Bir garip Orhan Veli / Halit Payza
13 Nisan 1914’te İstanbul’da doğduğunda, dünya o güne değin tanık olmadığı bir kargaşanın içine girmek üzereydi. Avusturya dünyayı yeniden ve kendi çıkarına paylaşmak için, Büyük Sırbistan hayaleti peşindeydi.
Nazım Hikmet, kitabı eline alıyor, kapağına ilgiyle bakıyor… Orhan Veli’nin kitabının kapağını Bedri Rahmi Eyüboğlu yapmış. Nazım Hikmet böyle bir kapak resmini taşıyan kitabın içindekilerin de çok güzel olacağından kuşku duymuyor. Bu kadar güzel bir kapağın altındaki şiirler de en az kapak kadar güzeldir ve bundan emindir. Kitabı okuyor ve kitabı okumadan önceki yargısı ile kitabı okuduktan sonraki yargısının değişmediğini görüyor. Kendi ifadesi ile şiirler Nazım Hikmet’i mest ediyor. Dayanamıyor ve hem kitabın kapağını yapan Bedri Rahmi için hem de kitabın yaramaz çocuğu Orhan Veli için yazıyor: “Bedri Rahmi’nin, Orhan Veli’nin şiir kitabı kapağına yaptığı resme baka baka bi hal oldum. O resim için nasıl masal gibi dalgalara düşülebileceğini ve harikulade bir rüya sergüzeşt çocukluk şiiri olduğunu anlamak için, bu mazhariyete erip bu tadı çıkarabilmek için çok ağır bir fiyat ödemek, benim gibi on yıl hapis yatmak lazım. Ve insan kapaktaki o resmin şiirini okuduktan sonra kitabın içindekileri –hem de bir kaçı çok cici - şiirleri yazan… ve hatta klasik manasıyla şiiri yazmaktan ürküyor. Bedri’ye teşekkür ederim, beni mest etti delikanlı, sağ olsun.” 1 Nazım Hikmet, kitabın kapağını övüyor, övgü içinde Orhan Veli övgüsü de vardır ki, önemlidir. Şiirleri çok beğendiği anlaşılıyor. Öyle ki, Orhan Veli şiirlerinden sonra klasik nitelikli şiir yazmaktan ürktüğünü de mektubunda yazıyor. Nazım Hikmet’in “Garip” şiirini garipsemediği anlaşılıyor. Farklılığından söz etmiyor, başka türlü şiir geleneği olduğunu sezdirmiyor. Klasik buluyor. Oysa “Garip” ya da aynı anlama gelmek üzere “Birinci Yeni” daha sonra garipsenecek, şiiri basitleştirdiği, şairaneliği öldürdüğü söylenecektir. Şiir, Süleyman Efendi’nin nasırına, sere serpe plajda yatana, gündelik yaşama yasaklanmak istenilecektir. Başaramayacaklardır. Dahası 2. Yeni için de benzeri suçlamalar yapılacak, 2. Yeni şiiri eleştirilirken, “Garip” ya da 1. Yeni şiiri de yeniden suçlanacaktır. Hukukta temel bir kural vardır, bir suçtan iki kez yargılama yapılamaz. Garip şiiri için bu kural yok sayılmıştır. Giderek 1. Yeni ya da Garip Şiir’e yapılanlar yargısız infazdır. Eski şiiri tahtından etmiş, saraydan tek gözlü yoksul gecekondularına, yüksek sosyeteden çıplak ayaklı ve çarıklı sıradan insana indirmiştir. Şiir yine şiir kalmış, şiirsel niteliğinden hiçbir şey yitirmemiş, ama herkesin kullanımına açılmıştır. Neruda’nın şiir anlayışı da benzeri bir izlekten akar; şiir ona gereksinim duyanındır. 13 Nisan 1914’te İstanbul’da doğduğunda, dünya o güne değin tanık olmadığı bir kargaşanın içine girmek üzereydi. Avusturya dünyayı yeniden ve kendi çıkarına paylaşmak için, Büyük Sırbistan hayaleti peşindeydi. Bunu yapabilmeye “muktedir” olduğunu tüm dünyaya göstermek için Orhan Veli’nin doğumundan yaklaşık iki ay sonra Bosna’da bir askeri tatbikat yapmak üzere hazırlanmıştı. Tatbikatı Sırbistan Veliahdı Ferdinant da izlemek üzere eşiyle birlikte Saray-Bosna’ya gelmişti. Sırp bir milliyetçi 28 Haziran 1914’te veliaht Ferdinant ve karısını bıçakla öldürdü. Garip oluşunda, savaşın Alman hayranı olan Osmanlı hükümeti ile ne kadar ilgisi var, tartışılabilir. Bir garip Orhan Veli oluşunda kuşkusuz bunun da etkisi vardır. Tarifsiz kederler içinde olması belki de bu yüzdendir. Cep deliktir, cepken deliktir, savaşın yoksulluğu, zaten var olan yoksulluğu ve yoksunluğu arttırmıştır. Gözlerinden akan hicran yaşları kendisinin ve ülkesinin içinde bulunduğu bu olumsuz koşullardandır. Efkârını dağıtmak için Rumeli Hisarı’na oturmuştur ve de uyarına geldiği için bir de türkü tutturmuştur. Başında martılar uçuşmaktadır. Martılarla Orhan Veli ilişkisi açlık üzerinedir. Martılar hep aç yaratıklardır ve açlıkları çığlık çığlıktır. Orhan Veli de martılardan bir martıdır ve o da çığlık çığlılıktır. Orhan Veli’ye bakarsanız edalısı yüzündendir bu hali. Öyle söyler. Bu edalı sevdiği kadınlardan bir edalı mıdır, yoksa savaşın ortasındaki bir İstanbul mudur? Garipliğini, mahzunluğunu anasına duyurmamayı isterken, aynı anda da “el konuşur sevişirmiş bana ne” dediğine göre bu edalı konuşabilen ve sevişilebilen bir edalı olmasa gerektir. Orhan Veli sevda şairi değildir. Şiir çapkını olduğu kesindir. Şiirlerinde kadınlardan da söz eder, sevdiği kadınların isimlerini de tek tek sayar. Ama bunu kendisine yapılan sataşmalara yanıt vermek için yapar. “Dedikodu” bunun en sağlam örneklerinden biridir. “Kim söylemiş beni/ Süheyla’ya vurulmuşum diye?/ Kim görmüş, ama kim,/ Eleni’yi öptüğümü,/ Yüksek Kaldırım’da, güpe gündüz/ Melahat’ı almışım da sonra/ Alemdar’a gitmişim, öyle mi?/ Onu sonra anlatırım, fakat/ Kimin bacağını sıkmışım tramvayda?/ Güya bir de Galata’ya dadanmışız;/ Kafaları çekip çekip/ Orada alıyormuşuz soluğu;/ Geç bunları, anam babam, geç;/ Geç bunları bir kalem;/Bilirim ben yaptığımı./ La o, Mualla’yı sandala atıp,/ Ruhumda hicranını söyletme hikâyesi?” Şiirinin ironik bir yapısı vardır ve asla klasik sevda şiiri tanısı konulamaz. Orhan Veli’nin aşk/sevda kavramı da doğaya uygundur, o sevdayı inceltilmiş inlemelerde değil, kanlı canlı, sahici ilişkilerde bulur. Veli’nin oğluna da bu yakışır. Babası Cumhurbaşkanlığı Armani Orkestrası Şefi’dir. Klasik müziği sevdiğini yazmıyor, türkü çığırıyor. Rumeli Hisarı’na oturuyor ve ıslığıyla senfoni, konçerto vs. üflemiyor, aksine bir türkü tutturuyor. Öyleyse aykırıdır da. Dönemin en önemli okullarından birinde-Galatasaray Lisesi- başladığı eğitimini, başladığı lisede bitiremeyecektir. Babası Ankara’ya atanınca, eğitimini Bozkırdan bozma Ankara’da tamamlar. Ankara Gazi Lisesinden mezun olur. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde Felsefe okur. Bitiremeyecektir. Yaşamın acımasız eli onu çocukluğunda yakalamış ve bir daha bırakmamıştır. Bu el, Adam Smith’in serbest piyasayı kendiliğinden düzenleyen sihirli eli değil, yaşamı boğaz tokluğuna sürdürmeye zorlayan çelik pençesidir. 1936’da Ankara’ya döner PTT Genel Müdürlüğünde görev alır. Görevi Telgraf İşleri Reisliğidir. Milletlerarası Nizamlar Bürosu’nda memurdur. Bu görevi askere gidine kadar sürdürecektir. Dünya yeniden 2. Bir dünya savaşına koşar adım yürürken 1945’te Milli Eğitim Bakanlığı Tercüme Bürosu’na girer. Savaşın bitimine bir yıl kala bu görevinden istifa ederek ayrılır. İstifa gerekçesi siyasaldır. 1947’de Hasan Ali Yücel Milli Eğitim Bakanlığı’ndan ayrılmış ve yerine Reşat Şemsettin Sirer bakan olarak getirilmiştir. İnönü Hükümeti’nin Milli Eğitim politikaları Reşat Şemsettin Sirer döneminde değişmiştir. Sirer, bakan olarak atanır atanmaz antidemokratik bir uygulama başlatmıştır. Köy Enstitülerinin kapanması, İmam Hatip Okullarının açılması İnönü/Şemsettin Sirer dönemindedir. İçine sindiremeyecektir. Orhan Veli’nin iki dönemi vardır; Orhan Veli ve Şair Orhan Veli. Şair Orhan Veli’dir onu daha çok bizden biri yapan. Bir dönem TİP Genel Başkanlığı da yapan Mehmet Ali Aybar’ın “Hür” ve “Zincirli Hürriyet” gazetelerinde eleştiriler yazmaya başlar. 1948’de Ulus Gazetesi’nde “Yolcu Notları” başlını taşıyan yazılar yazar. Ama en çok “Yaprak”la anılır. Tek sayfalık bir yazın dergisi/gazetesi niteliğindedir Yaprak. Yaprak’ı 15 Haziran 1950’ye kadar 28 sayı çıkarabilir. 10 Kasım 1950, Mustafa Kemal’in ölüm yıldönümüdür ve aynı anda Orhan Veli’nin ölüme ilk yolculuğunun öyküsüdür de. Ölümü dönemin Ankara Belediyesi’nin ihmali sonucudur. Belediye’ye bağlı kazı ekibi hangi amaçla yaptıysa çukur kazmış ve önlem almadan açıkta bırakarak o gün işe son vermiştir. Ekipler lağım çukuru/su çukuru değil mezar kazmışlardır, Orhan Veli’nin mezarını… Bu çukura düşer, yaralanır. Çukura düştüğünden dört gün sonra İstanbul’a, bir dostunu görmeye gider. Orada rahatsızlanır. Cerrahpaşa’ya kaldırılır. Ancak yapılacak bir şey kalmamıştır ve her şey için çok geçtir. Çukura düştüğünde ayağından yaralıdır, ölümü ise beyin kanamasından. Komplo teorisi olarak nitelenebilir mi bilmiyorum, önemsemiyorum da. Ölümünün yaralanmasından dört gün sonra olmasını çukura düştüğünde aldığı travmaya bağlıyorum. Dört gün boyunca sinsice, belirti vermeksizin ilerlediği düşünülmelidir.(2) Orhan Veli “Garipliğim” diyordu ve “Garip” şiirini yazıyordu. Garip Şiir’i üç şairin sacayağı üzerinde yükselir, varoluşunu bu üç büyük şaire borçludur: Orhan Veli Kanık, Oktay Rıfat, Melih Cevdet Anday. Akımın adı da bu üçlünün 1941 yılındaki kitaba verdikleri isimden alınmıştır; Garip! Orhan Veli, kitaba yazdığı önsözde “hece ölçüsü” ve “uyak”ın şiiri yozlaştırdığını savlamaktadır. Şiir ona göre insanın duyularına değil, imgelemine ulaşmalıdır. Şunları da yazar: “Şiire, egemen sınıfların beğenilerinin sonucu yerleşen kalıplaşmış ögeler kaldırılmalı, şairaneliğe son verilmeli ve şiir toplumun çoğunluğuna seslenilmeliydi. Bu amaç da ancak yeni yollar ve yeni araçlarla gerçekleştirilebilirdi.” Bu akımın asıl sağlam ayağının kim olduğunu açıklamamıza da yeterlidir. Hiç kuşku yok ki, lise döneminden arkadaşları olan Melih Cevdet, Oktay Rıfat olmasa da Orhan Veli’nin yazdıkları l. Yeni ya da aynı anlama gelmek üzere Garip şiir akımının öncülü olacaktır. Kim daha “Garip”tir’in yanıtı, Orhan Veli’dir. Cerrahpaşa Hastanesinde 14 Kasım 1950’de yaşamını yitirdi. Türkü tutturduğu Rumelihisarı’nda, Tevfik Fikret’in Aşiyan Mezarlığı’nda toprağa verildi. Bir yıl sonra anısına arkadaşları tek yapraklık “Son Yaprak” dergisini çıkardılar. Mezarında 28 sayı çıkarabildiği “Yaprak”ın, 29. Sayısını çıkarmak üzere garip bir tutkuyla yeni şiirlerini/yazılarını yazmaktadır… Nazım’ın mektubunun bir kelimesi okunmuyor. Okunmayan kısım kaynağında da çoklu noktalarla geçiştirilmiştir. Dili ve hataları olduğu gibi bıraktım. Nazım’ın el yazısını taşıyan mektup için bkz. “orhanveli.net” Bir yazın tarihçisi de Orhan Veli’nin Cerrahpaşa Tıp Fakültesi kayıtlarına girerek, ölüm raporunu ve sağaltım sürecini içeren epikriz raporunu yayımlaması gerektiğini düşünüyorum. Halit Payza
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR