haydar-uzunyayla-yeni-kap-21052025220159.jpg


Doğa bizi bağsız ve özgür halde dünyaya bırakıyor ama biz kendimizi belli sınırların içine kapatıyoruz… -Montaigne-

Aramızdaki bencillik ve mülkiyette dayalı uzaklık öylesine büyük ki kısa sürede bu mesafenin kısalması pek olası görünmüyor.

Geçenlerde, duygu yüklü bir mayıs günü, kıyısından geçtiğim bir kiraz ağacının yola sarkmış dalından, yeterince kızarmış dört tanesini tatmak için kopardım… Tam bu anda bir ses, gayet öfkeli, saldırgan tarzda bağırdı: “O kiraz ağacı benim. Sahibi benim… Canının istediği şekilde alamazsın,” dedi ve birkaç dakika süreyle azarladı beni.

Moralim bozuldu. Pişman oldum ve bu olaydan, günlük hayatın pratiği içinde karşılaştığım benzeri onlarca olaydan çıkardığım sonuç şu oldu: Hiç kimse beni mülkiyet hakimiyeti devam ettiği sürece kavgaların biteceğine ikna edemez.

Kardeşin kardeşi, babanın oğlunu, oğlun babasını ortadan kaldırması taht veya iktidar için değil miydi? Her nesnenin üzerinde hak iddia etmek, toprağın işgal edilmesi, bölünmesi, savaşlar, servet ve sömürü, mülkiyetten dolayı devam etmiyor mu?

İnsanlığa zarar veren etnik (milliyetçilik-ulusçuluk) ve dini kışkırtmaların kökenini nereye yaslayacağız? Yasalar, sözleşmeler ve diğerleri güçlerini nereden alıyorlar ve bu yasalar esas olarak mülk temelli güç tarafından kullanılmıyorlar mı?

İktidar sahibi, “Deniz manzaralı şu tepeyi istiyorum…” dediğinde, tepenin sahibi zayıf adamı koruyacak herhangi bir yasanın eşit uygulanışından söz edebiliyor muyuz? Elinde bütün yetkileri toplayan bir yönetici, canı sıkıldığında veya öfkelendiğinde, yasayı bir yana atmıyor mu?

Kim beni komşusunu, eşini, yurttaşını aşağılayan, şiddet uygulayan, zayıf olanı av olarak gören veya nedeni olmadığım kötülüğü, yoksulluğu yaratan şeyin mülkiyet kaynaklı olmadığına inandırabilir?.. Sahip olma arzusu ve hırsıyla birlikte ahlaksızlığın artmadığını, gelenek görenek, uydurma değerlerin sayısında patlama yaşanmadığına kim ikna edebilir beni?

KÖLELİK EFENDİLİK MÜLKİYET

Yukarıdaki can sıkıcı ama gerçek sorulara hemen hemen hepimiz taraf olmak zorundayız ve tanıklığımızdan dolayı büyük bölümüne evet dememiz gerekiyor…

Çünkü insanı sosyal, ekonomik, kültürel ve ahlaki olarak birbirinden ayıran farklılıkların büyük bölümü, mülkiyet eşitsizliğinden kaynaklanır ve bu gelişme doğrudan doğruya insanın kendisi tarafından yaratılır.

Yani insanın doğal eşitsizlikleri olan fiziksel ve genetik farklılıklar dışındaki (boy, renk, kilo, zeka, güzellik-çirkinlik vs) eşitsizlikler insan eliyle yaratılır ve bu oluşum birinin yararına, diğerinin zararına etkinlik gösterir.

Kölelik ve efendilik de tam olarak mülkiyet edinmeyle birlikte başlar ve günümüzde de yerleşik modern insanın mirası olarak haraç almak, vergilendirmek, gasp etmek, çalıştırmak, savaştırmak, toprağa ve nesnelere çökmek, kıyım, yıkıcılık, barbarlık ve daha başka benzer şeylerle devam etmektedir.

Çağımızda, insanlığın büyük bölümünde, hayatından memnun olanlara pek rastlanılmıyor… Çünkü daha çok isteme, daha çok sahip olmaktan kaynaklanan histeriler, bireye egemen olmuş durumda. Çok istemesine rağmen, sahip olamamanın neden olduğu mutsuzluk onu baştanbaşa kuşatmıştır neredeyse… Sürekli satın almak, sürekli tüketmek, sürekli yenilemek üzerinden ömür tüketmektedir. Özgürlükten anladığı tüketmekle aynı anlamı taşımaktadır. (Özgürlük eşittir tüketim) Daha çok kaprisli, daha çok kibirli olmuştur. Daha kırılgan, daha yalnız, daha sevgisizdir modern insan. (Burada parantez içinde şu soruyu soralım şimdi: Günümüz insanı mı, özel mülkiyet öncesi insan mı daha çok sefalet içindeydi? Hangisi daha gözü toktu? En fazla üç gün aynı yerde konaklayıp, sonra başka konaklama alanlarına geçen ilk insan mı, yoksa bir ömür aynı yerde, aynı havayı soluyan, aynı şeyleri tekrarlayan, doğadan kopmuş olan mı özgür?.. Hangi fazlalık ve gereksizliklerle dolu?.. )

Ve bugünlerde insanın kendinden başka düşmanı kalmamıştır. Kendiyle, kendi yaratıklarıyla ya da kendi ürettikleri ile savaş halinde… İlk insan hayvanlarla, yıldırım, şimşek, sayısız tanrı ve türevleriyle savaş halindeyken, modern insanın böyle bir derdi yoktur artık. Hayvanlar, tanrılar, çiçekler ve güzellikler insandan kaçmaktadır ve bizler hala şiddet dolu bu yıkıcı yönümüzle nasıl baş edebileceğimizi tartışıyoruz… İyileşmek için düşünürleri, ahlak kuramcılarını arıyoruz ama onları da eskisi kadar pek göremiyoruz. Gördüklerimizin de kafaları karışık. Birçoğu aşırı yemek yiyip gece boyunca mide veya bağırsak sancısından uyuyamayan obur gibi anlaşılmaz bilgi, belge, cümle ve alıntı yüküyle dolu olarak kıvranıp durmaktadır.

MÜLKİYET SINIRSIZLIĞI

İnsana yararlı olacak kural, mülkiyetin veya sahip olmanın sınırsızlığını en aza doğru eğitmektir. Bu etkinliğimizin düzeyi ne kadar artarsa, yaşamımızın yönünü ilgilendiren nedenleri doğru anlamak düzeyimiz de aynı oranda artacaktır.

Doğru düşünce, doğru fikir bir şeye, bir kimseye, nesneye tutsaklığın dışında filizlenir. En iyi sevgi, bencilliğin ve açgözlülüğün hayat bulmadığı yüreklerde büyür. Hak, adalet ve eşitliğin temelini oluşturacak yapı, akıl, irade ve bilinç temelinde oluşur. İnsan, geliştiren değiştiren türdür. Hayvan gibi güdülere dayalı, ilk gün nasıl başladıysa, aynı şekilde sonuna kadar devam edemez. İhtiyacımız olan şey sorumluluk ve yükümlülüktür. Anahtar düşünce, birinin ötekini anlaması olmalıdır. Komşum güvende değilken, “Ben güvendeyim, onun canı cehenneme…” demek bile tamamen onu anlamamaktır ve bu duygu yasalarla, yaptırımlarla giderilemez. Yasalardan ve kurumlardan bağımsız, kültür, yetkinlik ve bilgelik gerekiyor. Bilgelik ve bilinç, insanı hak tanımazlıktan alıkoyar. İnsanın hem kendine hem başkasına saygı duymasına neden olur ve bu yol üzerinde yürüyen herhangi biri, hiçbir koşulda, mülkiyetin kişilik bozukluğuna kapılmış iki asalak arasındaki kavgaya, siyasi ve sosyal bölünmelere taraf olmaz…

Yükselmenin ve ilerlemenin zahmetine, hayır demenin gerekliliğine inanarak bitirelim konuyu.

Sevgide ve mülksüzlükte buluşmak dileğimle…

Haydar Uzunyayla
Gercekedebiyat.com

ÖNCEKİ YAZI

Benzer İçerikler