Son Dakika

hucre-1952-ve-kemal-bekir-selim-esen-534222.webp


Felsefe Dergisi’nin 1979-80 yıllarında çıkan dört sayısında (9-10-11-12) Prof. Afşar Timuçin’in bir yazısı dikkat çekiyordu:

“Hücre bir işkence odasıdır. Bir hücre yaşamı kolay kolay ulaşılamayacak özgün bir yaşamdır ki, ancak yaşayanın kaleminde canlılık kazanabilir. Soba başında hücreyi anlatamayız ne kadar usta olsak da. Ya da anlatırız anlatmasına ama o hücre gerçek hücre olmaz.”

Bir felsefe dergisinde “Hücre” neyin nesiydi? Bir kişinin hücrede geçirdiği sürecin ruhsal, felsefi, toplumbilimsel temellerini ele alarak anlatan bir araştırma yazısı mıydı? Yoksa hücre yaşamını konu alan felsefi bir irdeleme miydi!..

Roman anlatımındaki yazı dizisinin ilk satırlarında bir aydının hücrede geçirdiği elli altı güne değiniliyordu. İlerleyen satırlarda bir işkence işlemine yer veriliyordu. Ama bu fiziki olmaktan uzak, zihinsel bir işkenceydi.

Yazı dizisi tam olarak da 1952 yılında yaşanan bir olayı, kırk beş yıl sonra 1997’de Hücre 1952 adıyla kitaplaştıran Kemal Bekir’i konu alıyordu. Kitap, bir yıl sonra, 1998’de Orhan Kemal Roman Ödülü’nü kazanacaktı. Altmış bir yıl sonra 2013’de, bir ağustos günü yaşamının bir kesitini hücre’de geçiren Kemal Bekir’le Narlıdere Huzurevi’nde bir söyleşi yapmıştım:

“Hücre’ de olmak nasıl bir duygu, ne yaptınız?”

Belli ki hoca onu ziyaret ettiğim Ege’nin o güzel köşesinde tekrar karanlığa dönmek istemiyordu. İnsan çektiği acıları anlatamaz derler ya…

“İki buçuk metrekarelik bir hücreye tıkılan insan ne yapar? Elli altı bitmek bilmeyen gün... Ne ile suçlandığınızı bilmiyorsunuz, sorguya aldıklarında sadece “Söyle!” diyorlar. Ufacık bir yatak ve iki adımlık bir volta alanı... Ne yapar insan? Düşünür, kendi içiyle konuşur, durur. Çaresizdir. Kendiyle hesaplaşmasını yapar, geçmişi, pişmanlıkları, eğer kurtulabilirse bu zindandan geleceğe düşler kurar. Zayıf iradeli ise delirebilir. Hücre dediğin öyle bir yerdir…”

Kemal Bekir, 1951 Komünist Tevkifatı Davası’nın sanıklarındandı ve o zamanın işkenceleriyle adını duyurmuş, birçok ünlü ismi de bir güzel ‘ağırlamış!’ yaygın ismi ‘tabutluk’ olan Sansaryan Han’ın bir hücresinde geçirmişti kendisine biçilen süreyi.

“Nasıl girdiniz hücre’ ye?”

“Yirmi sekiz yaşımdaydım. Ankara konservatuarından mezun olmuş, oyunlarda sahne alıyordum. Marksçı damardan besleniyordu bizim kuşak aydını. Eh, hal böyle olunca da bir akşam temsil sonrası karşımda sivil polisler belirdi. Kollarıma girip beni derdest ettiler. Kara trenle İstanbul’a, oradan da Sirkeci’deki Sansaryan Han’a götürdüler… N’oluyor, dememe kalmadan hücre’ ye tıkıp kapısını üzerime kilitlediler…”

“Siyasi tarihimizde önemli bir yeri olan 1951 Tevkifattını bugünün gençleri bilmiyor, nedir bu olayın anlamı?”

“Başlangıcı 26 Ekim 1951’e dayanır. Menderes iktidarının, soğuk savaş aldatmacasında (ya da kapsamında), TKP üyelerini yurt çapında derdest etme girişimlerinin sol bilimdeki adıdır 51 Tevkifatı… Komünist oldukları gerekçesiyle sürdürülen tutuklamalar; 1952’nin son aylarına kadar devam etmişti. 187 kişi tutuklandı, işkenceden geçirildi. Tipik Faşist Devlet anlayışı örneğidir 51 Tevkifatı.”

“Kimler tutuklanmıştı bu dalgada?”

“Zeki Baştımar, Şefik Hüsnü, Mihri Belli, Sevim Belli, Enver Gökçe, Behice Boran, Zehra Kosava, Ruhi Su, Sıdıka Su, Aclan Sayılgan, Ulvi Uraz, Arif Damar, ilk anda aklıma gelenler. Aslında iktidar, sakıncalı gördüğü tüm isimleri tutukladı.”

“Sizleri içeri tıkmaktaki amaç neydi?”

“İki amacı vardı: İlki ve önemli olanı, Türkiye’nin bir süre önce Kore Savaşı nedeniyle Sovyetler Birliği ile karşı karşıya gelmesi, yani bloklaşması ve bu yolla sınırlı olan TKP kadroları üzerinden Sovyetler Birliği’ne mesaj vermesi. Diğeri ise, 1950 seçimlerinin ardından grev ve sendika kurma hakkını tanıyacağını söyleyen ancak bunu tanımayan DP iktidarına ve hızla kapitalistleşen Türkiye’de artan sömürüye karşı işçilerin irili ufaklı grev ve direnişlere başvurması.”

Hücreleriyle ünlenen Sansaryan Han, günümüzde adliye olarak kullanılıyor. Aslında böyle bir siyasi geçmişe tanıklık ettiği için ‘müze’ olması beklenirken Ermeni Okulu’ndan Emniyet’e ardından Adliye Sarayı’na son olarak da otel’e dönüşen tarihi bina’nın “adalet” dağıtması manidar olmuştu...

O gün, bir çınar gibi karşımda duran, yakışıklılığından hiçbir şey kaybetmemiş olan Kemal Bekir’in sanat yaşamı yelpazesi oldukça genişti. Siyasetten edebiyata, tiyatro oyunculuğundan diğerlerine uğraş vermiş, pırıl pırıl zekâlı, ülkemizin aydınlık bir anıtıydı o...

Asıl adı Kemal Bekir Özmanav olan hücre mahkûmu, 1924 Denizli Çivril doğumluydu. 1949 yılında Devlet Konservatuarı’ndan mezun olmuş, Devlet Tiyatrosu’nda oyuncu olarak çalışmış, ünlenmiş bir yazardı.

“Yazarlığa nasıl başladınız?”

“İzmir’de çıkan Fikirler dergisinde öykü yazarak başladım. 1947 ve 1950 yıllarında; Seçilmiş Hikâyeler, Yeditepe başta olmak üzere Ufuklar, Varlık ve daha başka yazın sanat dergileriyle gazetelerde öykü ve romanlarım yayımlandı.”

“Oyun yazarlığınız…”

“Hüseyin Rahmi’nin aynı adlı romanından ‘Utanmaz’ı; Nahid Sırrı Örik’in ‘Sultan Hamit Düşerken’ adlı romanından Kâmil Bey’i oyunlaştırdım. Başkaları da var.”

“Ya ödülleriniz?”

“Onları karıştırma!”

“1952’ye, Sansaryan Han’a dönelim… Nasıl sonuçlandı 51 Tevkifatı?”

“184 sanıklıydı dava. 52 beraat, 131 mahkûmiyet kararı verildi. Ben 114’üncü sıradaydım. İki yıl hapis, sekiz ay Akhisar’da nezarete mahkûm oldum. İşte bunun romanıdır Hücre 1952.”

“Romanın kahramanı Mustafa siz misiniz?”

“Doğrudur…”

Denizli, İzmir, Ankara, İstanbul derken Kemal Bekir, yeniden İzmir’e dönmüş, Narlıdere Huzurevi’nde kalıyordu. Burada yaşayan bin kişinin arasındaydı. 2013 yılının o ağustos gününde beni karşısında görünce bir sevinmiş, bir sevinmişti… Söyleşimizden dört ay sonra, 13 Ocak 2014 günü, 90 yaşında yaşama veda etti Kemal Bekir.

Duygu yüklü konuşmamızın ardından, hüzün dolu bakışlarla ayrılmıştım yanından. Karşılıklı el sallaşırken seslenmişti:

“Son durak burası…”

Dünyada entelektüeline, yazarına, sanatçısına, düşünürüne sırf düşüncesinden, farklı düşünüyor olmasından dolayı bu derece hoyratça davranan; izleri bir ömür boyu sürecek derin travmalar yaşatan; toplumsal hafızada, vicdanlarda silinmeyecek izler bırakan bizimki gibi bir ülke dünyada az bulunur. Bugün bir “müze” ye dönüştürülen Ulucanlar Cezaevi’ndeki koğuşlara asılmış yüzlerce “siyasal mahkûm” fotoğrafı tarihle dolaylı da olsa dramatik bir “yüzleşme” ye çağrıyken, Sansaryan Han’ın “düşünce suçluları” nın, “siyasal tutuklular” ının karanlık hücrelerde, “tabutluk” larda yankılanan sesleri işkencenin bir “insanlık suçu” olduğunu yetmiş yıl öncesinden bugüne haykırıp duruyor...

Selim Esen
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ YAZI

Benzer İçerikler