Son Dakika

selim-esen-refik-halit.jpg


1948 yılının ocak ayında, 100 kilovatlık uzun dalga Ankara Radyosu 1648 metreden yayın yapıyordu.

Aynı yıl 120 kilovatla çalışan Paris radyosu, kulağımızın dibinde vızıldıyor, 500 kilovatlık Moskova radyosu ise ense kökümüzde homurdanıyordu.

1927’de radyo ile tanışan Türkiye, geride kalan 20 yılda dinleyicisini memnun edememişti.

Ankara ve İstanbul Radyolarının yayınlarından gelen şikâyetler çığ gibi çoğalıyordu. Kimi dinleyici Türk musikisine az yer verilmesinden dert yanıyor; kimisi Batı musikisinin gereği gibi önemsenmediğini ileri sürüyordu.

Programların düzenlenme biçimine itiraz edenler azımsanamayacak kadar çoktu.

Temsilleri eleştirenler, konuşmaları uzun ve sıkıcı bulanlar yanında, haberleri yetersiz sayanlar da küçümsenemezdi.

Radyo dinleyicileri gazetelere şikâyet yazıları yağdırıyor, radyoda kullanılan dili şikâyet ediyor, İstanbul lehçesine, dilin var olan melodisinin ülke genelinde daha da güzelleşmesine önem veriyorlardı.

Radyo; dilin telaffuzuna, lehçe güzelliğine hizmet vermelidir, diyorlardı. Sık sık, “şey…ha…affedersiniz” gibi nidalardan, kekemelikler ve pepemeliklerden şikayetçiydiler. Kronik öksürüklü konuşmacılardan bıktıklarını söyleyenlere, “ne demeli; önce doktora, sonra radyoevine!” diyorlardı.

Ses olayını önemseyen dinleyiciler “Radyo, kulağa hoş gelmeyen, hımhıl, peltek ve tutuk telaffuzluları işe almamalıdır” görüşündeydiler. Yayınlarda “uykulu seslerin yanı sıra ağlar ya da ağlamaklı seslere” rastlayanlar, “kurtarın bizi” diyorlardı. “Radyomuz henüz, Fransa’daki bir zamanların Pierre Bourdan’ı gibi sözünü tatlı tatlı dinleten bir spikere sahip olamadı” diyorlardı…

Akşam gazetesi yazarı Refik Halid Karay da radyo yayınlarından şikayetçiydi. Kendisine gelen şikâyet mektuplarına düşüncelerini de ekleyip, sütununa taşıyordu:

“Çevir düğmeyi!’

Gıy gıy keman yahut tıngır tıngır ut taksimi mi başladı, dört perdeden uzadı mı?

Çevir düğmeyi!’

Biri ayıla bayıla, bayıldıkça sanki yüzüne su serpilerek tekrar kendine gele gide bir konuşma tutturdu mu?

‘Çevir düğmeyi!’

Kekeleme, pepeleme, kuş dili, kutu dili, öksürük, ‘şey, mey, affedersiniz’ ler buhranı baş gösterdi mi?

Çevir düğmeyi!’

Aç düğmeyi, kapa düğmeyi! Radyo başında bizi görenler radyo dinliyor değil, radyo tamir ediyor yahut açıp kapamakla işleyen acaip bir alet idaresine çalışıyor sanır.

Şen ve esen kalın!” (Refik Halid Karay, “Aç Düğmeyi! Kapa Düğmeyi”, Akşam, 18 Ocak 1948).

Refik Halid 1950’de de radyo yayınlarından şikayetlerini sürdürüyor, herkesin pek haklı olarak bir türlü şikâyeti olduğunu söylüyordu:

“Benimki onlarınkine benzemiyor: Ben programların neşesizliğinden bezmiş bir dinleyiciyim. Dünyanın en somurtkan, en mahzun ve en ahlı vahlı radyo istasyonu galiba Ankara’da ve İstanbul’dadır. Bu merkezler boyuna sızlanırlar, iç çekerler. Spikerler bile gamlı sesle konuşurlar; ölüm halinde bir hasta odasında gibidirler. İnsana az sonra fena bir haber verecekmişçesine mahzun, mütereddit bir halde bekleştiklerini sanki görür; üzülürsünüz.

Düğmeyi çeviririm: Sazlar inliyor, güfteler ağlıyor, besteler hıçkırıyor. Odama bir matem havasıdır dolar. Beklerim tekrar açarım: Keman taksimi yanık yanık -vaktiyle kış akşamları loş İstanbul sokaklarında dolaşan dilencilerin yürek parçalayıcı ilahileri gibi- ruhuma kasvet verir. Kapatırım. Bunlar o kadar uzun sürer ki, arkasından çalınan caz nameleri bile hüznümüzü dağıtmaya yetmez. Zaten tam dağıtacağı sırada acıklı havalar tekrar başladığı için yine gönlümüze gam çöker.” (Refik Halid Karay, Somurtkan İki Radyo İstasyonu”, Yeni İstanbul, 7 Nisan 1950).

Ne demeli! Geçmiş zaman olur ki, hayali cihana değer…

Selim Esen
Gerçekedebiyat.com

 

ÖNCEKİ YAZI

Benzer İçerikler