“Emek göçü”, “beyin göçü” derken, 1960’lı yıllarda yurdumuzdan bir de “bilek göçü” başladı el diyarlarına.

Bileği, pazısı güçlü şampiyonlar göç tarihimizde farklı bir sayfa açtılar; ben bu göçe, ilk öncülerden köy enstitülü şampiyon Ahmet Bilek’in adından ve hazin hikâyesinden esinlenerek “bilek göçü” diyorum.

Önce bir iki, üç beş derken, giderek Almanya’da ayrı bir federasyonları olacak kadar çoğaldılar. Türkiye’deki başarılarını yitirme pahasına da olsa, modern yaşamın zenginlikleri onları da çekti. Güreşçilerimizin Almanya’da altı ayda sahip oldukları bir araba, Türkiye’deki gazetelerde haber oluyordu.

Ah, o araba, araba sevdası… Ahmet Bilek’in hazin hikâyesi de bir araba kazasıyla başlıyor.

Mahmut Makal, Fakir Baykurt gibi şöhretlerin hemen yanına konacak bir başarı öyküsü var Ahmet Bilek’in. O da başarısını köy enstitülerine borçlu. Köy enstitülerinden yetişen ilk ve tek olimpiyat şampiyonu… Aralarından böyle bir şampiyon çıktığını, enstitü mezunu öğretmenlerin de bilmediklerini kimi konferanslarımda gördüm.

Her yerde söylüyorum. Bu ünlü şampiyonu bilmemek, köy enstitülerini biraz eksik bilmektir aslında.

Neşter ve Madalya’da 13 şampiyon arasında onun öyküsüne de yer vermiştim. Ahmet Bilek’in hazin hikâyesi Yaşar Doğu’lardan, Celal Atik’lerden daha çok etkilemişti okurları. Sonra kolları bir daha sıvadım, bir daha yollara düştüm, Ahmet Bilek’in ayrı bir romanını yazmaya karar verdim. Yolculuklarım İzmir, İstanbul, Manisa, Kula, Eskişehir ile bitmedi, İtalya’ya, Almanya’ya kadar uzandı. Yeni belgeler, yeni bilgiler buldum. Sonunda o beyefendi şampiyonun romanı bitti, adını Sessiz Şampiyon koydum. H2O Yayınevince 2021 Martında basıldı.

Vaktiyle üç sporu lisanslı yapmıştım. Güreş, judo, futbol… Erken bıraktığım bu üç spor içinde aklım hep güreşte kaldı. Sonunda mayomla değil de, kalemimle döndüm arlarına. Ankara’da başta Ahmet Bilek olmak üzere, Hamit Kaplan, Hüseyin Akbaş, İsmet Atlı, Tevfik Kış, Rıza Doğan, Mahmut Atalay, Ahmet Ayık gibi şampiyonları yakından tanıdım. Gölbaşı Sineması’nın altındaki salonda çalışıyorduk. Ahmet Bilek’i bu vesileyle tanımasaydım, belki ben de bilmeyecektim köy enstitülerinin yetiştirdiği tek olimpiyat şampiyonunu.

Ahmet Bilek’in yaşamını araştırırken, Almanya’da, Saarland bölgesindeki Köllerbach kasabasına nasıl gideceğim ve şampiyonumuzun öğrencileriyle, takım arkadaşlarıyla nasıl görüşeceğim konusu beni epey düşündürüyordu. Zordu oralara ulaşmam. Hele dil bilmemek başlı başına bir sorun. Ahmet’in dokuz yılının geçtiği, güreş yaptığı, öğrenci yetiştirdiği yerleri görmeden romanıma son noktayı koyamıyordum. Bu dünyaya veda ettiği Bischmisheim Köprüsü’ne değin gitmek istiyordum. Köşe yazarlığımın bana kazandırdığı bir dost/okur Selçuk Ülger, aynı zamanda kitapları da olan değerli bir yazar. Türkiye’de ziraat fakültesinde okumuş, Frankfurt’ta taksi şoförlüğü yapıyor. “Hocam sen sadece biletini al gel, gerisine karışma,” dedi bir telefon görüşmemizde. Ardından da önerisini pekiştiren mektubu geldi. Zarif eşi Senar Hanım da en az onun kadar ilgiliydi.

Ahmet’in 1960 yılında olimpiyat şampiyonu olduğu yere, Roma’ya gitmiştim. Simdi sıra Almanya’daydı, 2019 ağustosunda bir daha düştüm yollara… Uçağımızın indiği Frankfurt, Ahmet Hâşim’in anlattığı Frankfurt değil artık, aslında dünya 1930’ların dünyası değil demek daha doğru olur. Üstat Frankfurt Garı’nda trenden indiğinde, koca ekspresten kendisinden başka bir kişi daha inmiş. O da şairimiz gibi sağlık sorunu nedeniyle gelmiş bir Polonyalı. Ahmet Hâşim dil bilmediği için kendisini hayvanat bahçesindeki zavallı bir hayvana benzetir. Türkler için dil bilmemek Almanya’da artık bu denli abartılacak bir sorun değil. Çevremde gürül gürül akan kalabalığın çoğu Türk... Havaalanında beni karşılayacak olan Selçuk’a bulunduğum yeri anlatmaya çalışırken, zorlandığımı gören bir Türk görevli telefonumu aldı, bulunduğum yeri tarif ediverdi.

Selçuk Ülger, bir yazar olarak benim gezip göreceğim yerlerin en başına Goethe’nin evini almış. Kendisinin üst katını bana ayırdığı iki katlı güzel evinden önce gezdirdi burayı. Goethe’nin evini dolaşırken Doğulu bir yazarın evini dolaşıyordum sanki. Almanca belgelerin yanında Arap harfleriyle yazılmış epeyce belge, kitap da var. Hayranı olduğu İranlı yazar Hafız’ı kendi dilinden okumak için Şarkiyatçılardan Farsça dersleri almış. Bundan sonra Doğu Batı divanını yazmış. Üniversitede dört yıl yüksünerek, sadece not almak için okuduğum Farsçanın önemini, bir gençlik hatasını daha iyi anlıyorum büyük Alman şairinin evini gezerken. Goethe,  Şiller’i 15 gün bu evde ağırlarken, birlikte yaşadığı dul bir kadınla oğlunu saklambaç oynar gibi ondan saklamış. Çünkü gelenekçi biriymiş Şiller. İki yazar birlikte dergi de çıkarmışlar. Goethe, kendisinden önce ölen Şiller’in biraz karışık bir öyküsü olan mezarından kafatasını ödünç almış ve kuru kafaya bakarak şiir yazmış. Dahiliğin deliliğe yakınlığından söz edilir hep. İşte size bir örnek… Sanat biraz dahilik, biraz delilik değil midir zaten?

Büyük Alman şairinin unutulmaz sözlerinden birini seçer, öğrencilerime kompozisyon yazdırırdım. Dünya hassas kalpler için bir cehennemdir.  Okumayı çok seven Ahmet, bu sözleri okudu mu acaba, Genç Werther’in Acıları’nı okumuş muydu? Onun hassas kalbi için Almanya kim bilir nasıl bir cehenneme döndü? Yarın bunu anlamak için Frankfurt’tan Köllerbach yoluna düşeceğiz. Bu dünyaya Genç Werther gibi veda eden Ahmet’i Goethe’nin evinde düşünürken, büyük yazarın bir başka sözü daha geliyor aklıma: Nereye gittiğimi bilsem, hiç durmayacağım… Werther’in acıları, Ahmet’in acılarıyla karışıyor kafamda. Nereye gittiğini bilmemek… Bir başka ortak yanları da buydu sanki… Sonunda perdeyi kendi elleriyle kaldırıp öbür tarafa gittiler, bir daha geri dönülmeyen yere…

******

Ertesi günü cumartesi, pırıl pırıl bir havada Fanakfurt’tan Köllerbach yoluna düştük.

Almanya’da kalabalık trafikte taksi ile yol almak daha kolay. Solda ambulans vb. araçlara ayrılmış şeritten ilerlerken hep gaza basıyoruz, sağda duran araçlar, sıkışmış trafik bizi ilgilendirmiyor. Bir saat kadar gittikten sonra sağımızda Trier tabelasını görüyoruz. Karl Marks’ın doğup büyüdüğü kent. Köllerbach’ta yapacağımız görüşmeler saatine dakikasına değin planlanmış, içimizden bu kenti görmek geçse de vakit geçirmeden yola devam ediyoruz.

Köllerbach, etrafını devasa ağaçların çevirdiği ormanlık bir alana yerleşmiş,  güzel bir kasaba. İki katlı, önleri verandalı beyaz evler renk renk güllerle bezeli, kocaman bahçeler içinde... Saar Nehri, hemen yanındaki tren yoluyla yan yana iki yoldaş gibi akıp gidiyorlar.

Otele yerleştikten sonra bize rehberlik edecek olan eski güreşçi Erhart Himbert’le Köllerbach’ın ortasında bir otobüs durağında buluşuyoruz. Bay Himbert iri gövdesiyle ön koltuğu dolduruyor. Belli ki ağır sıkletlerde güreşmiş. Kulağı kırılmadığına göre benim gibi erken bırakmış güreşi. Ahmet Bilek’in kiracı olarak oturduğu evlerle başlıyor ilk ziyaretlerimiz. İkinci ev sahibi karı koca Ackermann’lar ölmüş, bizi oğlu Rudi karşılıyor kapıda. Ayaküstü konuşuyoruz. Fotoğraflar ve bir de babasına Ahmet’in yazdığı bir kartpostal uzatıyor    

Sevgili Günter Akkerman Merhaba,

Türkiye’ye güzelce geldik.

Ayten ile Ali ailemizin yanında. Ben İstanbul’dayım. Her gün havuza yüzmeye gidiyorum. Hava çok güzel. Sanırım 20.08. 1965 günü Köllerbach’a geri döneceğiz. İstanbul’dan selamlar yolluyorum. Değerli eşine ve çocuğuna benden çok çok selamar… Ahmet

Şöyle bakınca sıradan bir kartpostal… Bir yanında Almanca yazılmış yukarıdaki satırlar, arkasında da bir İstanbul manzarası. Ahmet Bilek’in kişiliğini, o günlerde yaşadığı olayları bilmesem bu kartpostal bana da sıradan gelecek. Saklanmaya değmez bile görülebilir. Hayır, her yazı saklanmalı. Bunu bir kez daha anlıyorum. Neyin yarın için önemli bir belgeye dönüşeceğini bilemeyiz.  Almanya’dan ülkesine tatile giden Ahmet, karısını ve oğlunu Eskişehir’e ailesinin yanına bırakmış, kendisi İstanbul’da bir otelde kalıyor ve sıcak yaz günlerinde havuza giriyor. Tatilini çocuklarıyla geçirmiyor, çünkü Eskişehir’de huzursuz… Uzak duruyor Eskişehir’den. İki yıl önce arabasıyla geçirdiği kazada, baldızının nişanlısı genç yanı başında can vermiş. Suçluyorlar Ahmet’i, “bu bir kaza” diyemiyorlar. Ve bunalım başlıyor Ahmet’te…

Sonra köy enstitülü şampiyon Ahmet Bilek’in ilk oturduğu eve konuk oluyoruz. Çiçekler içinde, kocaman bir bahçe… Gertrut Hanım bizi bekliyor. Önü fotoğraflarla dolu, kiracısı Ahmet Bilek’in tek bir sözcük Almanca bilmediği ilk günlerinden başlayarak, bunalımlı günlerine değin anlatıyor. Ahmet’in neden eşi ve oğlunu Eskişehir’e bırakıp kendisinin İstanbul’da kaldığını Gertrut Hanım’ın sözlerinden de anlıyoruz.

Bana çok şey anlatan 1965 yılında yazılmış o kartpostal bizde olsa çoktan atılmıştı. Baba Günter Akermann’dan oğluna kalmış, oğlu da çocuklarına bırakacak şampiyonumuzun imzasını taşıyan İstanbul manzaralı kartpostalı. Fotoğrafını çekip Rudi Akermann’a bırakıyoruz.

che guavera

Rehberimiz Erhart Himbert’in evinden sonra son oturduğumuz yer Gasthaus Prediger... Burayı Monika Prediger adında yaşı altmışa yakın, güzel bir hanım işletiyor. Sonradan öğreniyorum, çevirmenliğimizi yapan yazar Selçuk Ülger telefonla ilk temasını Monika Prediger ile sağlamış. Selçuk’a, “Burada yediden yetmişe herkes Ahmet Bilek’i bilir,” demiş. Beni en çok bu söz şaşırtıyor. Duygulanıyorum, kızıyorum; ülkeme, yaşadığımız şu topluma, kadirbilmezliğimize, vefasızlığımıza bir kez daha kahrediyorum. Çünkü Ahmet’in yıllarının geçtiği köyüne de gittim, doğduğu evinde oturanlar, hemen karşıdaki komşuları bile olimpiyat şampiyonu Ahmet Bilek’i bilmiyorlardı. Bana bir fotoğraf, tek bir belge veremediler. Bayan Prediger’in söylediği doğruydu, gerçekten de kasabada tam 51 yıl önce ölen şampiyonumuzu yediden yetmişe herkesin, onu hiç görmemiş olanların bile bildiğini görüyoruz.

Sessiz Şampiyon romanının araştırmaları için, acaba bu uzun yolculuğa boşa mı çıkıyorum diye duraksamalarım olmuştu başta. Hayır, keşke bir iki gün daha kalabilseydim bu kasabada... Göçlerle savrulup gitmemiş insanlar buralardan. Elli altmış yıllık belgeler, fotoğraflar, anılar, sevgi, saygı, vefa, hepsi özenle saklanmış.  Çantam belgelerle, fotoğraflarla doluyor.

İyi ki gelmişim Köllerbach’a… Çevirmenim Selçuk Ülger, Fakir Baykurt ile baba-oğul gibiymişler. Şöyle diyor bana:

“Fakir Baykurt olsaydı, işte Alman aydınlanması derdi.”

Ben de diyorum ki:

“Acaba Mahmut Makal’ları, Fakir Baykurt’ları, Ahmet Bilek’leri yetiştiren köy enstitüleri kapatılmasaydı, bizim köylerimiz de Köllerbach gibi olur muydu?”

Kemal Ateş
(Sincan İstasyonu, Ekim-Kasım 2021)
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)