Eli buketli kokuşmuş gelinler / Sami Günal
Tuvaletten Banyoya Tarihsel Bir Gezinti: Eli buketli kokuşmuş gelinler / Sami Günal
Değerli bir yazarımızın mimari-ideoloji koşutluğu üzerine kapsamlı bir yazısını okudum. Tarihsel gelgitler içerisinde kıyaslamalarda bulunurken örnek bir sarayın mimari formunun ilgili meslek kuruluşunca “alaturka tuvalet taşına” benzetildiğini yazıyordu. Aldı beni bir merak! Merakımı giderebilmem için ya helikoptere binmeliyim ya da aydınger kâğıdı üzerindeki planını görmeliyim. Her iki olanağa da sahip olmadığıma göre zihnimi oradan çekmek için başka bir tuvalet konusuna odaklanmayı seçtim. Orhan Pamuk’un “Yeni Hayat” romanı, ergenlere özgü böbürlenme kompleksini yansıtan “Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti.” şeklinde klişe bir lafla başlıyordu. İstanbul’daki kitapçılardan birisinin genişçe oturma grupları var. Kitapları al incele, istersen oku bitir. Rafları gezerken elime bir kitap geçti. İsmini birebir anımsayamasam da tuvalet ve diğer adabımuaşeretler tarihi üzerineydi. O kadar cahilmişim ki tuvaletin de uzun uzun tarihi mi olurmuş, deyip koltuklardan birisine tünedim. Oku babam oku! Okudukça bırakamaz oldum. Tuvalet konusunda her kula nasip olmayacak kadar ufkum gelişti de gelişti! O kadar ki bu alanda konferansa çağrılabilecek tek yetkin kişiyim, desem yeridir. Öğreniyorum ki Ortaçağ’da Avrupa/İngiltere sathındaki milletler yürüdükleri ya da oturdukları sosyal alanlara patır patır döşeme yaparlarmış. Soylular ise bizim Antep hamamlarının içi kadar geniş hanelerde paravan olmaksızın yan yana senli benli oturarak dakikalarca hatta saatlerce defi hacet içinde olurlarmış. O zamanlar gider denilen b…k yolu ne gezer? Altlarındaki lazımlığı alıp da ayakyolu penceresinden şılaaap şap diye aşağıda yani çarşıda gezenlerin üstüne atıyorlarmış. Eh yani görüntüye bakan hali tarafından gıpta içerisinde kısmetli olanlar olmayanlar seçiliyordur (!). Gülünüp geçilir mi yoksa hayırlı olsun mu denilir işte burası tarihin karanlıklarında gömülüdür. Bu görüntü normal bir yaşantı olduğundan zannımca kimse oralı olmuyordu. Bu iş 1600’lü yıllar boyunca sürer. Fransa Kralı 14. Louis bu kültürü o kadar benimsemiş ki gününün yarısını lazımlık üzerinde geçirirken devlet işlerini de burada görüyordu. Devlet işlerinin nasıl gittiğini soranlara da işte b…ktan işler, diyor olsa gerek (!). E o zamanlar şimdiki gibi “Feys b…ku” vs. de yok, gün mü biter? Bırakılsınlar oturabildikleri kadar otursunlar. Galatasaray’da İngiliz Konsolosluğu var. Oraya gelmeleri kolay olmamıştır. İngilizler, İstanbul’la 1600’lü yıllar içinde büyükelçilik düzeyinde ilişkiye geçerler. Fakat bizim Osmanlılar bunları lazımlık kullanma ve pencereden boşaltma âdetleri yüzünden bir türlü şehir merkezine yanaştırmazlar. O zamanlar şehirden uzak olan Tarabya’daki ücra bir konağa yerleştirirler. Ta ki 19. yüzyıla gelindiğinde tuvalet kullanma sözü vermeleri üzerine Beyoğlu’nu görürler. Desem ki doğadaki varlıklar arasında en pis kokanı insandır, haksızlık olur mu? Bencileyin olmaz. Doğadaki diğer canlılar yaşadıkça kokmazlar. Ancak özel anlarda girdikleri reaksiyonlar boyunca kokarlar. Hiç kokan serçe gördünüz mü? Kumla banyo yapan hayvanlar var ama kokmazlar. İnsan, kumla banyo yapsa ne olur? Daha da pislenir. İnsanın bu gerçekliğine rağmen Ortaçağ Avrupa’sında rahibelerin yıkanmaları yasaktı. Sadece el yüz yıkayabiliyorlardı. Kastilya (İspanya) Kraliçesi İsabella (Kirli İsabella) bile 55 yılda anca 2 kez banyo yapmıştır. Derken bu “kirlilik” âdeti Avrupa’yı aşıp ta Amerikalara kadar bulaşmış. Hadi, ucundan kıyısından öylesine bulaşsa akıl edebilenler şöyle böyle yıkanmaya kalkışır dersiniz. Yok, ne gezer! Ola ki bu âdeti yıkmaya kalkışanlar olur diye iki eyalette banyo yapmayı yasaklayan kanunlar çıkartılmıştır. Diğer bir eyalette ise bir ay içinde birden fazla banyo yapanlar cezaevlerine gönderiliyorlardı. Her iyi, illaki iyi şeyden çıkmamıştır. Tatlı üzerine hayali bir örnek versem inanılır mı? Hayır! Desem ki insanlar b…k yerdi de onun şeysini gidermek için tatlıyı icat etmişler! Olmaz olmaz deme. Tarih ne o kadar sıkıcıdır ne de o kadar zahmetsizdir. Her şeyin aldığı bir yol vardır. Şimdi gelelim şu gelinlerin ellerinde neden buketler taşıdıklarına. Banyolar yeni yeni var olmaya başladığı zamanlarda banyo dediğiniz mekân, içi sıcak suyla dolu olan koca koca fıçılardı. İşte kadın eşitsizliğinden kaynaklı feminizm damarları ta o zamanlarda yekinmeye başlamıştır. Temiz suda ilk yıkanma ayrıcalığına evin erkekleri sahipti. Gerisini tahmin etmek için tarihçi olmamıza gerek yok. Sırasıyla oğullar, ardından hısım akrabalardan varsa diğer erkekler yıkandıktan sora kadınlara geliyordu sıra. Ardından adamdan sayılmayan çocuklar ve dahi bebekler. Alttakilerin, hele erkeklerden sonra yıkananların ne derece kirli sularda yıkanmak zorunda kalışlarını kolayca anlıyor olmalıyız. Dönelim İngilizlerin 1500’lü yıllarına. İnsanlar ne eder etmez illaki haziran ayında evlenmek isterlermiş. Diğer aylarda kızları alan olmazmış. Neden ki denilecek olursa kirden pastan en az kokuştukları ay mayıs-haziran aylarıydı da ondan. Çünkü senelik banyolarını mayıs ayı içerisinde yapıyorlardı. Yıllık kire burun mu dayanır? Mayısta banyonu yaptın, hazirana şurada ne var ki? Olsun, insan bu! Hemencecik kokmaya başlıyor. Bundandır ki gelinler yıl boyu biriktirdikleri kir pas kokularını bastırsın diye en keskin kokulusundan çiçek buketleri taşıyorlardı ellerinde. İşte bu eli buketli güzel gelinler görüntüsünün hikâyesi böyle çıkmıştır. Yoksa damada sunum için olduğu sanılmasın. Temizliğe hasret kalınan tarihi bir serüvenden çıkan insanların, kişisel temizlikleri için gösterdikleri özeni, kendilerine hayat veren dünyadan esirgemelerine karşı alacakları tepki gelinlerinkinden farklı olacaktır. Sami Günal
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR