaydı resmini bile çekebilirdik...” “Bize rahat vermeyecekler” dedi Bülent,” Yakında kapatırlar orayı. Zaten evde oturan diğer kiracılar ev sahibine şikayet etmişler.-Buraya bomba-koyarlar deyip, gözünü korkutmuşlar. Polis kapatmazsa ev sahibi çıkartacak...” Kalabalıktan bir slogan yükseldi. “Katil İktidar!” Yeni bir marş söylemeye başladılar. yoldaşların hepsi öldü siperlerin başında yüzlerinde uzun sakal, gözlerinde kavga var ey işçiler birleşiniz yoksa dünya mahvolur işçi köylü savaşırız yoksa kurtuluş olmaz ela gözlü nazlı yarin kirpiğine yaş dolmuş yavuklusu yiğit yoldaş yanı başında ölmüş ey işçiler birleşiniz yoksa kurtuluş olmaz işçi köylü savaşırız yoksa kurtuluş olmaz... Yarım saatte Haydarpaşa garının önüne gelebilmişlerdi. Eğer bu tempoyla yürümeye devam ederlerse Karacaahmet’e akşama kadar varamazlardı... Durakladıkları bir anda canı sigara çekti. Vapurda iki tane çay içmişti ama evde yaptığı çayın tadını bulamadığı için kesmemişti kendisini. Bir sigara yaktı. Canan’ı düşündü. Sabahleyin gitmeden önce bir kez daha sevişmişler, öpüşmüşler, koklaşmışlardı yeni evli genç çiftler gibi. Metin, Canan’a beraber yaşamayı teklif etmişti. Şu an için evlenmek istemediğini ama ilerde düşünebileceğini söyleyerek gelecek ile ilgili kararı henüz vermediğini belirtmişti. Bu akşam buluşup gelecekleri üzerine konuşacaklardı. Metin’i okuyup üflemişti eve giderken ve onun için dua edeceğini söylemişti. Sigarasını yere atıp üstüne bastı. Canan ile ilgili cinsel öğelerin yoğun olduğu düşünceler birden onun yanında olma isteğini özlemleştiriverdi. Her sevişme yeni bir doğuş gibiydi. Hevesini akşama saklamalıydı. “Ne Amerika Ne Rusya, Bağımsız Türkiye...” “Katil Polis..” “Kahrolsun Faşizm...” sloganlarının yükseldiği bir sırada Caminin önünde gördüğü sivil polis-şef- olan yanlarına yaklaştı ve cenazeyi taşıyan şoföre daha hızlı gitmesini söyledi, sonra gözü içerde oturan parkalı, bıyıklı, dağınık saçlı gence takıldı. Emir vermeye alışkın sesine nefreti de katarak,” Ön tarafta dört kişi oturulmaz, in ulan aşağı pis herif...” Ön tarafta oturan genç sert ama üzgün sesiyle, “Ben ailedenim, istersen git babama sor. Ayrıca sen kim oluyorsun?” dedi ve titreyen elleriyle cebinden çıkardığı Bafra sigarasından bir tane yaktı. Sivil polis arabanın açık camından kollarını içeri uzatıp gencin yakasından tutmak istedi ama o sırada arabaya yaklaşan parkalı, kıvırcık saçlı ve Filistin atkısıyla yüzünü örtmüş bir kız polisin yakasından tutarak ittikten sonra yüzüne bir tokat attı. Defol git buradan sen kim oluyorsun?” Tokat’ı yiyen polis şefi bir an sendeledi geri geri bir iki adım attı sonra toparlanıp kendisine tokat atan kıza doğru bağırdı, “Sen kim oluyorsun da devlet memuruna tokat atıyorsun?” dedi hışımla. “Ben ölenin ablasıyım...”dedi kız. Gözleri yuvalarından fırlamış, ellerini şefin gırtlağına doğru uzatmıştı. Kızgınlıktan her yanı titriyordu. Metin karışmak istedi ama sonradan vazgeçti. Polisler Haydarpaşa Lisesi önünde yollarını kesmişler, cenazeyi Karacaahmet mezarlığına götürmelerine izin vermiyorlardı. Sivil polis kendisine tokat atan kıza baktı-ben seni nasıl olsa elime geçiririm-der gibi, elleriyle uzaklaşmasını işaret edip, “Ben ailedenim sen karışma” dedi sert bir sesle. Ardından tekrar arabanın önünde oturan gence döndü “Aşağı in yoksa çok fena olacak senin için. Eğer bugün burada olay çıkarsa senin yüzünden çıkacak..” Arabadaki genç başını arabanın camından dışarı çıkartıp bağırmaya başladı,” İnmiyorum ulan gel de indir sıkıyorsa” Birden bir uğultu koptu. Sivil polis sinirli bir şekilde arabanın yanından ayrılıp yan sokakta kendisini bekleyen son model kahverengi Ford marka arabaya bindi ve telsizi alarak heyecanla bir şeyle anlatmaya başladı karşısındakine. Metin, Bülent ile beraber taşıdıkları çelengi yere bıraktı. ’Geliyorum’ deyip, yürüyüşçülerin arasına katıldı. Polis Panzerlerle Haydarpaşa lisesi önünde yolu kesmiş yürümelerine izin vermiyordu. Ya yürümekte ısrar edip çatışma çıkartacaklardı ya da yürümekten vazgeçip dağılacaklardı. Bir çatışma çıksa kaçacak yer de yoktu. Sol taraf deniz, önde ve arkada polis barikatı, sağ tarafta ise daracık bir sokak vardı. Kaçmaya kalksalar daracık sokakta ezilip ölmeleri işten bile değildi. ”Ne bekliyoruz” Elindeki sigarasını çabuk çabuk içmeye çalışan ismini bilmediği, yeşil parkalı, başını atkı ile sarmış kumral bir kız” Bilmem. Âmâ dağılsak iyi olur...” dedi beraber yürüdükleri kız arkadaşına baktı. –Kahrolsun Faşizm-yazısının yer aldığı pankartı toplarken Metin kendilerine yardımcı oldu. “Buyrun..” “Bence”de dedi Metin,” Çatışma çıkartmanın bir anlamı yok şimdi...” Dernek başkanının sesini duydu. Yüksek bir yere çıkmıştı. “Arkadaşlar şimdi devrimci andı içip arkasından sessizce dağılacağız. Biz devrimciler olarak Amerikan Emperyalizmine ve onların işbirlikçileri Faşist MC hükümetine. Sovyet Sosyal Emperyalizmine ve onların işbirlikçileri sosyal faşistelere, revizyonistlere, her zaman her yerde, yılmadan, bıkmadan, usanmadan, kanımızın son damlasına kadar mücadele edeceğimize devrimcilik namusu ve şerefi üzerine yemin ederiz...Kahrolsun Amerikan Emperyalizmi Sovyet Sosyal Emperyalizmi ve onların işbirlikçileri...” “Katil iktidar...” “Kahrolsun Faşizm...” Sloganlarının arkasından cenazeye katılanlar hızlı adımlarla sağ taraftaki dar olan sokağa yürümeye başladılar. Polis her an gözüne kestirdiklerini toplamaya başlayabilirdi. Yürüyüş yavaşladığı sırada yanından ayrıldığı Bülent’i görünce sevindi. Mustafa ile beraber yere koydukları büyük bir çelengin başında bekliyorlardı. Koşar adımlarla onların yanına gitti, “Selam gençler..” “İyi ki buldun bizi” dedi Bülent, “Nereye kayboldun? “Mezarlığa gidiyoruz...” dedi Mustafa “Nerden çıktı şu mezarlık işi şimdi?” “Başkan söyledi,” dedi Bülent.” Bizi temsilen on-oniki kişilik bir grup arkadaşımızın toprağa verilmesinde hazır bulunacak...” “Ben de geliyor muyum” dedi Mustafa “Sensiz olur mu” dedi Metin, Mustafa’nın omuzuna vurdu birkaç kez. Son on dakikadır yağan yağmur Metin’in düşüncelerindeki engelleri tek tek süpürüp temizlemiş, tatlı bir huzur vermişti. Rahatladığını hissetti. Ama bu rahatlama her an polisler tarafından gözaltına alınıp dayak yeme olasılığı gerçeğini yok etmedi. Kendisine hiç de yabancı olmayan ve mimarisiyle çok beğendiği Haydarpaşa garına baktı. Babasını görmek için Ankara’ya giderken bazen trenle yolculuk yapmayı tercih ediyordu. Ayrıca tren yolculuklarını da seviyordu. Başını –TC-yazılı soğuk cama dayayıp bir film şeridi gibi gözünden geçen yollara, evlere, bağlara, bahçelere, gelincik, arpa, buğday, şeker pancarı, soğan tarlalarına ve bu tarlalarda çalışan kadınlara, çocuklara, insanlara bakarken dalıyor ve yolculuğun bir an önce sona ermesini istiyordu. Cebinde parası olmadığı için yemekli vagona gidemiyordu ama Tren büyük istasyonlarda durduğunda aldığı simit ve suyla karnını doyuruyordu. Yalnız ve konuşacak kimse olmadığı için hayalinde oluşturduğu kişilerle konuşuyor, lekelenmiş, çizilmiş, eskimiş tren penceresinden geçtiği yerleri hafızasına kopyalamaya çalışıyordu. İstemediği yolculuklar yapmasına neden olan babasına ve annesine kızıyordu her defasında. Can sıkıntısından Haydarpaşa’dan Ankara’ya kadar tüm istasyonları ezberlemişti. Parası olduğu zaman Pulmann alıyordu şansı da varsa yanına gelen olmuyor ve rahat bir yolculuk yapabiliyordu. “Biliyor musunuz? Cüneyt Arkın bizi filminde oynatmak istiyormuş?” “Siktiret şu faşisti..”dedi Bülent “İlginç” dedi Mustafa,” Nerden aklına gelmiş?” “Bilmem Derviş söyledi dün gece...” Bülent aklına bir şey gelmiş gibi Metin’e döndü,”Yaa dün akşam üzerine ateş açılmış ben unuttum..” “Geçmiş olsun kardeşim…” dedi Mustafa “Sağolun...ucuz atlattık...” “Hepimizin çok dikkatli olması lazım” dedi Bülent,” Zor günlerden geçiyoruz. Bir taraftan faşist polisler diğer taraftan komandolar bize rahat vermiyorlar, aman kendimize dikkat edelim...” “Dikkat etsek bile önlememiz zor, dün akşam sanırım iki-üç santimlik bir farkla kurtuldum. Adam pusu kurmuş seni bekliyor.” “Lambalarda yanmıyor geceleri...” Yanlarından polis arabaları ve panzerler geçmeye başladı.” Bunlar bizim için geçiyor olabilirler?” dedi Metin. “Yok canım bir olay çıkmadı ki neden adam toplasınlar?” “En az otuz kişiyi alırlar...” dedi Metin,” Onların çalışma sistemi bu. Adamlar kendi düzenlerini korumak için toplantıları, mitingleri, gösterileri, cenazeleri güvenlik açısından tehlikeli bulup izin vermeyecekler verirlerse de sonradan bu tür gösterilere katılanlardan istediklerini tek tek yakalayıp tutuklayacaklar...biz onların kucağına gidiyoruz.” “Korkuyor musun?” dedi Bülent “Ya neden korkayım ki? Ben ölüm korkumu Bir Mayıs günü Taksim meydanında bıraktım. Saçmalama, yalnız dikkatli olalım diyorum...” “İnan dikkatli yaşamaktan bıktım artık” dedi Mustafa Önlerinde giden gruba yetişmişlerdi. Beraber yürümeye başladılar. İçlerinden birkaçını daha önceki toplantılardan tanıyordu ama isimlerini bilmiyordu. Zayıf, Tunceli’li olanı tanıyordu bir tek. İsmi Ali’ydi” Mezarlığın yerini bilen var mı acaba?” dedi Metin. “Ben yerini tam bilmiyorum ama uzakta olduğunu biliyorum. Cenaze arabasındaki şoföre sormuştum. Buradan otobüs veya minibüse binmemiz gerektiğini söyledi...” dedi Ali Zayıf, kıvırcık kızıl saçlı, grubun önünde yürüyen kız,” Üsküdar’a gitmemiz gerekiyor, koşarak yürürsek yarım saatte gideriz...” dedi. Otobüsle gitmeye karar verdiler. Haydarpaşa Lisesinin karşısındaki otobüs durağına sığınıp beklemeye başladılar. Geçen dolmuşlar dolu oldukları için binemiyorlardı. İki otobüs geldi ikisi de ağzına kadar doluydu. Binemediler ama bir an önce mezarlığa ulaşmaları gerekiyordu. Cenazenin defnedilme töreninde orda olmak zorundaydılar. Gruptan birisi, “Koşalım arkadaşlar”dedi. Sığındıkları otobüs durağından çıkarak koşmaya başladılar. Metin bir hız temposu ayarlayıp ayni hızla koşmaya başladı. Üstündeki ağır parke ile biraz zor oluyordu ama mecburdu. Gözleri bir radar gibiydi. Belli mi olurdu, kendilerinin koştuğunu görenler polise haber verebilir, başlarına bir sürü sorun açılabilirdi. Hiç bilmediği, tanımadığı yerlerden geçiyorlardı. Ürkek gözlerle kendilerine bakan insanların bakışlarıyla karşılaşıyordu arada, onlara gülümsüyor ve koşmaya devam ediyordu. Yorulmaya başlamıştı. Sağ ayağında bir acı duydu ve bir kez daha yavaşladı. Yanlarından hızla geçen minibüsler, otobüsler, dolmuşlar yağmurdan kaçan insanlarla ayakta duracak yer bırakmamacasına tıklım tıklımdılar. Konuşmadan koşuyorlardı. Kendini maraton koşucusuna benzetti bir an. Uzaktan ağaçları görünce mezarlığa yaklaştıklarını anladı. Dört yol ağzına geldiklerinde durdular. “Şimdi nereye gidiyoruz? Dedi Metin. Nefes nefese kalmıştı. “Birisine soralım...”dedi Ali Bülent yoldan geçen birisine mezarlığa nasıl gideceğimizi sordu. Bilmiyormuş. Şaşkın şaşkın etraflarına bakınıyorlar, mezarlığın girişini bulmaya çalışıyorlardı. Yanlarından geçmekte olan, el arabasının içinde pislikler taşıyan bir işçiye daha sordular. Kendisi mezarlıkta çalışıyormuş. Yolu tarif ettikten sonra, “Dikkatli olun her tarafta polisler var..” dedi. Herkes tedirgin olmuştu. İşçinin tarif ettiği yolu takip ederek yürümeye başladılar. Tarif edilen sokağa girdiklerinde yolun karşısında bekleyen toplum polislerini gördüler. Mezarlığın girişinde ise bir kasa polisle, sivil polis arabaları girişi kapatmıştı. Kendilerini görünce bazı polislerin güldüğünü gördü. Bülent adamlar pis pis sırıtıyorlar…niyetleri bozuk sana söyleyeyim..” dedi Metin “Olsun, panik yapmaya gerek yok yanlarından geçip gideriz...” dedi Bülent. “Korktuğumdan değil de pisi pisine yakalanmak işime gelmiyor doğrusu. Bizim yaptığımız kahramanlık değil..” “Haklısın,” dedi Mustafa, “Ben de tedirgin oldum birden...” “Yaa korkacak bir şey yok. Panik yapmayalım...” dedi Bülent, kaşlarını çatarak başını öne eğdi. “Hiç gitmesek daha iyi olacak sanki” dedi Mustafa. Grup yine dağılmış en arkada üçü kalmıştı. Metin’in kalbi deli gibi çarpmaya başlamıştı. Pis pis alaycı bakışlarla kendilerine bakan sivil polislerin arasından geçerek yürümeye devam ettiler. Polislerin arkalarından güldüklerini gördü.-Kekler geldi. Enayiler kendi ayaklarıyla geliyorlar-dediklerini duyunca birbirlerine baktılar.” Ben sana söylemiştim ama bugün kahramanlığın tuttu” dedi Metin “Bana kalırsa biz şimdiden nereden çıkabileceğimizi düşünelim...”dedi Mustafa “Dur daha cenazeyi bulamadık..” dedi Bülent Bir kez daha dört yol ağzına gelmişlerdi. Durup etraflarına bakındılar. Yolun tam karşısındaki Sarı bir evin önünde duran yaşlı bir adam duruyordu. “Amca şu anda gömülen bir cenaze var mı burada?” dedi Metin “Var yavrum..” dedi yaşlı adam ve yolu tarif etti. Teşekkür edip ayrıldılar. Söylediği yola girdiklerinde kendilerini bir kez daha polis arabaları ve sivil polisler karşıladı. Anlaşılan tüm mezarlığı sarmışlardı. Ama hala cenazeyi bulamamışlardı. Bir labirentin içinde dönüp duruyorlar ancak polislerin dışında kimseyi göremiyorlardı. Metin polislerden bir tanesinin yanına yaklaştı. İyi günler, biz cenazeyi arıyorduk..” Polis gülerek yolu gösterdi, “Geç kaldınız..” Arda arda dizilmiş polis arabalarının yanından geçerken dağılan kalabalığı gördüler. “Bulduk en sonunda..” dedi Metin. Kalbi bir kez daha sınırlarını zorlamıştı. Metin Arıkan’ın mezarına geldiklerinde etrafta çalışan işçilerden başka kimse kalmamıştı. Yol sorduğu polisler de arabalarına binip gitmişlerdi. “Gördün mü hepsi gittiler...”dedi Bülent “Sen öyle san” dedi Metin.” Hepsinin gittiğine inanacak kadar saf mısın sen?” “Ben de Metin gibi düşünüyorum...” dedi Mustafa. Daha iki gün önce canlı canlı yaşayan ve hiçbir suçu olmayan bir insanı kaybetmenin acısını yüreğinde duyan Metin mezarlığın soğukluğunu, korkunçluğunu duydu bir kez daha. Yaşarken kaybettiği dedesi vardı, anneannesi vardı ama çok sevdiği bu insanların ölümleri Metin’in yaşamında onarılmaz derin yaralar bırakmamıştı. Bir süre sonra acılar bitmiş ve anılarda kalmıştı ikisi de. Hiç ölümü düşünmüyordu ki. İlk kez bu kadar etkilenmişti hem de hiç görmediği ve tanımadığı birisi için. Dua edip bir süre mezarlığın başında durup etraflarını kontrol ettiler.” Burdan çıkalım” dedi Bülent, mezarlıkların arasından taze zift ile kaplanmış yola çıktılar. ”Şimdi ne tarafa gidicez?” Etraflarına bakındılar. Kimsecikler gözükmüyordu ama tedirginlikleri bitmemiş tam tersi daha da artmıştı. Bu sessizliğin ardında yatan tehlikenin tuzağına düşmemeliydiler. Metin, mezarları temizleyen bir işçinin yanına doğru yürüdü.”Merhaba, kolay gelsin...” “Sağol abi…” dedi işçi. Elindeki küreğe dayandı. “Bu mezarlıktan nasıl çıkabiliriz ama ana çıkıştan değil...” “Anladım abi…” gözleriyle etrafını işaret etti,” her taraf polis dolu, dikkatli olun...şimdi buradan çıkın..” elleriyle yol tarifini yaptıktan sonra, bir kez daha” Dikkatli olun abi...”dedi. “Sağol...” diyerek ayrıldı yanından. “Burdan gidiyoruz ...”dedi Metin ve önde yürümeye başladı. Biraz yürüdükten sonra yol üçe ayrılıyordu,” Soldan gidiyoruz” dedi Metin. Bülent lafa karıştı, ”Yok abi diğer yoldan gitmemiz lazım. Ben hatırladım şimdi...” “Ya adam burda çalışıyor sen ondan daha iyi mi bileceksin?” “Ya ben biliyorum karışma sen...” “O zaman gidelim” dedi Mustafa. İşçinin tarif ettiği dar patikaya değil geniş ana yola girdiler. Etrafta kimsecikler gözükmüyordu.” Gördünüz mü kimsecikler yok işte...” dedi Bülent,” Şimdi bir sigara yakabilirim..” “O ilerde bekleyenler kim o zaman?” Kendilerinden, yüz yüz elli metre uzakta iki sivil polis arabası yolu kesmiş bekliyordu. “Hemen geri dönüp kaçalım...” dedi Mustafa. “Bana kalırsa da” dedi Metin “Yaa korkacak bir şey yok sakin sakin polislerin yanından geçip evimize gidicez..” Metin durdu. Metin durunca Mustafa’da durdu. Polisler beyaz reno’ya aldıkları birisini tekme tokat dövüyorlardı. Küfürler, çığlıklar, bağrışmalar geliyordu polislerin olduğu yerden. Polisler de kendilerini fark etmişler arabadaki kişiyi dövmekten vazgeçmişlerdi. Kendilerine doğru gelmeleri için işaret ediyorlardı. O sırada dövülen kişi arabanın arkasından kendilerine doğru baktı. Derviş’ti bu.” Kaçın arkadaşlar kaçınnn..”diye bağırmaya başladı. Polislerden iki tanesi kapıları açık arabanın içine girdi biri de önden tekmeyle vurmaya başladı. Polis şefini gördü kendilerine doğru hızlı hızlı geliyordu. Elinde silah vardı. Koşmaya başladılar. Bir kuş olup uçmak oturduğu evin bahçesindeki erik ağacına konmak istedi. Koşuyordu. “Durun...kaçmayın ulan...” Sanki üzerindeki tüm ağırlıklar bir anda tüye dönüşmüştü. Biraz daha hızlandı. Artık korkmuyordu. Kalbi de deli gibi atmıyordu heyecandan, koşuyordu sadece kendisini özgürlüğe kavuşturacak bir yol bulabilmek için. “Durun yoksa ateş ederim... “Durun ateş ederim. Kaçmayın...” Arkalarından iki sivil polis kendilerini kovalamaya devam ediyordu ama aradaki mesafeyi kapatmaları zordu. Yolun kenarında çalışan işçilerden birisi,” Burdan kaçın çocuklar” dedi. Daracık, toprak yola girdiler. Mustafa en öndeydi ve yolu belirliyordu. Silah sesleri duyulmaya başlayınca biraz daha hızlı koşmaya başladılar ama yorulmaya başlamışlardı…Adamlar niyeti bozmuşlardı. Kale kapısını andıran bir yerden geçtiler, çiçek bahçesi gibi bir yerdi. Silah sesleri bir kez daha duyuldu. Çiçeklere zarar vermeden üstlerinden atlayıp tekrar koşmaya başladılar. Önlerini açık biçimde görebiliyorlardı. Bir tarafta çakıl taşı ile döşenmiş geniş bir yol diğer tarafta ise mezarlık. Mezarlığa doğru koşmaya başladılar. Mezarlıkların üstünde sanki uçarak ilerliyorlardı olimpiyatlara katılmış atletler gibi. “Saklanalım...” Hep beraber geniş bir mezarlığın arkasına saklandılar...Nefes almayı bile unuttular bir süre. Sonra tekrar koşmaya başladılar. Kalın bir ağacın altında durdular ve saklandılar bir kez daha. Nefes nefese kalmışlardı. „Mustafa nerde...” “Nereye kayboldu bu çocuk şimdi...” “Polislerin eline düşmemiştir inşallah.. “Ulan işe bak şimdi. Yanımızdaki çocuğu kaybettik...” “İşimize bakalım,” dedi Metin,” Bak şu yukarda çingene çadırları var onların arasına karışırsak kurtuluruz...” “Tamam,” dedi Bülent. Çalılıkların arasında sürüne sürüne çingene çadırlarının olduğu yere kadar geldiler. Sırılsıklam olmuşlardı. Yağmur şiddetini devam ettiriyordu.”Şimdi...” Önlerinde iki metreyi aşan bir duvar vardı önce onu aşmaları gerekiyordu. “Sen benim çıkmama yardım et ben de seni çekerim. Duvarın üstüne ilk çıkan Metin önce etrafına bakında, bir tehlike yoktu görünürlerde. Elini uzattı Bülent’in çıkmasına yardım etti. Duvarın kenarında bir süre dinlendiler. Özgürlük bir adım ötedeydi artık. Çalı parçalarına tutuna tutuna çadırlara ulaştılar. Beyaz sakallı yaşlı birisi, çadırların önünde açtığı bir şemsiyenin altında oturmuş sigara içiyordu. Kendilerini aniden karşısında görünce önce şaşırdı sonra gülümsedi, “Hoş gelmişiniz çocuklar, buyrun oturun..” Çadırın kenarında duran kuru tabureleri gösterdi...Ne oldu size kimlerdensiniz?” “Polislerden kaçıyoruz amca...” dedi Metin ”Dün bir arkadaşımızı vurmuşlardı onun cenaze merasiminde bizleri yakalamak istediler biz de kaçtık...” “Eyi yapmışsınız...” “Biz neredeyiz? Nerde olduğunuzu biliyor musunuz? Yaşlı adam elini ileri doğru uzattı,” Aşağısı Haremdir...” “Harem’e gelmişik” dedi Metin.” “Vapura bindiğimizde sana bir çay ısmarlıcam” dedi Bülent “Ya amca biz görünmeden oraya nasıl gideriz acaba?” Yaşlı adam kendilerine baktı,”Hele siz bir sigara için, biraz dinlenin bakalım...” Ankara’dan geliş yolunun sağında yer alan söğüt ağaçlarıyla kaplı geniş bir alanda On kadar üzerleri çeşitli renklerde bezler kaplanmış Çingene arabası ufak bir daire meydana getirmişlerdi. Kaburgaları belli olmaya başlayan beş at, bir katır ve üç eşek söğütlerin dibindeki otları yiyiyorlardı iştahla. İçinden çocuk cıvıltıları gelen koyu renkli büyük bir çadırın önünde birkaç kişi oturmuş sigara ve çay içiyorlardı. Deri bir koltukta oturan yaşlı, başında kırmızı bir fötr şapka olan-deri koltukta oturduğu için Metin onu Çeribaşı kabul etmişti-püskül bıyıklı adam ise titreyen elleriyle sigara sarmaya çalışıyordu. Çadırın önünde oturanlar da yerlerinden kalkıp yanlarına geldiler “Selamünaleyküm. Hoş geldiniz..” dediler. Öne eğildiler saygıyla. “Yok rahatsız olmayın” dedi Metin “Memur musunuz agabey?” dedi elinde çay bardağı olan. Başında bazı yerleri delinmiş hasır bir şapka vardı. Sakalları simsiyah ve yüzünün büyük bir bölümünü kaplıyordu. Kalın kaşları altında kalan ufacık gözleri siyah zeytine benziyordu. Orta boyluydu. Yıpranmış ceketinin altına giydiği koyu yeşil kazağının altından kırmızı gömleğinin yakasından biri çıkmıştı. “Yok. Biz onlardan kaçıyoruz” dedi Metin nasıl tepki vereceklerini düşünmeden. “Naptınız gençler” dedi deri koltukta oturan yaşlı adam tepkili bir sesle. “Birşey yapmadık amca. İki gün önce öldürülen arkadaşımızı mezarlıkta toprağa verdikten sonra polisler peşimize takıldı. Altı arkadaşımızı yakaladılar biz zor kaçtık. Şimdi yolları filan kesmişler ama bizim Harem’e inmemiz lazım. Bazı arabalara sorduk ama korktular kabul etmediler...” Çingeneler birbirlerine baktılar. Ne yapabiliriz sorularını art arda sıralayarak gözleriyle konuştular. İlk gördükleri, şemsiye altında oturan adam elinde iki bardak çay ile geldi. Yanlarında ikişer kesme şekeri olan tabaklardan birisi kırmızı-beyaz diğeri ise mavi-beyazdı. “Çok teşekkür ederiz” dedi Metin “Çok sağolun” dedi Bülent, “Çok makbule geçti...” Sigaralarını ve çaylarını bitirdikten sonra –ne yapalım-dercesine birbirlerine baktılar. “Kalkalım o zaman” dedi Metin. İlk gördükleri yaşlı adama teşekkür edip ayrıldılar oradan. Diğer üç kişi ortada yoktu. Kendilerini polise ihbar etmiş olabilirler miydi? Bir olasılıktı bu? Ama Metin’in tanıdığı çingeneler yanlarına sığınan insanları polise teslim etmezlerdi. Eden de çıkardı ama onların bir suçu yoktu ki. Tedirgin ve yavaş adımlarla yürümeye başladılar. Polis dört yol kavşağını tutmuş şüphelendiği arabaları tek tek arıyordu. Bülent parkasını çıkartıp öyle yürümeye başladı. “Üşütüceksin” dedi Metin. “Polislerin eline düşmekten daha iyidir” dedi Bülent. Yol kenarında duran benzin istasyonuna geldiklerinde, benzin alan bir Anadol marka arabasının yaklaştılar... “Rica etsek bizi Harem’e götürebilir misiniz?” dedi Metin. Şüpheyle kendilerine bakan ince bıyıklı, kumral, orta boylu, saçlarının ön tarafı açılmış ve kolonya kokan adam” Kusura bakmayın gençler arabada yer yok..” dedi ve sırtını döndü. Tam o sırada resmi bir polis arabası çevreyi kollaya kollaya yoldan geçiyordu. Metin, hemen arabanın yanına gidip kapısından tuttu. Bülent ise içerde başka bir şoför ile konuşuyordu. Polis geçince Bülent’e işaret etti. Ankara’ya doğru yürümeye başladılar. “Polis başka kimleri aldı acaba?” dedi Metin. “Hemen derneğe telefon edip durumu bildirmemiz lazım. Avukatlar devreye girsinler...” dedi Bülent. “Onların haber olmuştur...”dedi Metin. Üstünde kırmızı renkli bir çadırla kaplı çingene arabasında biraz önce gördükleri iki kişi kendilerine el sallıyorlardı...”Gençler..” “Sakin ol” dedi Metin,” Koşarsak kendimizi belli edebiliriz...” Yavaş adımlarla arabanın yanına yaklaştılar.” Atlayın çocuklar” dedi, dizginleri elinde tutan. Arabaya binip içine uzandılar. Üzerlerini çaput, tente, kilim gibi eşyalarla örttüler. Araba tangır-tungur hareket etti. Hiçbir problemle karşılaşmadan Harem’e geldiler. Kimsenin kendilerini göremeyeceği bir yerde indirdiler... “Çok teşekkür ederiz...” dedi Metin. Size verecek bir şeyim yok ama ..”cebinden içinden iki tane içtiği Samsun sigarasını çıkardı. İki tane daha aldıktan sonra uzattı, “Bunu alın..” “Olur mu abi,” dedi kara sakallı olanı. “Yok alın..” dedi Metin. Paketi adamın eline tutturuverdi. Tekrar teşekkür ettikten sonra selamlaşıp ayrıldılar yanlarından ama daha kurtulmamışlardı. Ya vapurda arama yaparlarsa? Otobüs yolcu gişelerinin aralarından dolaşarak Harem iskelesine yanaştılar. İskeleye yeni yanaşan vapur yolcularını indiriyordu...Hamalların, diğer yolcuların, işçilerin arasına karışıp beklemeye başladılar. Arada bir etraflarına, arkalarına bakıyorlar şüphe çekmemeye çalışıyorlardı. Ama parkalı olmaları yeterdi şüphe çekmek için. Hatta giydiğin parka senin hangi görüşte olduğunun etiketiydi. Yolcular inip vapur boşaldıktan sonra diğer bekleyenlerin arasında vapura bindiler. Dik merdivenleri çıktılar. Yağmurdan korunmak için kapalı olan yere girdiler. Kapıya yakın bir yere oturduktan sonra birbirlerine baktılar. “Çaylar senden...” dedi Metin…Canan’ın hayalini yanına alıp gözlerini kapadı. Yüzünü ince bir gülümseme kaplamıştı. Erdem Buyrukçu
Gerçekedebiyat.com