Soldaki ulusalcılık karşıtı takıntılar - 3
Sanırım çağın yeni olgularını anlayama ve yorumlama konusundaki bilgisizlik ve yetersizlikten kaynaklanan yanılgıların ve önyargılı takıntıların en çok odaklandığı konu milliyetçilik / ulusalcılık konusudur. Bu bölümde konuyla ilgili daha ayrıntılı noktalara değinmeye çalışacağım.
Dördüncüsü; Ezen ve
ezilen ulus saflaşması Leninist bir ilke midir, yoksa önemsiz,
“Galiyevcilik”e özgü bir tanım, bir abartma mıdır? Kaldı
ki, Galiyev'in de bunu antiemperyalist mücadele program ve
stratejisinin merkezine koymasının devrimci bir anlamı vardır.
Ezen ve ezilen ulus saflaşması sınıfsal mıdır, yani
antiemperyalist -ve özünde antikapitalist- bir içeriğe mi
sahiptir? Yoksa Amerikancı sahte milliyetçilikten kalma ve
muhafazakar milli burjuvazinin ile İslamcıların, özellikle
Batı'nın aydınlanmacı, ilerici yanına karşıt nitelikte
demagojik bir söylemi midir? Kemalizmin Altı Ok programındaki
Milliyetçilik ilkesinin Cumhuriyetin kuruluş ve varlık koşulunu
oluşturan ilkesel bir anlamı olduğundan kuşku mu vardır? Veya
Batı güdümlü neoliberal ve Sosyal Demoratların iddia ettiği
gibi Milliyetçilik (antiemperyalizm) oku gününü doldurmuş
“gerici” bir ilkeye mi dönüşmüştür? Oysa, ulus devletleri parçalamayı birincil hedefine
koyan emperyalist küreselleşme projesiyle birlikte, bugün bu
ilkenin, önemini yitirmesinin, gericileşmesinin tam aksine, tayin
edici öneminin daha da artması ve devrimci içeriğini koruması,
çağın bütün olgularının kanıtladığı büyük bir gerçek
değil mi? Tabii, olguları doğru okuyup anlayabilene... Dünyaya Batı'dan bakarsan karamsar, gelecek umudunu
yitirmiş bireyciliğin batağında debelenen insanları, çağın
devrimci ruhundan kopan ve yeni bir ortaçağa yüzgeri eden bir
hayatı canlandırma yanılgılarıyla süs bitkisi gibi yapay
renklerle süslenen bir dünya görürsün. Bu disütopik dünya
tablosunda, dün olduğu gibi bugün de ulusun büyük çoğunluğunun
paylaştığı emperyalizma karşı direnişin tartışmasız simgesi
olan Atatürk milliyetçiliğinin devrimci niteliğini görmezsin.
Hep karartılmış, kirletilmiş, ırkçı, şoven damgasıyla
lekelenmiş görünür. Aslında bu lekeler, Batı kafasıyla bakan
gözlerde veya gözlüklerdedir. Velhasıl disütopya teorilerinin
ortalıkta uçuşarak yükseldiği, gelecekten umudunu kesmiş,
dünyayı değiştirme iradesini yitirmiş bir çöküş, bir kıyamet
tablosu betimlemekten istesen de kurtulamazsın. Geçmiş ve
geleceğini günübirlik yaşam için feda edersin, çürümüş bir
uygarlığın yapaylaşmış, güdümlü günlük yaşamını,
“doğal, kendiliğinden yaşama” yanılgısıyla, boş vermiş ve
bencilce kaygısızlığın “iç huzuru”nu tadarsın. Dünyaya, Doğu'dan ama Batı kafasıyla bakarsan da
durum iç açıcı değildir. Türk halkı 200 yıldır, Batı'nın
devrimci değerlerini ve bilimsel yöntemlerini alarak Doğulu
kimliğiyle kendine özgü bir çağdaşlaşma, bağımsızlık ve
aydınlanma çabası içindedir. Bütün bu süreçte, başarısızlık,
yanılgı ve hataların kaynağını, Türk aydını ve yöneticisine
egemen olan yeni Tanzimatçı anlayış oluşturuyordu. Gövdesi ve
yüreği Doğu'da ama aklı Batı'da ikili, kökleri ile kavgalı,
çatışmalı, tutarsız bir bakış ve kişilikti, daha doğrusu
gelişmemiş, olgunlaşmamış kişilikti bu. Türk Devriminin ruhunu
yakalama anlamında 200 yıldır sürmekte olan özgünlük
arayışımızı derinlemesine kavramayan hiç bir kafa kolay kolay
çağın ve ülkenin gerçeğini yakalayamaz; ve maddesi Türkiye
olan dünyayı daha iyi bir gelecek için değiştiremez. Ya
kapitalist Batı'nın emperyalist kültür ve değerlerine “yenilik”
ve “değişim” adına teslim olacaksın. Ya da bu devşirme,
yabancılaştırma ve piyonlaştırma saldırılarına, ideolojik,
kültürel ve siyasal olarak kökten karşı çıkan bir programla
kendi kimliğine, değerlerine uygun bağımsız, eşitlikçi,
demokratik bir sistem kuracaksın. Bu bağlamda, Avrupa coğrafyası ve toplumsal
tarihinin içinden geliştirilmiş sosyalizmle ilgili bütün
kavramları Doğu'dan, ezilen ve gelişen uluslar dünyasından
bakışla ve Türkiye toprağında yeniden yorumlamak ve
biçimlendirmek zorunludur. Eleştirilerdeki bütün yanılgı ve
hataların gerisinde, bu derin ideolojik ve kültürel gerçeği
yeterince kavramamak, sığ bilgilerle yetinmek yatmaktadır. Yukarıdaki perspektif ışığında bakarsak,
Kemalizmin temel bir ilkesi olan Milliyetçilik neden öne çıkan
bir mücadele konusudur? Yukarıda vurguladık ama biraz daha
ayrıntılandıralım. Birincisi, bugün BOP'la ve Türkiye'ye yönelik çok
yönlü müdahalelerle bir üst düzeye çıkan ve temel önemini
asla yitirmeyen Türk ulusunun yüz yıllık emperyalizme karşı
savaşının zorunlu bir ilkesi olduğu tartışmasızdır. Büyük
Ortadoğu Projesi (BOB) ile somutlaştığı gibi, küreselleşme
projesiyle bugün, ulusal sınırları önemsizleştiren, ulusal
parayı koruma yasasını, gümrük duvarlarını korumayı, ulusal
ekonominin bel kemiği KİT'leri ortadan kaldırılarak uluslararası
tekellerin yağma ve talanına sınırsız bir ortam yaratan
emperyalist saldırı karşısında, Milliyetçilik zorunlu olarak
çok daha ön plana ve bilince çıkarılması gereken bir ilke
olmuştur. İkinci olarak, Türkiye'nin sanayi ve tarımında
üretimin belkemiğini oluşturan bütün kuruluşların
özelleştirilmesi ve Batılı tekellere yok pahasın peşkeş
çekilmesinde, dolayısıyla toplumun yüzde 90'ını oluşturan,
emekçilerin, emeklilerin, gençlerin yoksulluk ve açlığa mahkum
edilmesinde, esnafın, orta ve küçük sanayicilerin çökertilmesinde
tayin edici olan, ve bu iş için AKP'yi taşeron, kahya olarak
kullanan ABD ve AB emperyalizmi değil midir? Ulusal bir yıkım olan
bu olayın kendisi toplumsal ve sınıfsal ise, buna karşı
ulusalcı, milliyetçi tepki ve mücadele aynı zamanda sınıfsal
olmaz mı? Üçüncü olarak, yine son yıllarda büyük bir
enerjiyle yükselen ve yaygınlaşan, Akbelen'de, İliç'te,
Kazdağlarında, Balıkesir'de, Çanakkale'de, Ankara'da, Uşak'ta,
Kütahya'da, Muğla'da, Antalya'da, Eskişehir'de, Uşak'ta,
Afyon'da, Artvin'de, kısacası yaklaşık 40 ilimizin orman
alanlarının yüzde 60'ında gerçekleşen madn yağması ve
direnişleri düşünelim. Ormanlarımızı yok eden, sularımızı
zehirleyen altın-maden aramalarına karşı, köylülerin,
emekçilerin, ormanlarımız, sularımız ve tarım topraklarımız
için mücadelesi, yine emperyalist tekellere karşı ulusal ve aynı
zamanda sınıfsal bir nitelik taşımıyor mu? İlginçtir ve
öğreticidir; tarımımıza ve doğamıza yönelik yağma, talan ve
hırsızlığa karşı direnen emekçiler, tam da hem emek hem de
vatan için, hem sınıfsal, hem de ulusal bir mücadele vermekteler. Dördüncü olarak, yeniden hortlatılan
tarikatlarla, İhvancı yobazlıkla ve etnik bölücülükle
Cumhuriyeti yok etmeye çalışan ortaçağ güçlerine karşı,
devrimci siyasal gündemin merkezine oturmuş ve yarıda kalmış,
tamamlanmamış modernleşme, çağdaşlaşma, yurttaş olma
mücadelesinin kapsayıcı bir ilkesi olarak da öne çıkmıştır
Milliyetçilik. Kısacası, 1980 öncelerinde, ondaki antiemperyalist
ilkeyi göremediği için Milliyetçilik ilkesini terkeden soldaki
bir yanılgı olan, “Türkiye'de demokratik devrim tamamlandı,
gündemde sosyalist devrim var” gibisinden olgunlaşmamış ham ve
kaba düşünceleri, karşıdevrim son kırk yıllık süreçte
çürüttü; uluslaşmanın tamamlanmamış olduğu gerçeği yoğun
dersler içeren çok acı ve yıkıcı deneylerle kanıtlandı. İyi hatırlayalım; 2000'lerin başında, AKP
iktidara geldiğinde Türkiye 1919'ların gerisine sürülmek
isteniyor diye boşuna çırpınmadık. Kemalist Cumhuriyetin kurucu
temelleriyle bu hesaplaşma, karşıdevrimci rövanşın derecesini
belirleyen stratejik en büyük saptamalardan biriydi. Bu
karşıdevrimci stratejinin Batı'da gelişen “Küresel
Karşıdevrim” ve “Yeni Ortaçağ”laşma süreciyle de
ideolojik, kültürel derin ve çok yönlü bağları vardı. Her
ikisinin de ulusal devlet ve ulusal kültüre karşı etnik, dinsel
ve cemaatsal yapıları birincil özneler olarak öne çıkardığını
hepimiz biliyoruz. O gün bu projenin, ezilen uluslar için olduğu
gibi Batı toplumları için de ulusal kimlik sorununu gündeme
getirdiğini görmek istemeyenler, üstelik gördüğü halde liberal
demokrasi zokasıyla susanlar; “ulusal devletlerin miadı doldu”
diyerek küreselci modanın kuyruğuna takıldılar. Ergenekon
kumpasında Avrasyacı ulusalcılara karşı FETÖ'cülerin yanında
yer alan “yetmez ama evet”çi neoliberaller ve gölgesindeki
neosolcular, bugün de farklı düşünmüyorlar ve sanki dut yemiş
bülbül modundalar. Ya da esen yele göre dönen, yön değiştiren
ve yeni moda bir havayla, özeleştiriyi çoktan unutmuş toplumun
balık hafızasına güvenerek, bunu da marifetmiş gibi pazarlayan
rüzgargülü modundalar. Özetle, Türkiye'nin uluslaşma sürecinin
tamamlanmadığına ve Osmanlıcı kimliklerin, etnik kültür,
tarikat ve cemaatlerin bilinçli ve planlı bir biçimde beslenip
canlandırılarak ulusal kimliğe meydan okur hale getirildiklerine
göre, ulusal birliği, ulusal kimliği, vatanın bütünlüğünü
savunmak, Milliyetçiliği, tam bağımsızlığı birincil görev
düzeyine çıkarmıştır. Onun ekonomideki tamamlayıcısı da
Devletçiliktir. Şöyle de diyebiliriz: Daha önce de belirttiğimiz
gibi, Milliyetçilik ve Halkçılık, emperyalizm çağında, ezilen
bir dünya ülkesinde halka, emekçiye dayanan bir devrimin birbirini
zorunlu kılan ve birbirini tamamlayan vazgeçilmez iki ilkesidir.
Bunun gerçekleşebilme koşulunu ya da ekonomik temelini ise Planlı
Devletçilik oluşturur. Bu tartışılmaz gerçeği Atatürkçü vatansever
kitle çoğu aydın ve siyasetçiden önce yeterince kavramış ve
seçimlerde ağırlığını koymaya başlamıştır. Son yılların
bütün anketleri, Atatürkçü milliyetçiliğin en hızlı yükselen
ve en çok benimsenen siyasal kimlik olduğunu, hatta siyasal
yapıların oluşumunda tayin edici bir rol oynadığını
kanıtlamaktadır. Çünkü, yeni olguların güncelliğinde tanımını
ve içeriğini yeniden vurgularsak, ulus, çağdaş, aydınlanmış,
akılcı bir toplum olmanın zorunlu mekanı, zemini, yatağı ve
ölçütüdür. Öyle ki ulus ve ulusal devlet, eşitlik, özgürlük,
demokrasi, insan hakları vb bütün çağdaş, insani değerlerin,
etik ve estetik kültürün gelişip serpilmesinin ve en ileri
düzeyde yetkinleşmesinin vazgeçilmez temel koşuludur. O nedenle
sadece sınırları belirlenmiş ve silah gücüyle korunan toprak
olarak bir vatanda yaşayan insanların kendine millet/ulus demesi,
daha doğrusu genellikle kurucu aydın ve siyasilerin bunu ilan edip
topluma benimsetme çabası yetmiyor. Toplumu, insanları, gerçeği
söylemekten ve hakkını aramaktan aciz, kafa sallayan, emir kulu,
sürü gibi davranmaktan kurtarıp kuldan yurttaşa yükselten, geri
dönüşsüz daha özgürlükçü ve eşitlikçi bir siyasal düzeye
çıkarmak, yani uluslaşma denen bu süreç, onlarca yılı
kucaklayan uzun ve zorlu bir süreçtir. Son olarak şunu vurgulamalıyım: Türk Devriminin
Ulusal ve Demokratik bileşenlerinin içiçeliğini, birbirini
tamamlayan ve zorunlu kılan özelliklerini bugünkü Türkiye
gerçekliği her zamankinden çok daha çarpıcı ve belirgin biçimde
gösteriyor. Ayrıca, ne kadar ulusal ve ne kadar toplumsal gibi
çocuksu soru ve tartışmaların yanıtını kitaplardan ya da
50-100 yıl önceki deneyimlerden çıkartamayız. Somut olan şudur:
Emperyalizmin müdahale ve saldırılarının şiddeti, kapsamı ve
ortaçağ gericiliğinin yarattığı tehlike, ulusal direniş ve
mücadelenin de öncelik derecesini, şiddetini ve kapsamını
belirler. Önemli olan somut gerçekliği doğru analiz edebilmektir.
Bunun da teme koşulu, Türk toplumunun 150 yıllık tarihini, hem
siyasal hem de kültürel olarak derinlemesine incelemektir. Gercekedebiyat.comKEMALİZMİN TEMEL İLKESİ: MİLLİYETÇİLİK
TURKİYE ve ULUSLAŞMA SÜRECİ