Amerikalılar / Ş. Didem Keremoğlu
Amerikalılar / Ş. Didem Keremoğlu
Kaçamak bakışlarını üstünde yakaladığı birkaçı arada silik bir tebessüm gönderirdi. Hepsi o kadar... O duraktan bindiği minibüste hiç kimse iyi akşamlar demezdi... Pardösüsünün yerleri süpüren saçaklanmış eteklerine eş, kat kat bir yıpranmışlık birikmiştir Sümbül'ün yüzünde, duruşunda, bakışlarında... En çok da ellerinde... Şule Hanım'dan çıkınca bindiği minibüs garaja giderdi. Oradan diğerine, onu eve götürecek olana geçerdi. Klimasız olurdu Amerikalılara çıkan minibüsler... İçerisi ekşi ekşi ter kokardı. Küçümsemeyle karışık bir yakınlık gösterirdi Şule Hanım ona. Konuşurken yüzüne bakmazdı pek... "Bana Abla diyebilirsin Sümbülcüm..." Anam yaşındaki karıya niye abla diyeceksem? Demezdim! Bütün bu sahiller, bu sokaklar, alışveriş merkezleri, kuyumcular... Onunmuş gibi davranırdı! Bi taraflarına rahat batıp gelmişlerdi büyük şehirden... "Jule Hanım," dedim geçen gün, "sen benim manzaramı bi görsen..." Lafımı, tam da beklediğim gibi ağzıma tıkadı. "Kızım nereden çıkıyor bu 'Jule'. Şule benim adım. Kaçtır düzeltiyorum!" Sırf sinirleniyor diye öyle diyordum. Parfümünü de sıkıyordum arada, o yokken. Sağda solda bıraktığı yüz liraları almıyordum ama. Kesin beni deniyordu. Hepsi mi aynı kafasız olur bunların ya? Ya küpe teki ya yüz lira... Sigaralarından, bir de toz deterjandan az az götürdüğümü anlamazlardı ama... Suratımı düşürüp; "Jule Hanım, bizim Kürtçe yüzünden öyle çıkıyor. Kusura kalma." dedim. "Sen benim manzaramı bir görsen..." diye tekrarladım sonra da "Sizin burası pek de deniz görmüyor." Hay demez olaydım! Eve geldim ki ev sahibim olacak lavuk dikilmiş kapıya anlatıyor... Babasını bir kere bile görmemişiz. Bu toplar kiraları. Yaşı taş çatlasa yirmi. Boşuna lavuk demiyorum yâni! Ailesi yüz yıl önce karşıdan bir adadan mı ne yerleşmiş buraya, oturmuşlar üstüne tepelerin... İş güç hak getire... Satıp satıp yiyorlar zeytinlikleri. Yol geliyormuş... Asfaltın bittiği yerden kışın bileğimize kadar çamura gömülüp an az bir on dakika tırmandığımız bu unutulmuş tepelere yol geliyormuş! "Amerikalılar" mahallesine!.. Öyle derler burada bize. Kürt demeyi ayıp saydıklarından... Her neyse! Satılmış ya koca mahalle! Şaşıp kaldık... Yakındır, martla beraber papatyaların halı gibi yayıldığı arkamızdaki boş arazilere, katır tırnakları, ısırganlar, hindibalar topladığımız çalılıklara koca koca kepçeler dalar... Yakındır... Kale manzaralı zirveyi bize bırakacak halleri yok tabii. Yaz geceleri kayarken saymaya yetişemediğim yıldızlara, hiçbir engele takılmadan gözlerimle buluşan deryaya, yelkenlilere, iğne oyası nasıl işlenirse tülbente öyle işlenmiş kıyılara... Elbet zenginler bakacak bu manzaraya... Bu kez nereye gidecektik peki? Benim adam sırtını yarım döneltip başladı sövmeye çömeldiği yerde... Nasıl ateşe verildiğini köyün... Yollara düşenleri falan... Ta Batman'dan başladı anlatmaya... E biz orada doğmadık ki! İstanbul'da doğmuşuz, burada büyüdük... "Bizim damadın ağzı eşek sidiğine bulanmış" diye boşuna demez babam! Rüzgârlı yaz gecelerinde kıyıdaki, pub mı ne diyorlar, gazinolardan ta buralara kadar taşınan şarkılar gibi sesi bir azalıp bir çoğalarak hem anlattı hem sövdü. Ağıtçı karılar gibi yumruğunu böğrüne vura vura... Ev sahibimiz olacak lavuk şaşkın... Beni aldı mı bir gülme! "Sana küfrediyor." dedim çocuğa. "Gömüveğcem şimdi dipçiğine, " dedim ben de. "Höyt höyt edip durma öyle. Kimin yerinde kime sövüyon sen?" Ben Maden bu arada. Adım bu benim. "Maden". Bu öyküdeki ev sahibiyim. Babam Yatağan'da çalışırmış önceleri, muhasebeciymiş. Buralar henüz para etmezken. Sonra Ermenek'e çıkmış tayini. Annem öğretmen. Onlar evlendikten tam on sene sonra, Ermenek'te grizu patladığı gün doğmuşum ben... Adım o yüzden "Maden." Bizim evin duvarında "Açılmış yerin altında / Sayısız kara kanlı kapak"* yazan bir levha asılıdır hâlâ. Şarabı çektikçe küfür yollar babam yazıya dikip gözünü... Annem "tevbe istiğfar et" der. Babam, dede mesleğini yapmamaya karar verince, daha doğrusu denizde sünger bitince memur giriyor Yatağan'a, açıldığı sene. Annemin ilk tayini. İlk görüşte de aşk! Madenin lokalinde tanışıyorlar. Valide Kırklarelili. Pomak bunlar. Bulgaristan'dan. "Kukumav Cemali" derlermiş dedeme... Köy yerde beş kızı olunca ağzını bıçak açmaz olmuş dedemin... Kukumav kuşu gibi giyinmiş suratını, eğmiş başını... Düşündükçe de daha az konuşur olmuş. Az konuştukça da daha çok düşünmüş haliyle... Malıdır, tarlasıdır sata sata okutmuş kızlarını. "Üçü hemşire, bir öğretmen, biri de orospu oldu." derdi ananem. Ağlardı... O teyzemi hiç görmedim. Adı Sevdegül imiş. "Halbuse en sessizimiz oydu." diye dertlenirdi annem arada. "Okumadı diye oldu üle." Emel Sayın'a özenmiş. "Ben de sarışınım, benim de sesim güzel, ben de Pomak'ım..." diye diye... Teyzemin konusu açıldı yine bi gün. "Babamın cahilliği, ilk çocuk ya ablam, kız diye okutmayınca babam..." diye başladı en baştan anlatmaya benim valide... Bıyığımın yeni yeni terlemeye başladığı yıllar; hormonlar bünyede bir zirve yapıyor bir dip... "Bizim buranın eskileri de okumamış kızlarını ama orospu olmamış hiçbiri." deyiverdim. Annem öyle bir hışımla kalkmıştı ki oturduğu sedirden, dutun altındayız, küt diye vurdu kafayı ağaca, pat diye düştü yere... Korkudan üç gün uğramamıştım eve. Amcamın bir içki dükkânı var sahilde. Rutubet kokulu, izmarit kokulu bir de arka odası. İğrenç bir şişme yatak yerde... Amcaoğlu ayda yılda turist bir kız düşürdüğünde hani... İlerde ben de az kullanmayacaktım o odayı... Sonra babam geldi, aldı beni. Elini öptüm annemin. Bir resim çıkardı koynundan. Omuzlarından aşağı sarı saç örgüleri sarkan bir çocuğun resmiydi. Kocaman mavi gözleriyle Japon çizgi pornolarındaki kızlara benziyordu. Sıkı sıkıya kapalı dudaklarının kenarında uçtu uçacak bir tebessüm. Burnunun üstü çillerle kaplı... Beyaz, kısa çorapları sıskacık bileklerinin üstüne düşmüş. Ayakkabıları tozluydu... Okul önlüğünün ince dantel yakası ile aynı duran birer de kurdele bağlıydı örgülerinin ucunda... Annem yumduğu gözlerini açıp derinden bir iç geçirdi. Fotoğrafı iyice yüzüne yaklaştırdı. Üç kere öpüp alnına koydu. Bana uzattı. Teyzemin resmini öpüp başıma koydum ben de... Hem de üç kere!.. Pavyona düştüğünü duyduğumdan beri memelerinin ucunda sallanan püsküller, altında derin yırtmaçlı fileli kısa bir etek, bacakları iki yana edepsizce açık kucak dansı ederken hayal ederdim teyzemi üstümde... Sahne elbisesinin içinde devinen çıplak kalçalarını kavrardım... O tuhaf hallerim şükür ergenlikle birlikte bitti. "Aman neyse çocuğu yok bunun. Düzgün geliyor haftada üç gün." diye anlatıyordu Şule Hanım kardeşine. "Abla sevin de kimseye söyleme." dedi görüntünün diğer ucundaki genç kadın. Kırklarının başındaydı. Şule'nin yaşı mı? Orası biraz karışık işte... Her altı ayda bir değişir onun yaşı. Botoksunu, ışık dolgusunu yeniledikçe, vitaminini uygulattıkça... Saçı da yenilenirdi her altı ayda bir. "Bob" kısalır, kademeli bob kısalır, pixie ya da "ala garson" kesilir, kakül uzatılır, kakül kısaltılır, kızıllaşır, sararır, küllenir, balyajlanır, gölgelenir, perma ile kıvırcık, Brezilya fönü ile düz yapılırdı ki suratıyla oynandığı anlaşılmasın... Bütün o değişim saça bağlansın. Etrafındaki kadınlar da aynı yalanı yaşadıklarından, dolan yanaklar, kalkan kaşlar görmezden gelinir, kabakulak olmuş gibi avurtlar, şişme bebeklerinkine benzeyen fırlak ve illa aralık duran kırmızı dudaklar asla öyle ulu orta konuşulmazdı. "Evde bir şey tutma abla. Huyunu suyunu tam bilmeden..." diye devam etti İsviçre'den arayan. "Unutma bir öncekini, sizin derneğin aidatları da alıp..." Sus diye işaret etti Şule hemen. "Enişten de bugün gitmedi briçe." Aidatları söylüyor bizim baldız. Duymuyorum sanki... Yüzlemedim o meseleyi. Yüzlesem "koy yerine" diye ağlayacak. Hiç belli etmedim bildiğimi. Kendi koydu yerine benden tırtıkladıklarıyla... diye geçirdi aklından üst düzey emekli emir kulu, karısının maymunu Salih Bey. Adam sende... Memnundu o halinden. Edindiği yeni dostlarından, bankadaki birikmişinden, karısından... Hasta değillerse aramayan oğlundan... Hükümetten bile memnundu da bunu pek açık etmiyordu eşin dostun yanında. Aforoz ederdi adamı bu boynu fularlı tayfası... "Nobu açılıyormuş, duydun mu? De Niro gelecekmiş açılışa. Marka oldu buralar. İyi ki aldık bu evi." diye seslendi karısına. "Akşama bir Arnavut ciğeri yapsan mı diyorum Şule?" "Bize gelen kızın evlerinin olduğu manzaralı tepeye yeni siteler geliyormuş." diye bitti yanında karısı. Kardeşiyle telefonu kapatmıştı. "Hangi kız, hangi tepeler?" "Amerikalıların oturduğu canım... Bizim temizlikçi var ya hani! Evden çıkartmışlar. Diyorum ki..." "Deme hanım?" diye susturdu Salih Bey karısını. "Bana para deme! Yardım mardım etmem! Daha yeni para yolladım derneğe, yaşlılar evine mi ne bayram sepeti yapılacakmış!" "Yok yahu! Ne yardımı? Yeni siteler geliyormuş Amerikaların olduğu o tepelere. Topraktan girsek mi diyordum?" *Mehmet Seyda'nın Yanartaş isimli romanından. Ş. Didem Keremoğlu
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR