Benim için zaten yoktunuz / Sami Günal
Depremin merkez üssü Pazarcıklı yazarımız Sami Günal deprem öncesi ve sonrası 'birinci elden' duygularını ve tanıklıklarını yazdı.
Deprem bahane! Ben diyeyim ki iki, siz diyesiniz ki epey yıl olmuştu bendeki dostluk duygusunun kaybolması. Emek verdiğim herkesi dost sanırdım. Zamanla anladım ki dost sandıklarımla sadece arkadaşmışız. Hayır, o da değilmiş, hepsi tanışıklıktan ibaretmiş. Yanılgıların adamı olduğumu kavramam zor oldu. Ne var ki “Bu da bana ders oldu!” deme zamanım geçti gayrı! İnsan, sosyal varlık olduğu kadar yalnızdır da. Hani, diyorlar ya “kalabalıklar içinde yalnız olmak” gibi bir şey işte. Sahi, nereliydim ben? Tanışlarımın %99,99’u bendenizi Antepli bilir. Anca kültürel coğrafya bilgisi olanlara doğrudan doğruya Pazarcıklı olduğumuzu söylerim. Şundandır ki “Antepliyiz.” deriz: Pazarcık Ovası köylülerinin işi gücü, aşı, evi, okulları Antep’tedir. Maraş’la kırk yılda bir resmî işlemler dışında bir bağımız yoktur. Hoş, pek de yanlış değildir “Antepliyiz.” demem. Pazarcık, 1944 yılına kadar Antep’e bağlı bir nahiyedir. Deprem geldi, ha Antepliyim ha Maraşlıyım ha Pazarcıklıyım. Bu deprem hepsini eşitledi. “İnsanın ana vatanı çocukluğudur.” derler ya işte çocukluğumun ana vatanı olan köyüm, Pazarcık’a bağlıdır. Giden canlara mı yanayım, çocukluğumun kaybolmasına mı? Ayrım yok, acılar birbirine karıştı. Pazarcık fayı tam altımızdan geçermiş de haberimiz yokmuş! Köyüm yerle yeksan oldu. Benim bildiğim kırk köylüm yaşamını yitirdi. Köyüm; iyiden, güzelden yana özellikleri olan bir köydür. Di’li geçmiş zamanlı cümle kurmak zor geldi bana. “Köydü.” diyemem ona, hâlen “köydür” o. Sosyolojik açıdan özellikli köy olması nedeniyle benim aracılığımla bir ulusal TV programına konu olacakken çıkan bir aksilikten dolayı program ertelenmişti. Kötü kadere bakılsın ki şimdi yerle yeksan olması sebebiyle tüm ulusal TV’lerin ana haber bültenlerine başkonu oldu. Ne bileyim, bundan kelli sadece ören yeri olarak ziyaret edeceğim herhâlde. Tüm sülalem, tüm köylülerim, diğer tüm ova köylerimiz, hasılıkelam soyum sopum yerli yerinde oradadır. Tam da karne tatiliydi, oralara gitmiş de olabilirdim. Hatta belki de ölmüştüm! Ben diyeyim ki -yalan olmazsa- üniversiteden bin arkadaşım var. Bir o kadar arkadaşım da sosyal hayat içerisinde var. Eh, benim gibi bir gereksize yetecek kadar da entelektüel çevre (basın, yazı, çizi, sanat) içerisinde tanışlarım var biliyordum. Ha, bir de iş yerindeki yetmiş kişi! Saydım! “Ölü müsün, sağ mısın?” ya da “Çevrenizde ölen kalan var mıdır?” diye arayan on beş dost olmuş. Evet, iç dünyamdaki depremlerde öldürülmelerimin otopsisini yazmış oldum. Şimdi sosyal otopsilere geçebiliriz. Peki, neydi bu milletçe yekinmek? Gözlerimiz yaşardı değil mi? Organizasyonsuz bırakılan ne muhteşem bir dayanışma hareketiydi öyle! Davranışların kökenleri vardır. Başka bir deyişle sebepsiz davranış yoktur. Doğa-insan ilişkisinde insan, kontrolü sağladıkça güçlüdür. Gücü elinde tutan insan bencildir. Depremde kontrolü elinden kaçıran savunmasız insan bencilliği de bırakmaktadır. Bencillikten kurtulan insan “dayanışma” ihtiyacı içerisine sürüklenmektedir. Afetlerde ölüm akla gelmektedir. Felaket anlarının belirsizliğinden doğan çaresizlik stresi, insana her şeyi -maddi varlığını dahi- unutturarak can derdini devreye sokmaktadır. Maddi bağımlılıktan koptuktan sonra insanda iyilik mekanizması harekete geçmektedir. Yoksa hayatın olağan akışı içerisinde insanın bu kadar cömert olması, gözlemlenen bir olgu değildir. Yapılan araştırmalar göstermektedir ki doğal afetler sonrasında insanlardaki fedakârlık ve yardımlaşma duyguları yoğunlaşarak harekete geçmektedir. Çünkü iyilik sağaltır. Gerek sosyopsikolojik gerek biyolojik alanlarda yapılan araştırmalar gösteriyor ki sosyal dayanışmalar bağışıklık sistemini güçlü kılarak hastalıkları hızla iyileştirmekle kalmayıp kaliteli bir uzun ömür sağlamaktadır. Bu içsel gerçekler, insanları tanımadıkları insanların yardımına koşturabilmektedir. Tarihte teknoloji yokluğundaki ilişkiler gelenekselliğe dayanıyordu. Âdemler, bencillikten uzak yardımseverlik, cömertlik gibi duyguların sahibiydiler. Buna, “emek birleşimine dayalı paylaşımcı ilişkiler” diyebiliriz. “Erdem” kavramının kökeni buradan gelmektedir. Paylaşım, adalet olduğu için zamanla bunun karşılığı vicdan olmuştur. Teknolojinin icadıyla kendi kendimize yetmeye başladıkça erdemlerimizi yitirmeye başladık. Bu yeni yaşantının girdiği potaya “kapitalizm” denildi. Kapitalizm, rekabet etmeyi gerektiriyordu. İnsanlar rekabet ettikçe “birbirini tepeleme” kavramı doğdu. Edinilen mülkiyetle birlikte kontrol mekanizmalarını öğrenir oldukça bencilliğimiz de arttı. Herkes kontrol yeteneği ve gücü kadar bencil olup birbirinden uzaklaştı. Hâliyle sosyal terapi de kayboldu. Bu kaybolmalar içerisinde deprem gibi doğal afetler ortaya çıkıp da insanların önceliğini hayatta kalma güdüsüne dönüştürdüğünde bencillik kaybolup iyilik yeniden öne geçmeye başladı. Sırf başkaları için midir bu iyilik? Kendi özüne yönelik bir kaygı rol oynamış olamaz mı? Sakın ola kimi yaşayamadıkları soyut duygular içine, örneğin aşk hayallerine dâhil olmaları misali yarın bir gün olası dramların içine düşebilecekleri korkusuyla kendilerine de aynısı yapılsın güdüsüyle neleri var neleri yok gönderiyor olmasınlar? Bu yönüyle bu davranışın kökeni, yaşamda kalma ve türünü sürdürme kodlanması olsa gerek. Tıpkı savaştayken sanata yönelim ve üreme iştihasının artması gibi. Baskın olan yaşama güdüsünün sürdürülebilmesi için yeniden toparlanma gerekmektedir. Bu da unutulan o dayanışmayı yeniden canlandırmaktadır. Toplumsal afetlerde sınıfsal ayrımlar gözetilmeksizin farklı kesimleri bir araya getiren budur. İyi de gözlerinin önündeki dostlarına duyarlılık göstermeyen insanlar nasıl oluyor da uzaklardaki insanlara karşı bu kadar merhametli olabilmektedirler? Bunu, yakın ilişki çatışmasına bağlayabiliriz. Bir arada yaşayan insanların maddi-manevi üretim ilişkileri içerisinde ister istemez çatışmacı çelişkiler oluşacaktır. Bu kıskaca girip de içindeki kodlu iyilikleri öldürmektense çelişkiler içerisinde olup olamayacağını bilemediği uzaktaki insanlara yönlendirmektedirler kendilerine zor zamanlarında dönmesini istediği iyilikleri. Doğal felaketlerin doğurduğu diğer bir sonuç ise uluslararası arenadaki düşmanlıkların baskılanmasıdır. Yerel düzeydeki ideolojik ayrılıklar da buna dâhildir. Buna en çarpıcı iki örnek, her doğal afette Yunanistan’la Türkiye’nin kardeş olmalarıdır. Hatta kan kampanyaları aracılığıyla kan kardeşi olunuyor. Sonrası yine bildiğimiz cenk. Yerel düzeydeki ideolojik ayrılığın baskılanmasına en iyi örnek, Hatay yıkıntıları içerisinde Finike Ülkü Ocakları mensubunun, Türkiye Komünist Partisinin aşevinde yemek sırasına girmesi ve izzetüikram görmesidir. Normal zamanda olası bir görüntü müdür bu? Hayır! Demek ki hayatın olağan akışının kontrolü elden kaçırılıp da can derdine düşüldüğünde düşmanlıklar baskılanıp iyilikler ortaya çıkmaktadır. Anlamamız gereken o ki hayatın değişmeyen gerçeği ölümdür. İşte can derdindeyken ihtiraslardan ve benlikten kurtulmuş olan insanın içinde iyilik duygusu öne geçerek gerektiğinde ideolojik ve ülkesel sınırları kaldıran birleşme duyguları ortaya çıkmaktadır. Kontrolü elinden kaçırdığını gören insanın sosyopsikolojik genetiğine kodlanan dayanışmacılık ruhuyla tanımadığı insanların yardımına koşmasının nedenlerini bu yazı çerçevesinde kavrayabildiysek bendenizin narin on beş dostunun neden azınlıkta kaldığını anlarız. Olası risk: Kontrolü ve gücü eline geçiren insan, eninde sonunda bencilliğine geri dönecektir. Evini verdiği depremzedeye yan yan bakacaktır bir süre sonra. “Dayanışmacılık duygusunun kabarıklığı içerisinde maddi varlığımı niye azalttım ki?” deyip pişman olur mu olur. Hayatımdaki gereksiz kalabalıklar için başlığımı sonuç cümleme çekiyorum. Benim için zaten yoktunuz, bundan kelli hiç yoksunuz! (Hamiş: Şahsıma yapılan vefasızlıkla ilgili eleştirilerim, deprem bölgesindeki tanışlarımı kapsamamaktadır.) Sami Günal
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR
Ferhat
26.12.2023 05:09
YİĞİTLİĞİN KİTABI MERTLİKLE YAZILIR
Yiğitliğin kitabı mertlikle yazılır
Yiğit ölür adı şöhret de kalır
Efsaneye döner dillerde dolaşır
Yiğitlik gururdadır şana yakışır
Hain kelepçeler kolları sıkar
Kara zindanlar insanlar boğar
İsyanlar patlar özgürlük arar
Yiğitliğin kitabı mertçe yazılır
Yemyeşil bir ağaç orman özlemi
Dillerde dolaşır ağıtlar yakar
Çaylar kabarmış çağlar nehirler akar
Yiğitlere ancak namertler kuşun sıkar
Heyecandır yaşatan görkem yürekte kazılır
Yiğitliğin kitabı mertlikle yazılır
Topraklar şahit olur sırrını paylaşır
Ay parlar çavar yüzüne kaynaşır
Korku nedir bilmez kahramanca savaşır
Yiğitliğin kitabı mertçe yazılır
Bu destan ölümsüzdür bu günden yarına
Okuyanlar yiğitse düşer efkarına
Bir dik duruş onurluca yiğitlik adına
Yiğitler sözünden dönmez yağlı urganda asılır
Yiğitliğin kitabı mertlikle yazılır
Saplansa ciğerine mavzerli kurşunlar
Yere düşer toprağa kucaklar sarılır
Aman dilemez bükülmez yiğitçe kalır
Yiğitliğin kitabı mertçe yazılır..
Nafiz YILMAZ