Cüce siyasetçiler ve felaketler
Alabildiğine sığlaşan, bayağılaşan, kolay ve ucuz siyasal itibar kazanma uyanıklığına, seçim sandığına ve güncelliğin kısırlığına hapsolan bir siyasal süreçten geçiyoruz. Bu süreç, aktörlerinin de niteliksizleştiği, karikatürleştiği; cüce, çapsız siyasetçilerin gündemi belirlediği bir tablo oluşturuyor. Yaşadığımız yıkıcı deprem felaketi bu niteliksel çürüme ve alçalmayı daha gözle görülür, daha da katlanılmaz kıldı. Kuşkusuz sözkonusu tablo, geçmişte benzeri pek yaşanmamış derin ekonomik ve toplumsal krizin, ahlaki çürümenin yarattığı bir kaos, belirsizlik, kargaşa ortamıyla birlikte şekillenmektedir. Her kriz ve kaosu ikili yönüyle değerlendirmek gerekiyor. Su bulanmadan durulmaz; kısa erimde kriz, yıkıcı, olumsuz bir rol oynamakta (suyun bulanması); ama uzun erimde, kurucu, yapıcı dinamiklerin ortaya çıktığı sonuçlar yaratır (suyun durulması). Elbette aklı, bilimi kullanmak kaydıyla. Yaşanan kriz ve siyasal kaosu yaratan en önemli etken nedir? Bu, iktidar ve iktidar adayı muhalefetin temsil ettiği emperyalizm güdümlü mafyalaşmış sistem partileri ile, omurgasını Atatürk milliyetçiliğinin oluşturduğu yükselen toplumsal dalga arasındaki doku uyuşmazlığıdır. Bu uyumsuzluk ve çatışma, eski siyasal ve düşünsel kalıplarla açıklanamayan, üstelik yeni siyasal yapıların da çapsız ve omurgasız liderlikler nedeniyle kucaklamakta yetersiz kaldıkları, olumlu-olumsuz önemli değişim ve dönüşümlerin sonucudur. Dahası bu dalga ve taşımakta olduğu talepler, beklentiler, önümüzdeki Türkiye'nin devasa sorunlarının dayattığı zorunlu köklü devrimci dönüşümlerin de habercisidir. Son kırk yılda oluşan yeni kimlikler, değer yargıları, düşünsel ve kültürel eğilimler, siyasal beklenti ve tercihlerdeki 1945'lerden bu yana oluşan kalıplarda ciddi değişikliklere yol açtı. Bu yeni kimlikleri ya da duyarlılıkları karakterize eden olumlu ve baskın eğilim, ister sağ ister sol kökenden gelinsin, antiemperyalizm ve aydınlanmacı-laik değerlerdir, yani Atatürk ilkelerine, Türkiye'nin kurucu değerlerine bağlılıktır. Olumsuz yanını ise, serbest yasacı postmodern kültürün yarattığı, toplumcu ve ulusalcı duyarlılığı körelten bireycilik oluşturmaktadır. Atatürkçülük, en gevşeğinden en omurgalısına, belli çelişkiler, tutarsızlıklar, liberal, İslamcı ve muhafazakar lekeler taşıyan çok geniş ve renkli bir yelpazenin merkezinde yer almaktadır. Yani Atatürk'te birleşmek, en etkili, en kucaklayıcı slogandır bugün. Başka deyişle bu, Türk ulusal karakterinin bilinçli-bilinçsiz değişik siyasal-kültürel kompozisyonlardaki günlük tepki, davranış ve kimliklerde vücut bulmasıdır. Cumhur ve Millet ittifaklarından hangisini seçeceği konusunda tereddüt içinde olan azınlık bir Batıcı rantçı ve dolar vurguncusu tuzu kuru kesimi dışta tutarsak, her iki ittifaka da güvenmeyen ve yüzde 40'lara kadar varan “tarafsız” kitle, en cahilinden en bilinçlisine, Atatürkçü-Cumhuriyetçi duyarlılığın değişik biçimlerde ifade edilişini simgeliyor. Buradaki “tarafsızlık” yanıltıcıdır; çünkü aslında bu kitle, emperyalizm güdümlü Cumhur ve Millet bloklarına güvenmemektedir; onlara karşı daha samimi ve tutarlı bir Atatürkçülüğü, Cumhuriyetçiliği savunmaktadır, Türkiye'nin bağımsızlığı konusunda ulusalcı, milliyetçi bir duyarlılığa sahiptir. Son yıllarda kurulan ve iki ittifaka da mesafeli olan Atatürk ilkelerine, ulusal değerlere bağlılık vurgusu yapan partilere her şeye karşın anlamlı bir yönelişin olması bu gerçeğin bir yansımasıdır. Başka türlü ifade edersek, devrimciler açısından bir iyimserlik kaynağı olan bu olgunun temelinde, kuşkusuz Türk Devriminin bağımsızlık, devletçilik-planlamacılık, laiklik gibi en az yüz yıllık ilke ve değerlerin halkın düşünsel ve kültürel genlerinde sağlam bir şekilde yer etmiş olması vardır. Bu nedenle, bütün farklılıklarına karşın, ikisi de emperyalist sistemin uzantısı ve ortaçağ güçlerine dayanan ya da onlarla işbirliği içinde olan Cumhur ve Millet ittifaklarının, yüzyıllık devrimci ilke ve değerler birikimiyle gerçek anlamda uyum sağlamaları ve Türk halkını buna razı etmeleri olanaksızdır. İşte bu olgu, iktidar ve iktidar adayı mevcut siyasal yapılardaki çapsız ve cüce liderliklerin hem nedeni hem de sonucudur. Anketlere yansıyan tablo gerçekte başka neyi gösteriyor? Tam bir çaresizlikle kuşatılmış kitlelerdeki yanılsamayı yaratılan krizin kahredici yangınından kaçarken yağmura yakalanmayı, ölümden kaçarken sıtmaya razı olmayı, kırk katır ya da kırk satırdan birine mecbur edilmeyi... Halkın gerçek tercihlerinin binbir dalavere ve yalanla saptırılması ve önünün kesilmesi, laf cambazlığı ve dalkavukluk maskaralıklarıyla yapılan bütün soytarılıklar, şaklabanlıklar bunu sağlamak için yapılmıyor mu? Böylece halkın günlük sıkıntılarının geçici çözümlerine yönelik abartılı, şişirilmiş, desteksiz sallama ve yalanlarla sarmalanmış parlak, gösterişli söylemler, bütün gerçeklerin ve acıların göz boyayıcı örtüsünü oluşturuyor. Ne bütün sorunların temelinde yatan Türkiye'nin tam bağımsızlığı, ne de tam bağımsızlıkla doğrudan bağlantılı ve onun temel güvencesi olan ekonomik bağımsızlık ve istikrara yönelik bilimsel düşünce ve çözümler, ne de deprem yıkımına karşı köklü ve kalıcı çözümler bu sığ ve kısır günü kurtarma maskaralıklarında yer alıyor. Ha, sadece söylemde kalan ve siyasal stratejinin bütününden kopuk sözde her Amerikan karşıtı “milli ve yerli”ci söylemi “kafa tutma”, “meydan okuma”, “dersini verme”, “vatanseverlik” olarak değerlendiren aymazlar da yok değil. Günlük siyasetin ve Cumhur-Millet kamplaşmasının at gözlüğü cenderesine sıkışmış bu arkadaşlara, böylesi günlük, taktiksel, seçim ve sandık odaklı söylem tuzaklarına karşı stratejik ve bütünsel perspektiften asla kopmamalarını öneririm. Kısacası, sürü tersine döndüğü için en uyuz keçinin başa geçtiği, at izinin it izine karıştığı, itin kendi kuyruğunu çaresizce yakalama şaşkınlığıyla dönüp durduğu; tuzu kuru, ruhunu satmış beleşçi zenginin, halktan tamamen kopmuş bir halde, “minareden at beni in aşağı tut beni” fantezisi ile kafa bulduğu bir kargaşa ve yönsüzlükte kulaç atmaktayız. Böyle bir kaos sürecinde siyasete hükmedenler, “merkezi medya” odaklı fikir ve siyaset dünyasının ana aktörleri ne yazık ki çoğunluğu laf cambazlığıyla gündemi dolduran ve avcılık yapan son derece çapsız ve cüce kişiliklerdir. Oysa toplumlar büyük riskler taşıyan kriz ve felaket dönemlerinde derin bilgili, uzgörüşlü, yüksek karakterli, cesur, engin kavrayış ve sezgi gücüne sahip çaplı liderlere ihtiyaç duyar. Dönemin ruhunu ve önceliklerini kavramaktan uzak, bilimle kavgalı bu niteliksiz, liyakatsız liderlikler ve onların yandaşı fikir insanları geçmişin ölçütlerine vurulduğunda iki bakımdan, gemiyi güvenli limana götürme yeteneğinden yoksundurlar. Birincisi, hem iç hem dış koşullar açısından dönemin yeni olgularının bütünsel bir analizini ve değerlendirmesini yapma ve doğru bir strateji oluşturma birikim ve yeteneğinden yoksunlar. Yani yeterli birikimden yoksun oldukları için çağın gerçeğini ve ruhunu yakalamaktan da uzaklar. Bunun yerine ezberlenmiş eski araç, yöntem ve kalıplarla günün son derece karmaşık ve belirsizlikler içeren siyasal ve toplumsal ihtiyaçlarını çözmeye kalkışmaktalar. Niyet ne olursa olsun, ne kadar dürüst ve samimi olunursa olunsun, sözkonusu nitelikler yoksa, siyasetçiyim, Türkiye'yi yönetmeye adayım diye ortaya çıkmak kendini ve halkı aldatmaktır. İkincisi ise, küreselci merkezlerce “Tüketim Toplumu” ya da “İletişim Toplumu” olarak projelenen ve dayatılan “yeni” anlayış ve değerlerin siyasete egemen olmasıdır. Böylece medya üzerinden yaratılan sanal dünyada gerçek, somut bilgilerin yerini yalanlar, palavralar, büyüklere masallar almakta, sahte algılarla kitleler uyutulmaktadır. Bu anlayış ve kültürün öne çıkan karakteri ise, ekonomik, bilimsel ve düşünsel anlamda üretici bir disipline sahip olmayan liyakatsız tiplerdi. Dolayısıyla halka karşı sorumluluk, namus, dürüstlük, hakikate bağlılık gibi temel değerleri aşınmış, palavracı, yalancı, omurgasız, demagok kişilikler siyasette ve devlet yönetiminde egemen hale gelmiştir. Üstelik çok daha vahimi, iktidardaki zihniyetin, Siyasal İslamcı yobaz anlayışları gereği ve 20 yıllık bir çok önemli uygulamasında kanıtlandığı gibi bilim karşıtı olmalarıdır. Özellik de yaşamakta olduğumuz bütün ulusu derin acılara boğan Maraş Depremi ile, bilim ve akıldışılığı yücelten bu anlayışın nelere yol açabileceği görüldü. Bilim insanlarının, bölgede yaklaşmakta olan büyük bir deprem tehlikesini defalarca açıklamalarına rağmen önlem niteliğinde hiç bir çalışmanın, hazırlığın yapılmamış olmasının başka bir açıklaması olabilir mi? Lafta bilimi kabul eder görünmenin hiç bir değerinin olmadığını, hatta sözde kabul edip gereğini yapmamanın tam bir sahtekarlık olduğunu da kanıtladı bütün ulusu yasa boğan bu büyük yıkım. Türkiye'nin 200'ü aşan üniversitesinin hepsinin amacı görünüşte bilim yapmak ve öğretmektir. Oysa onların yüzde 90'ının öğrettiği bilim sözde benimsenen, ezberlenmiş bilgilerden ibarettir. Oysa ezber, aklın, muhakeme gücünün, bilimsel yaratıcılığın en önemli düşmanıdır. Önemli olan, onlarca bilim insanının onlarca, yüzlerce yıllık deneysel kanıtlara dayanan çalışmasının ürünü bilimsel gerçekleri kavramak, ahlaki olarak da böyle bir sorumluluğu içselleştirmek ve bunun gereği program, plan ve uygulamaları yapmaktır. Kısacası bilime inanmak ve onun bütün gereklerine titizlikle uymak, aynı zamanda çağdaş ahlakın da temel bir ögesidir. Akıl ve bilime uymanın, onun gereklerini bütün öncesi-sonrası ve ayrıntılarıyla yerine getirmenin karşına hiç bir gerekçe, açıklama, mazeret konamaz. Bu anlamda doğa, affetmez, despottur ve diktatördür; ona kayıtsız şartsız uymazsan, gün gelir mutlaka intikamını alır ve dersini verir. Bilim ise, bu karşı çıkılamaz doğa yasalarını inceler, açıklar ve o yasalara göre nasıl bir yaşam kurulabileceğinin yollarını gösterir. Yıllar önce kaleme aldığım “Çaplı İnsan” başlıklı bir makalemde aynı soruna o günün bağlamında değinmiştim. Bu karakter bugün daha da itibar kazanmış (!) olarak icrai sanat eylemeye ve kültürel çürümedeki etkin rolünü oynamaya devam ediyor. Günümüzün sığlaşan, çölleşen ve bayağılaşan güncel siyasetinin kısır döngüsünün hem yaratıcısı hem ürünü olan bu siyasetçi ve lider tipini iyi tanımak son derece önemlidir. Çap deyince elbette geometrik bir tanımdan söz etmiyorum. Çap'ı Kapasite olarak düşünürsek, kuşkusuz dairesel yapının, kürenin çapı büyüdükçe içerebileceği nicelik, olanaklar artar. Bu bakımdan anlamsal bir ortaklık var. Ama burada konu edindiğimiz çap, çok daha ötede bir anlam taşıyor. Halk arasında derin, koyu muhabbetlerde sık sık geçer; “çapsız adammış vesselam!” ya da “ne çaplı adammış be!” denir. Burada çap'la, “çaplı insan”la anlatılmak istenen, daha çok, bir insanın yüksek kavrama kapasitesi, sezgi ve öngörü gücü, doğru ve yerinde karar verme yeteneğidir. Bunlar, yüksek, soylu, bilge kişiliklerde genel olarak aranan özelliklerdir. Ben ise ek olarak, belirtilen niteliklerin değerini daha da artıran bir başka açıdan vurgu yapmak istiyorum çaplı insana. İlk bakışta pek fark edilmeyen, fakat kritik anlarda ortaya çıkan, doğru, uzgörülü ve tam yerinde karar verebilme potansiyel gücüne, sezgisine ve yeteneğine sahip olmaktır bu. Bu bakımdan görünüşteki davranış ve söylemlere aldanmamak çok önemlidir. Özetle “çaplı insan”a en yakın tanım “vizyon sahibi insan”dır. Yani, geniş görüşlü, ileri görüşlü, ufku geniş insan. Her insanın kolayca fark edemeyeceği, insan sarrafı ve deneyimli, usta kişilerin görebileceği çaplılık, aslında daha geniş bir tanım alanına sahip. Hatta, Türk bilgeliğinin ürettiği Çap, bazen soylu hayvanları tanımlamak için de kullanılır. Atın merkezi bir rol oynadığı çok köklü yerleşik-göçebe kültürümüzden vereceğim aşağıdaki örnek, işin özünü sanırım daha iyi verecektir. Bilindiği gibi Köroğlu'nun babası seyistir, at yetiştirme ustasıdır ve Bolu Beyi'nin saygın bir adamıdır. Bolu Beyi kendisinden çok iyi, dillere destan olabilecek bir at bulmasını ister. O da bir çok yeri dolaşıp araştırdıktan sonra kır bir at bulur. At ki ne at! Cılız, çelimsiz, gösterişsiz, dokunsan düşecek... Bunu gören Bolu Beyi, korkunç öfkelenir, küplere biner, bunu kendisine hakaret kabul eder ve seyisini ağır bir şekilde cezalandırır; gözlerine mil çektirip kör eder ve saraydan kovar. Seyis baba, oğlu Ruşen Ali'yi ve kır atı alıp, saraydan uzak bir yere yerleşir. Bu haksızlığın intikamını almak için atı ve oğlunu bütün bilgi ve hünerleri ile donatıp eğitir, yetiştirir. Kır at, bir iğne deliği kadar bile ışık görmeyen ve “yel girmeyen” bir ahırda aylarca beslenir ve büyütülür. İşte bu özel terbiye süreçlerinden sonra kır atın çapı ve soyluluğu ortaya çıkar. Sonrası malum!.. Demek ki, siyaset ve devlet yönetme deneyimi, entelektüel bilgi, dürüstlük, vatan ve millet sevgisi, cesaret, hepsi de olmazsa olmaz çok önemli erdemlerdir. Çaplı olmanın en başında ve temelinde de, Atatürk'ün “Hayatta en hakiki mürşit [yol gösterici] bilimdir, fendir” dediği bilime inanmak, onu kılavuz edinmek vardır. Böyle olmakla birlikte, bunlar hiç biri tek başına veya birkaçı birlikte bir siyasi liderin Türkiye'nin büyük sorunlarını çözmesine yetmemektedir. Hemen söyleyeyim, bu nitelikler aynı zamanda, en ideal örneğini Mustafa Kemal'de gördüğümüz devrimciliğin de temel koşullarıdır. Ama devrimci bile olsa istenen çaplı lider özellikleri yoksa, geçtiğimiz süreçlerde bir çok örneğini gördüğümüz gibi yine sorun var demektir. Ne Erdoğan'ın, çağın ve ülkenin gerçeklerine aykırı, bilime çalım atan, sanal algı yaratmaya yönelik söz ustalığı ve polemikçi hitabet gücü, ne de Kılıçdaroğlu'nun dürüstlüğü çaplı lider özelliğini karşılayabilir. Özellikle muhalefet çevrelerinde dürüstlüğün her şeyi çözeceği gibi bir yanılsama sözkonusu. Evet, dürüstlük bir siyasetçide olması gereken olmazsa olmaz çok önemli bir özelliktir. Ama öte yandan, çağın temel gerçeklerini kavramaktan uzak, kendi bireysel dünyasında gerçekten dürüst binlerce insan var ve tek başına bu toplumsal sorunları çözmede tek başına yeterli olmuyor. Önemli olan, çağın gerçeklerini, en başta da emperyalist sistemin işleyişini, Türkiye'ye yönelik emperyalist strateji ve planları, Kemalist Devrimin ve Altı Ok ilkelerinin ülkemiz için hâlâ geçerliliğini koruyan anlamını ve önemini, Türkiye'nin tam bağımsızlığının yaşamsal önemini derinden kavramak ve savunmaktır. Dahası liberalizm ve planlı devletçiliğin karşıtlığını, planlı devletçiliğin ülkemiz için vaz geçilmezliğini kavrayıp benimsemeyen bir liderin dürüst olması tek başına neye yarar! Türkiye için yaşamsal önemdeki bu gerçekleri kavrama kapasitesine, öngörü gücüne ve ufkuna sahip olmayan bir liderlik çaplı bir liderlik olabilir mi? Tekrar vurgulayayım, yukarıda belirttiğim bilimsellik bütün bunları emreder. Evet, bugün çaplı insan, çaplı lider ve yönetici olmanın en temel ölçütünün bilime inanmak, bilimsel ve akılcı düşünmek, ama yetmez, onun gereğine tam olarak uymak olduğu tartışmasızdır. Yaşamakta olduğumuz Maraş depremi felaketinden çıkaracağımız en önemli ders budur. Üstelik bu bilimsellik koşuluna, 1999 Depreminden çıkarılan dersler sonucu bilimin emrettiği kararlar ve uygulanması gereken zorunlu önlemler çok açık, tartışmasız bilinmesine rağmen ihanet edilmiştir. Deprembilimcilerin ortaya koyduğu bütün mecburiyetler, son 21 yıldır ülkeyi yöneten, Atatürk ilkelerine düşman İslamcı-tarikatçı zihniyet tarafından önemsenmemiş, üstü örtülmüş, bilime çalım atılmıştır. Üsteli bu bilim karşıtı, hurafeci, “kader”ci tavır Maraş Depreminin gelmekte olduğuna ilişkin bütün deprembilimcilerin çığlık düzeyindeki açıklamalarını da duymazdan gelmişlerdir. Aslında bu iktidar, ulusal ve kamusal açıdan, yani bilim ve akıl gereği bir çok zorunlu yasayı, kararı, kurumu ve uygulamayı “vesayet” ve “darbecilik” yaygarasıyla reddetmiş, yasaklamıştı. Özellikle TSK'nın afetlerle ilgili görevlendirilmesi, depremle ilgili uzman örgütler olan EMASYA, AKUT, TTB, TMMOB gibi kamu kurumu ve kitle örgütleri tasfiye edilmiş veya dışlanmıştır. Ya da depreme karşı zorunlu önlemler ve hazırlıklar sözkonusu olduğunda, “kentsel dönüşüm” vb bütün bunlar, müteahhitlerle iktidar yandaşlarının ortaklaşa paylaştığı siyasal ve ekonomik rant sağlamanın birer aracına dönüştürülmüştür. Kısacası, gerçekte bilimin ve aklın egemenliğinin yerini, cehaletin, liyakatsizliğin, hurafenin, din sahtekarlığının egemenliği almıştır. Son yirmi yılın özeti budur. Kimi omurgasızlar ve yalakalarca ileri sürülen onların da bilime inandığı savı, tam bir gaflettir, yanılgıdır, bilimi hiç anlamamaktır. Bilime inanmak, onun bir takım kavramlarını ezberleyip tekrarlamak değildir. Bilime inanmak, bütün düşünce, karar ve uygulamalarda onun gereklerine, bütün ayrıntılarıyla, eksiksiz, kayıtsız şartsız uymaktır. Nasıl yarım hamilelik, nasıl yarım ameliyat, yarım tedavi diye bir şey olmazsa, yarım bilim, bilimin gereklerini yarım uygulamak diye bir şey de olmaz. Bilim demokrasi, seçim sandığı, bilgisiz, cahil insanların hatırını tanımaz. Doğayı nasıl arzumuza, isteğimize göre değiştiremezsek, bilimi de değiştiremeyiz; sağından solundan kırpıp keyfimize uyduramayız. Hele deprem gibi, doğanın bütün acımasızlığı ile yasalarını dayattığı, büyük yıkımlara ve binlerce insanın yaşamına mal olan afetler karşısında... İktidar yetkililerinin pek sevdiği “vesayetçilik” üzerinden konuşursak, evet, kesin ve tartışmasız bir vesayet gerekiyor: Bilimin ve aklın vesayeti. Başka deyişle bu, bilimin sözcülüğünü yaptığı doğanın, doğa yasalarının vesayetidir. Anlamakta hâlâ zorluk çeken bazılarını belki sarsmaya yarayan daha çarpıcı bir tanımla söylersek Bilim, doğanın tartışma ve itiraz kabul etmez diktatörlüğüdür. Bu katı gerçeği ne zaman bilincimize çıkarıp benimsersek, ne zaman yaşamımızın ve ahlaki değerlerimizin temeline bilimsel düşünceyi koyarsak, o zaman Türkiye'nin sorunları köklü ve kalıcı çözümlere kavuşur. Mehmet Ulusoy TARAFSIZ KİTLE
KAOS SÜRECİ
ÇAP - KAPASİTE
BİLİM ve AKIL
Gerçekedebiyat