Mülkiyet ve bozulma üzerine
Doğa bizi
bağsız ve özgür halde dünyaya bırakıyor ama biz
kendimizi belli sınırların içine kapatıyoruz…
-Montaigne- Aramızdaki bencillik ve
mülkiyette dayalı uzaklık öylesine büyük ki kısa sürede bu
mesafenin kısalması pek olası görünmüyor. Geçenlerde, duygu yüklü
bir mayıs günü, kıyısından geçtiğim bir kiraz ağacının
yola sarkmış dalından, yeterince kızarmış dört tanesini tatmak
için kopardım… Tam bu anda bir ses, gayet öfkeli, saldırgan
tarzda bağırdı: “O kiraz ağacı benim.
Sahibi benim… Canının istediği şekilde alamazsın,”
dedi ve birkaç dakika süreyle azarladı beni. Moralim bozuldu. Pişman
oldum ve bu olaydan, günlük hayatın pratiği içinde karşılaştığım
benzeri onlarca olaydan çıkardığım sonuç şu oldu: Hiç kimse
beni mülkiyet hakimiyeti devam ettiği sürece kavgaların
biteceğine ikna edemez.
Kardeşin kardeşi,
babanın oğlunu, oğlun babasını ortadan kaldırması taht veya
iktidar için değil miydi? Her nesnenin üzerinde hak iddia etmek,
toprağın işgal edilmesi, bölünmesi, savaşlar, servet ve sömürü,
mülkiyetten dolayı devam etmiyor mu?
İnsanlığa zarar veren
etnik (milliyetçilik-ulusçuluk) ve dini kışkırtmaların kökenini
nereye yaslayacağız? Yasalar, sözleşmeler ve diğerleri
güçlerini nereden alıyorlar ve bu yasalar esas olarak mülk
temelli güç tarafından kullanılmıyorlar mı?
İktidar sahibi, “Deniz
manzaralı şu tepeyi istiyorum…” dediğinde, tepenin sahibi
zayıf adamı koruyacak herhangi bir yasanın eşit uygulanışından
söz edebiliyor muyuz? Elinde bütün yetkileri toplayan bir
yönetici, canı sıkıldığında veya öfkelendiğinde, yasayı bir
yana atmıyor mu?
Kim beni komşusunu,
eşini, yurttaşını aşağılayan, şiddet uygulayan, zayıf olanı
av olarak gören veya nedeni olmadığım kötülüğü, yoksulluğu
yaratan şeyin mülkiyet kaynaklı olmadığına inandırabilir?..
Sahip olma arzusu ve hırsıyla birlikte ahlaksızlığın
artmadığını, gelenek görenek, uydurma değerlerin sayısında
patlama yaşanmadığına kim ikna edebilir beni? Yukarıdaki can sıkıcı
ama gerçek sorulara hemen hemen hepimiz taraf olmak zorundayız ve
tanıklığımızdan dolayı büyük bölümüne evet dememiz
gerekiyor… Çünkü insanı sosyal,
ekonomik, kültürel ve ahlaki olarak birbirinden ayıran
farklılıkların büyük bölümü, mülkiyet eşitsizliğinden
kaynaklanır ve bu gelişme doğrudan doğruya insanın kendisi
tarafından yaratılır. Yani insanın doğal
eşitsizlikleri olan fiziksel ve genetik farklılıklar dışındaki
(boy, renk, kilo, zeka, güzellik-çirkinlik vs) eşitsizlikler insan
eliyle yaratılır ve bu oluşum birinin yararına, diğerinin
zararına etkinlik gösterir. Kölelik ve efendilik de
tam olarak mülkiyet edinmeyle birlikte başlar ve günümüzde de
yerleşik modern insanın mirası olarak haraç almak,
vergilendirmek, gasp etmek, çalıştırmak, savaştırmak, toprağa
ve nesnelere çökmek, kıyım, yıkıcılık, barbarlık ve daha
başka benzer şeylerle devam etmektedir. Çağımızda, insanlığın
büyük bölümünde, hayatından memnun olanlara pek rastlanılmıyor…
Çünkü daha çok isteme, daha çok sahip olmaktan kaynaklanan
histeriler, bireye egemen olmuş durumda. Çok istemesine rağmen,
sahip olamamanın neden olduğu mutsuzluk onu baştanbaşa
kuşatmıştır neredeyse… Sürekli satın almak, sürekli
tüketmek, sürekli yenilemek üzerinden ömür tüketmektedir.
Özgürlükten anladığı tüketmekle aynı anlamı taşımaktadır.
(Özgürlük eşittir tüketim) Daha çok kaprisli, daha çok kibirli
olmuştur. Daha kırılgan, daha yalnız, daha sevgisizdir modern
insan. (Burada parantez içinde şu soruyu soralım şimdi: Günümüz
insanı mı, özel mülkiyet öncesi insan mı daha çok sefalet
içindeydi? Hangisi daha gözü toktu? En fazla üç gün aynı
yerde konaklayıp, sonra başka konaklama alanlarına geçen ilk
insan mı, yoksa bir ömür aynı yerde, aynı havayı soluyan, aynı
şeyleri tekrarlayan, doğadan kopmuş olan mı özgür?.. Hangi
fazlalık ve gereksizliklerle dolu?.. ) Ve bugünlerde insanın
kendinden başka düşmanı kalmamıştır. Kendiyle, kendi
yaratıklarıyla ya da kendi ürettikleri ile savaş halinde… İlk
insan hayvanlarla, yıldırım, şimşek, sayısız tanrı ve
türevleriyle savaş halindeyken, modern insanın böyle bir derdi
yoktur artık. Hayvanlar, tanrılar, çiçekler ve güzellikler
insandan kaçmaktadır ve bizler hala şiddet dolu bu yıkıcı
yönümüzle nasıl baş edebileceğimizi tartışıyoruz…
İyileşmek için düşünürleri, ahlak kuramcılarını arıyoruz
ama onları da eskisi kadar pek göremiyoruz. Gördüklerimizin de
kafaları karışık. Birçoğu aşırı yemek yiyip gece boyunca
mide veya bağırsak sancısından uyuyamayan obur gibi anlaşılmaz
bilgi, belge, cümle ve alıntı yüküyle dolu olarak kıvranıp
durmaktadır. İnsana yararlı olacak
kural, mülkiyetin veya sahip olmanın sınırsızlığını en aza
doğru eğitmektir. Bu etkinliğimizin düzeyi ne kadar artarsa,
yaşamımızın yönünü ilgilendiren nedenleri doğru anlamak
düzeyimiz de aynı oranda artacaktır.
Doğru düşünce, doğru
fikir bir şeye, bir kimseye, nesneye tutsaklığın dışında
filizlenir. En iyi sevgi, bencilliğin ve açgözlülüğün hayat
bulmadığı yüreklerde büyür. Hak, adalet ve eşitliğin temelini
oluşturacak yapı, akıl, irade ve bilinç temelinde oluşur. İnsan,
geliştiren değiştiren türdür. Hayvan gibi güdülere dayalı,
ilk gün nasıl başladıysa, aynı şekilde sonuna kadar devam
edemez. İhtiyacımız olan şey sorumluluk ve yükümlülüktür.
Anahtar düşünce, birinin ötekini anlaması olmalıdır. Komşum
güvende değilken, “Ben güvendeyim, onun canı cehenneme…”
demek bile tamamen onu anlamamaktır ve bu duygu yasalarla,
yaptırımlarla giderilemez. Yasalardan ve kurumlardan bağımsız,
kültür, yetkinlik ve bilgelik gerekiyor. Bilgelik ve bilinç,
insanı hak tanımazlıktan alıkoyar. İnsanın hem kendine hem
başkasına saygı duymasına neden olur ve bu yol üzerinde yürüyen
herhangi biri, hiçbir koşulda, mülkiyetin kişilik bozukluğuna
kapılmış iki asalak arasındaki kavgaya, siyasi ve sosyal
bölünmelere taraf olmaz… Yükselmenin ve
ilerlemenin zahmetine, hayır demenin gerekliliğine inanarak
bitirelim konuyu. Sevgide ve mülksüzlükte
buluşmak dileğimle… Haydar
Uzunyayla
KÖLELİK EFENDİLİK
MÜLKİYET
MÜLKİYET SINIRSIZLIĞI
Gercekedebiyat.com