Bir şeyler anlatmaya çalışıyorum, ama susar susmaz henüz hiçbir şey söylememiş olduğumu umuyorum. Pırıl pırıl parlayan koyu bir töz kalıyor içimde ve sözlerle alay ediyor. Orada anlamadığım ve şimdi içimde yavaş yavaş yeniden oluşan yoksa dil mi? Orada olaylar, görüntüler, sesler  vardı, anlamları ancak insanın içinde oluşan; sözler yoluyla ne algılanabilen ne de biçimlendirilebilen; sözlerin ötesinde, sözlerden daha derin ve çokanlamlı.

Söylenenleri ülkelerin hiçbirinde anlayamayıncaya dek tüm dünya dillerini unutan bir adam düşlüyorum.

Nedir dilde varolan? Neyi gizliyor dil? Dilin insandan alıp götürdüğü nedir? Fas’ta kaldığım haftalar süresince ne Arapça ne de Berberi dillerinden birini öğrenmeye çalıştım. O yabancı yakarışların güçlerinden yitirmesini istemiyordum. Yalnızca seslerden etkilenmek istiyordum, yetersiz ve yapay bilgiyle her şeyi zayıflatmaktan kaçınıyordum. O ülke üstüne hiçbir şey okumamıştım. Gelenekleri de insanları kadar yabancıydı bana. İnsanın yaşamı boyunca her ülke her halkla ilgili ayrımına varmadan edindiği o azıcık bilgi de yok oluverdi ilk saatlerde.

Ama "Allah" sözcüğü kaldı belleğimde, bundan kurtulamadım. Bu sözcükle en sık, en derin, en kalıcı yaşantı kesitim için, körler için, donanmış oldum. İnsan gezide her şeye katlanıyor, öfke evde kalıyor. Bakıyor insan, işitiyor, en kötü şeyden bile heyecan duyuyor, yeni diyor. İyi gezginler kalpsiz olur. Geçen yıl, on beş yıl aradan sonra yeniden Viyana'ya yaklaşırken Blindenmarkt'tan(') geçtim, eskiden varlığından bile haberim olmayan bir yerden. Bu ad kırbaç gibi sardı ve o zamandan beri de bırakmadı beni. Bu yıl Fas’a geldiğimde birdenbire körler arasında buldum kendimi. Yüzlerce, sayılamayacak denli çok, çoğu dilenci; içlerinden bir öbek, bazen sekiz, bazen on kişi pazarın yanında dizilmişti, pürüzlü, sonsuza dek yinelenen yakarışları her yerden duyuluyordu. Önlerine dikildim, onlar gibi hareketsiz. Benim varlığımı hissedip hissetmediklerinden hiçbir zaman emin olamadım. Her biri tahta bir sadaka çanağı tutuyordu elinde, bunlardan birine bir şey atıldığında atılan para elden ele geziyordu ve hepsi dokunuyordu bu paraya, herkes denetliyordu,  sonunda görevli kişi parayı çantaya koyuncaya dek. Birlikte mırıldandıkları, bağırdıkları gibi, birlikte hissediyorlardı.

Bütün körler insana Tanrı’nın adını sunar ve insanlar sadaka vererek Tanrı indinde hak elde ederler. Körler Tanrı'yla başlar, Tanrı'yla bitirirler, adını günde on bin kez yinelerler. Bütün yakarışları, değişik biçimde de olsa, onun adını taşır, ama yakarışları, bir kez benimsendikten sonra, hep aynı kalır. Yakarışları Tanrı' üstüne sessel arabesklerdir, ama görsellere oranla öylesine etkileyicidirler ki. Bazıları yalnızca adına güvenirler Tanrı’nın ve bundan başka hiçbir şey söylemezler. Korkunç bir direnme vardır bunda. Tanrı bana, körlerin hep aynı noktaya saldırdıkları bir duvar gibi geldi. Sanıyorum, dilenciler dilenerek kazandıklarıyla değil, dilenme biçimleriyle kalıyorlar hayatta.

Belli bir yakarışın yinelenmesi yakarımanı belirliyor. İnsan belliyor onu, tanıyor ve artık o hep varoluyor: o kesin bir nitelikle, yakarışıyla var. Onunla ilgili başka bir şey öğrenilemez artık, korur kendini, yakarış: onun sınırıdır da. Burada yakındığı şeydir o, ne ondan daha çok, ne de daha az; bir dilenci, kör. Ama yakarışı bir çoğalmadır aynı zamanda, hızlı ve düzenli yinelemesi onu çoğaltır. Bunda istemenin özel bir gücü gizlidir, çok kişi için ister ve hepsi için kazanır. 'Bütün dilencileri düşün, bütün dilencileri düşün! Tanrı seni sadaka verdiğin tüm dilenciler adına kutsar.’

Yoksulların cennete varlıklılardan beşyüz yıl önce gireceği söylenir. Sadakalar yoluyla yoksullardan biraz cennet satın alınır. Bir kimse öldüğünde 'yaya olarak, tiz sesli ağlayıcı kadınlarla, ya da onlarsız, çabucak mezara gidilir, ölü bir an önce ebedi mutluluğa kavuşsun diye. Körler inanç şarkısını söyler!

Fas’tan döndüğümden beri, gözlerim kapalı, odamın bir köşesine bağdaş kurdum ve yarım saat süreyle gerekli hızla, gerekli güçle 'Allah! Allah! Allah!’ demeye çalıştım. Bütün gün ve gecenin büyük bir bölümünde bunu yinelediğimi, kısa bir uykudan sonra yeniden başladığımı; bunu günlerle, haftalarla, aylarla, yıllarla sürdürdüğümü; giderek yaşlandığımı ve böylece yaşadığımı ve inatla bu yaşama sarıldığımı; beni bu yaşamda herhangi birşey rahatsız ettiğinde kızdığımı; başka hiçbir şey istemediğimi, yalnızca bunda direndiğimi düşündüm. Herşeyi, yinelemenin en yalın biçimine indirgeyen bu yaşamda ne tür bir baştan çıkarma olduğunu kavradım. Küçük bölmelerinde çalışırken gördüğüm zanaatkârların işlerinde ne denli çok ya da ne denli az çeşitlilik vardı ki? Tüccarların pazarlığında? Dans edenlerin adımlarında? Buralarda bütün konukların içtiği sayısız nane çayında? Parada ne denli çeşitlilik var? Açlıkta ne denli?

Bu kör dilencilerin gerçekte ne olduklarını kavradım: Yineleme ermişleri. Bizlerde yinelemeye hâlâ karsı koyan pek çok şey onların yaşamından yok olup gitmiş. Çömeldikleri ya dikildikleri tek bir yer var. Değiştirilemeyen yakarışları var. Umabildikleri sınırlı sayıda para var, üç ya da dört değişik birim. Gerçi parayı verenler de var, değişik olan ama körler bunları görmüyor ve dualarında verenleri de aynılaştırıyorlar.

(1) Blindenmarkt: Körler pazarı (ç)

Türkçesi: Emel Sözer
(Çağdaş Avusturya Öyküleri. Haz. Şara Sayın Ada yayınları İst.1984. s.19-21)
Gercekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)