Sosyal medya kamusal alan mıdır?
Dünyada birbirini tanımayan milyarlarca insanın bir araya gelmesini sağlayan sosyal medyanın bir kamusal alan teşkil etme potansiyeli taşıdığını iddia eden pek çok araştırma mevcuttur.
Kamusal alan, Jürgen Habermas ve Hannah Arendt’in teorik çözümlemeleri ile 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren sıkça ele alınan kavramlardandır. Her iki düşünürün ayrı ayrı temellendirmeleri ile sosyal bilimler alanında öne çıkan kamusal alan politik, felsefî, sosyolojik, tarihsel yönleri ile kendi özelinde dahi zengin bir akademik içeriğe sahiptir. Bununla birlikte pek çok farklı konu, kamusal alan kavramsallaştırmasının sunduğu olanaklarla yeniden ele alınmakta, geliştirilmektedir. Sosyal medya da bu konulardan biridir. Özgürlük olgusunun özellikle kapitalizmin neoliberal evresinde artık bir “lüks” ihtiyaca dönüşmesi, bu süreci tetiklemiştir. Görüşlerini açıklama yol, yöntem ve kanallarının pek çoğunu bu zaman diliminde yitiren bireyler, görünür olabilecekleri yegâne alanın sosyal medya olduğuna ikna olmuş durumdadır. Dünyada birbirini tanımayan milyarlarca insanın bir araya gelmesini sağlayan bu zeminin, bir kamusal alan teşkil etme potansiyeli taşıdığını iddia eden pek çok araştırma mevcuttur. Ancak, bunun doğruluğu veya ondan daha da önce tutarlılığı tartışmalıdır. Kamusal alan kavramı, en yalın tanımı ile insanları bir araya getirme, onlar arasında özgür bir tartışma, müzakere kültürü yaratılmasına olanak sağlama bağlamında önemini korumaktadır. Bununla birlikte değişen toplumsal yapının, Habermas’ın ele aldığı biçimiyle bir kamusal alanın mevcudiyetine olanak tanımadığı da ortadadır. Burjuvazinin doğduğu ve geliştiği dönemde bireylere sunduğu özgürlük ortamının, idealize edilen haliyle bile bugün geçerliliğini yitirdiğini söylemekte bir sakınca yoktur. Ulusal devletlerin üzerinde var olduğu ekonomik sistem ve bunun üst yapısal tezahürü olan toplumsal-politik formasyon bireyleri tek tipleştirmiş, birbirleri arasındaki müzakereci anlayışı da bertaraf etmiştir. Medya da kamusal yayıncılık özelinde bile bir kamusal alan zemini sunmaktan uzaklaşmıştır. Gelişen internet teknolojisi ve bunun hâlihazırda idrak ediyor olduğumuz evresi, yani sosyal medya ise bu duruma bir alternatif olarak görülebilmektedir. Kullanıcıların özgür iradeleri ile paylaşımda bulunmaları, kendileri ve içinde yaşadıkları topluma ilişkin konuşmaları, seslerini duyurmaları ve tartışma olanağı bulmaları bu sebeple önemsenmekte ve böylece bir yeni kamusal alanın var edilebileceği iddia edilmektedir. Ancak geleneksel medya organlarının bile bir ideolojik aygıt olarak konumlandırıldığı ve neoliberal tahkimatın aracı kılındıkları bir süreçte, her türlü manipülasyona uygun bir zemin olan sosyal medyanın insanlara özgür bir tartışma alanı sağlayabileceği tezi oldukça şaibelidir. Konuya ekonomi-politik perspektifle bakıldığında, bu platformları kullanan bireyler, aslında sıradan bir içerik üreticisinden başka bir şey değildir. Ama bu bir yana, bu mecraların bir tartışma, müzakere, özgür katılım alanı olmadığı da zaten aşikârdır. Özellikle post-truth kavramının sıkça tartışılır olduğu günümüzde, insanların yalan haberler, içeriklerle yönlendirildiği görülmektedir. Hakikatten uzak bilgiler edinen, bunları sorgulama yetisi haiz olmayan kullanıcılar, bir dezenformasyon bataklığında çırpınıp durmaktadır. Dönem dönem sosyal medya platformlarında öne çıkan gündemler izlendiğinde, bu sonuç daha net görülebilmektedir. İnsanlar birbirlerinin görüşlerine saygı duymak bir yana, karşıt görüşlü olduğu kişilere yönelik her türlü kötü sözü reva görmektedir. Bu bahiste, sosyal medya, bir kamusal alan yaratmak şöyle dursun, her türlü kamusal tartışma olanağını da yok etmektedir. Özetle sosyal medya, insanları bir araya getirmek konusunda işlevli olsa da Habermas’ta idealleştirilen anlamıyla bir kamusal alan teşkil etme özelliklerini taşımamaktadır. Alper Erdik
Gercekedebiyat.com