Son Dakika



Modern Türk şiirinin en yenilikçi ve üretken şairlerinden biri olan Edip Cansever (1928-1986), şiirlerini iki önemli çizgide sürdürmüştür. Şairin Yerçekimli Karanfil (1957), Petrol (1959), Kirli Ağustos (1970), Sonrası Kalır (1974), Sevda ile Sevgi (1977), Şairin Seyir Defteri (1980), “Eylülün Sesiyle” (1981, Toplu Şiirleri Yeniden’in içinde) ve İlkyaz Şikâyetçileri (1982) adlı kitaplarında yer alan kısa şiirlerinde, çoğunlukla, lirik bir dili tercih ederek yaşanan anları şiirleştirdiği dikkat çeker. Uzun şiirlerin öne çıktığı veya uzun bir şiirin bölümlerinden oluşan Umutsuzlar Parkı (1958), Nerde Antigone (1961), Tragedyalar (1964), Çağrılmayan Yakup (1969), Ben Ruhi Bey Nasılım (1976), Bezik Oynayan Kadınlar (1982) ve Oteller Kenti (1985) adlı kitaplarında ise şair belli varoluşsal sorunsallar üzerinde durmuş, birçok özgün karakter yaratarak dramanın olanaklarından yararlanan bir anlatımı benimsemiştir.

Bu çalışma(m)da (Ölümü Gömdüm, Geliyorum: Edip Cansever Şiirinde Varolma Biçimleri, Metis Yayınları, 2013. Sayfa, 203-09) Cansever’in uzun şiirlerinin yoğunlukta olduğu kitapları, çözümleyici bir yaklaşımla incelenmiş ve dramatik monolog türü içinde değerlendirilmiştir.

ŞİİRDE DRAMATİK MONOLOG

Bir veya daha fazla karakterin anlatısına dayanan dramatik monolog, en yetkin örneklerini Victoria dönemi İngiliz şairlerinden Robert Browning’in (1812-1889) verdiği, T. S. Eliot (1888-1965) ve Ezra Pound (1885-1972) gibi şairlerce geliştirilen bir şiir türüdür. Eliot’a göre bir dramatik monologda üç ses bulunur. Bunlar, şairin kendi sesini temsil eden birinci ses, başkalarına seslendiği ikinci ses ve bir karakterin ya da karakterlerin ağzından konuştuğu üçüncü sestir.

Edip Cansever’in hem Eliot’tan etkilenerek hem de çoksesli bir şiire ulaşmak amacıyla benimsediği bu tür, öncelikle onun dünyaya bakışıyla örtüşmektedir. Modern dünyada insanın gündelik edimlerini yerine getirirken kılıktan kılığa girdiğini, çeşitli rollere bölündüğünü düşünen Cansever, hep birilerine ya da bir şeylere uyum göstererek yaşadığımızı, bunun sonucunda ise giderek kişiliğimizi yitirdiğimizi vurgular (“Şiiri Bölmek” 126). Cansever’e göre, şiiri anlatıcılara bölmek, yani dramatik bir şiire yönelmek, bu bölünmüş bireyin şiirde hakkıyla temsil edilmesini sağlar.

Dramatik monolog, antik dönem tragedyalarındaki kahramanların içinde bulundukları çelişkiyi miras alır. Modern dramatik şiir tragedyadan doğmuştur. Tragedya ise, Sevda Şener’in de belirttiği gibi, “bir çelişkiler sanatı”dır (Şener, Yaşamın Kırılma… 104).

Tragedyalardaki çelişki, karakterler arasında bir çatışma olarak yaşandığı gibi, bir karakterin kendi içinde yaşadığı ikilemi de ifade eder. Antigone hem cesur hem çaresizdir; bir yandan Kreon’un emirlerine karşı çıkarak büyük bir cesaret gösterir, diğer yandan tanrıların belirlediği yazgıya boyun eğerek çaresiz bir şekilde ölümünü kabullenir. Benzer şekilde hem isyancı hem tutucudur; Kreon’a başkaldırmasının nedeni, kardeşinin cenaze töreniyle ilgili olarak kralın tanrısal yasaların öngördüğü şekilde davranmamasıdır; bu haliyle, bir isyancı da olsa, Kreon’dan daha muhafazakâr bir tutum sergiler. Modern çağın insanı ise tragedyalarda çizilen karakterlerden çok daha bölünmüş durumdadır. Yalnızca bir ikilem içinde değil birçok varoluş biçimiyle karşı karşıyadır.

MODERN İNSANIN BÖLÜNMÜŞLÜĞÜ ve TRAJEDİLERİ

Bu biçimler, tragedyalarda olduğu gibi her zaman birbirlerinden kolaylıkla ayırt edilemez. Eliot’ın ve Cansever’in şiirlerinde zaman zaman anlatıcıların seslerinin birbirine girmesini de bu açıdan değerlendirmek gerekir. Eliot’ın en önemli dramatik monologlarından biri sayılan Çorak Ülke, büyük kentlerde yaşayan modern insanın parçalanmışlığı üzerine kuruludur. Kendini Teiresias olarak tanıtan bir karakter, iki hayat arasında bocalar durur: “Ben T[ei]resias, iki hayat arası bocalayan, kör, / Pörsük dişi memeli yaşlı adam” (Eliot, Çorak Ülke 50). Bu dizelerde de görüldüğü gibi, karakterin cinsiyeti bile çelişkilerle ifade edilir; hem dişi memeli hem yaşlı adamdır. Çorak Ülke’de bir karakterin cinsiyetini ayıramadığımız gibi, bazen onu başka bir karakterden ayırmamız da güçleşir. C. M. Bowra’nın Çorak Ülke üzerine bir yazısında belirttiği gibi, şiirde “[g]örüntü görüntüye, karakter karaktere karışır” (180).

Sylvia Plath’ın başarılı dramatik monologlar arasında sayılan Üç Kadın adlı yapıtı da çelişkilere ve bölünmüşlüğe odaklanır. Plath bu kitabında anne olmanın yarattığı etkiyi anlatabilmek için şiiri üç sese böler. “Birinci Ses” başlarda korkunç bir fırtına olarak gördüğü gebeliğinden yakınır, ancak oğlunu kollarına aldığında bütün bebeklerin dünyaya dökülen mucizeler olduğunu düşünür; ölü esmerlik, anne olunca “süt ırmağı”na dönüşmüştür (42). “İkinci Ses” sürekli düşük yapan bir “anne”dir; çocuk doğuramaz ama “cesetler yarat[ır]” (35). “Üçüncü Ses” bakamayacağı bebeğini doğumevinde bırakmak zorunda kalır, ama dışarı çıktığında “taburcu edilen bir yara[dır]” artık; anne çocuğu bırakır, hastane yarayı doğurur (47). Sylvia Plath’ın çocuklarına bakmak ile iyi bir entelektüel olmak arasında gidip gelen ve sonunda intiharla noktalanan yaşamı dikkate alındığında, üç sesin toplamından ortaya çıkan çelişkiler daha iyi anlaşılır.

Edip Cansever’in dramatik monologları da modern insanın bölünmüşlüğü ve çelişkileri üzerine kuruludur.

Umutsuzlar Parkı’nın birbirlerinden ayırt edilemeyen bireyleri, gündelik yaşamın gerektirdiği davranışlar ile kendi istedikleri yaşam biçimi arasında kalarak sürekli bir sıkıntı içinde yaşarlar. Toplumsal rollerin dayatması, evlerinde bile kendileri olmalarına engel olur. Ev dışarısı, dışarısı da ev gibidir. Bir yandan evi sırtlarından atıp dışarı çıkar, diğer yandan dışarıda bile dört duvar arasında kalırlar.

Tragedyalar’ın en önemli karakterlerinden biri olan Stepan ise başkaları tarafından biçimlendirilmiş bir mutluluğu yaşamamakta direnir. “İçkiyle aşıyorum, içkiyle çözüyorum bu cehennemi” (177) diyerek kendisini alkolde var eder. Ancak alkol kendi cehennemiyle birlikte gelir (206). Tragedyalar’da karakterlerin varoluşlarını tanımlayan “alkol biçiminde olmak”, başlı başına bir çelişkinin ifadesidir.

Çağrılmayan Yakup’ta ilk şiirin anlatıcısı hem Yakup hem Yusuf’tur. Pesüs’ün anlatıcısı ise donmuş bir dünyada “bir pesüs gibi ağırdan yan[ar]” (244). Karakterlerin çoğu, bir yandan kendilerine başka biriymiş gibi dışarıdan bakar, bir yandan da boyun eğme ve direnme arasında gidip gelirler.

Ben Ruhi Bey Nasılım kitabının baş karakteri Ruhi Bey ise kendisini gerçekleştirmesine engel olan geçmişini benliğinden ayırır, bir “ölü” olarak gördüğü bu parçaya bir cenaze töreni düzenler. Mesleği yaşamın sonuyla ilgili olan Cenaze Kaldırıcısı’nın adı, yaşamın başlangıcını simgeleyen Adem’dir. Kitabın temel çelişkisi, modern insanın ölümünü de yaşamını da kendi içinde taşıdığına ilişkindir.

Bezik Oynayan Kadınlar’da Seniha, bir yandan fahişeliğe çok uygun olduğunu düşünür, diğer yandan ne sevgisini ne de tenini kimseye veremediğini söyler. Cemile ise büyük olasılıkla uydurmuş olduğu anılarını unutamamaktan yakınır. Cemal’in kendini yaşlı bir çocuk olarak görmesi, gerektiği gibi yaşamadığını gösteren bir çelişkidir. Karakterlerin yaşadığı evin kapısı sık sık çalınır, ama gelen “yok”tur.

Oteller Kenti’ndeki karakterler de hep bir çelişki ve bölünmüşlük içindedir. Metrdotel, ne erkek ne de kadın olamamasından kaynaklanan bir ikilem içindedir ve neden iki kişi olduğunu sorgular (358). Tenis Öğretmeni, “Gül içinde bir sümbülün iç çekişi”dir (383). Bayan Sara’da ise her şey ayrı ayrı yaşamaktadır: “Her şey ikiydi sanki – ben bile –” (380).

Edip Cansever’de hem kendi içlerinde çelişkiye düşen, hem de çevreleriyle çatışma içinde olan karakterler, Browning’in ya da Eliot’ın bazı şiirlerinde olduğu gibi tarihsel metinlerden ya da mitolojik öykülerden değil, İstanbul’un kamusal mekânlarından seçilirler. Toplumsal yaşama uyum sağlayamayan ve kendilerine yabancılaşmış durumda olan bu karakterler, çoğunlukla toplumun en marjinal kısmında yer alırlar. Örneğin, Stepan ve Vartuhi eşcinsel, Diran iktidarsız, Genelev Kadını mazoşist, Ruhi Bey sadist, Seniha ve Ester fahişe, Metrdotel aseksüeldir. Hemen hemen çoğu alkolik, asosyal ve İstanbul’un azınlıklarındandır. Birçoğu, gerek fiziksel özellikleri gerekse toplumsal konumları ya da meslekleri itibariyle şairden farklılığı kolayca ayırt edilebilen karakterlerdir.

Dramatik monologlarda okur ile anlatıcı ve anlatıcı ile şair arasında bir mesafenin bulunması önemlidir. Anlatıcının sesinin şairin sesiyle karışmaması gerekir. Edip Cansever karakterlerini marjinal insanlardan seçerek hem okur ile anlatıcı hem de anlatıcı ile şair arasına temel bir mesafe koyar. Ancak, zaman zaman bu şiirlerde şairin varlığını da duyumsarız. Cansever bir söyleşisinde Umutsuzlar Parkı’nın “bağlantılarını yitirmiş insanlara yanıtlar hazırl[adığını]”, bunu da “onlara karşı çıkarak değil, aynı durum içinde onlara katılarak” yaptığını söyler (“Umutsuzlar Parkı’nda Bir Umutlu...” 187).

Umutsuzlar Parkı ve Nerde Antigone kitaplarında anlatıcılar birbirlerinden net bir şekilde ayrılmadığı için şair de onlar arasında biridir. Umutsuzlar Parkı’nda şairin sesini ayırt etmek güçtür. Nerde Antigone’de ise “Ne çıkar siz bizi anlamasanız da” gibi dizelerle sanki dönemin eleştirmenlerince yazdıkları anlaşılmayan bir şairin sesi vardır. Tragedyalar’la birlikte karakterlerin adları ve özellikleriyle şiirde daha net bir şekilde yer aldıkları görülür. Ancak, kitabın son bölümlerinde üst anlatıcının sesi ile Armenak’ın sesi birbirine girer. Ben Ruhi Bey Nasılım’da “Acaba” başlıklı bölümün anlatıcısı, şiirle ilgili ipuçları veren şairin sesidir. Bezik Oynayan Kadınlar’da ise şairin şairi olarak Ester ortaya çıkar. Oteller Kenti’nde ise “Hoparlördeki Ses”, anlatıcıların sözlerinin arasına girerek kimi yorumlarda bulunur. Ancak, bu sesi karakterler değil, yalnızca okur duyar.

EDİP CANSEVER OYUN YAZDI MI?

Cansever’in “İnsan anlatan bir yaratıktır. [….] Benim için şiir bir anlatma yoludur. İletmek istediğim özdür beni uzun yazmaya zorlayan” şeklindeki sözleri (“Günümüzde Türk Şiiri Üstüne…” 353), dramatik monoloğun başka bir karakteristiği olan anlatıya dayanması özelliğini ortaya koyar. Anlatı, dramatik monoloğa ilişkin kuramsal çalışmaların çoğunda bu türün temelleri arasında sayılsa da, şiirde yer alan karakterlerden söz edilirken anlatıcı yerine “konuşmacı” (speaker) teriminin tercih edildiği görülür.

Bunun nedeni, Browning’in monologları başta olmak üzere, dramatik monologların bir kısmında birine ya da birilerine “seslenme” eğiliminin varolmasından veya şiirde bir dinleyicinin var sayılmasından olsa gerektir. Dramatik monologlar, birilerine açık bir şekilde seslensin ya da seslenmesin, bir konuşma ritmi yaratırlar ve bunu farklı şekillerde sürdürmeye çalışırlar. Konuşma ritmi, Edip Cansever şiirinin de belirgin özelliklerinden biridir ve onun şiirine Garip akımından taşınan belki de tek özelliktir. Ancak, dramatik monologların sahnelenmek için yazılmadığı göz ardı edilmemelidir. Browning de Eliot da sahnelenmek üzere oyunlar yazmışlar, ama dramatik monologlarını bunlardan ayrı tutmuşlardır. Hatta Browning’in dramatik monologları ne kadar başarılıysa, oyunları da bir o kadar başarısız bulunmuştur (“Browning, Robert” 21).

Edip Cansever ise zaman zaman oyun yazmak istese de bundan hemen vazgeçtiğini, şiir varken buna gerek olmadığını söyler (“Yaşam Öyküsü” 25). O halde dramatik monolog, bir konuşma ritmine sahip olsa da, sahnelenmek üzere yazılmayan ve anlatıya dayanan bir tür olduğu için, bu şiirlerde söz alan karakterlere, bu kitapta da yapıldığı gibi, konuşmacı yerine anlatıcı demek daha doğru olacaktır.

Hem Browning’in ve Eliot’ın hem de Cansever’in dramatik monologlarında mitolojik göndermelere sık rastlanır. Ancak, Cansever’in şiirinde mitolojik öğe bir karakter olarak değil bir imge olarak vardır. Bunların en önemlisi Phoenix’tir. 500 yılda bir kendini ateşe atan ve küllerinden yeniden doğarak kendini yenileyen Anka kuşu olan Phoenix, Cansever’in neredeyse bütün dramatik monologlarının temelinde yatar.

Umutsuzlar Parkı’ndaki anlatıcılardan biri, “bir yığın ölüden” gelmiştir. Benzer şekilde Tragedyalar’ın Stepan’ı da “bir ölü gömme töreninden doğmuş”tur. Yine Tragedyalar’da Lusin’in çirkinliği aşmak için onun içine düşmek gerektiğini düşünmesi ve Diran’ın “Unutulmuş bir erkekliğin / Acısından oluşan bir Anka”ya (166) benzetilmesi, Phoenix’i yeniden üreten imgelerin başında gelir. Çağrılmayan Yakup’ta yer alan bir anlatıcı, “düzlük”le savaşır ve her defasında “yeniden” yenilir. Ben Ruhi Bey Nasılım’da ise ilk kez bir karakter ölülerini “yangın”la gömmeyi başarır ve yeniden doğumun mutlu sürecini yaşar. Bezik Oynayan Kadınlar’da Cemile, yaşadığı yeri “yok oluşumdan doğan kent” (193) şeklinde tanımlar. Ester ise yeni başlangıçlara dikkat çeker. Oteller Kenti’nde yer alan Bayan Sara’nın küllerinden ise ilk kez kendisi değil bir başkası, Tenis Öğretmeni doğar. “Hoparlördeki Ses”, “Geldiler işte. Meydan ateşinden, külden geldiler. Yaratırken yaratılmaktan geldiler” der (412). Böylece Cansever’in ilk dramatik monologlarında yalnızca bir ayrıntı gibi duran Phoenix, yaşamın sürekliliğine işaret eden bir anlam kazanır. Edip Cansever’de dramatik monoloğun Phoenix’in evrimi üzerine kurulu olduğu söylenebilir. Her kitapla birlikte yeniden üretilen Phoenix, yaşamın acımasız çelişkileri içinde tekrar tekrar küllenir. Her kül oluşta ise başka anlatıcılara bölünerek yeniden doğar.

Edip Cansever’in dramatik monologları ile Eliot’ın şiirleri arasındaki en önemli farklardan biri de insanlara sunulan çareye ilişkindir. Çorak Ülke, bir çözümsüzlük durumunu tekrar etse de, Eliot’ın sonraki şiirlerinin çoğunda modern insanın mutsuzluğunun temelinde yatan nedenin inançsızlık olduğuna dair bir düşünce açığa çıkar.

Örneğin, Türkçeye “The Rock’dan Korolar” (“The Rock”) başlığıyla çevrilen şiirinde insanların tanrıyı ve kiliseyi yadsımaları, bunun yerine parayı ve iktidar hırsını koymaları eleştirilir (Çorak Ülke 111). Eliot’ta karakterlerin, yaşadıkları ikilemlerden inançlarıyla kurtulabileceği sezdirilir. Onun şiirinde çare öte dünyadadır. Cansever’in şiirlerinde ise çare, zaman zaman belirsiz bir şekilde yer alsa da, Phoenix imgesindedir.

Cansever’in şiirinde insanın yaşadığı çelişkiler kendini kül etmesine neden olur, ancak o, bu küllerden yeniden doğar. Bu açıdan Cansever’in şiiri Eliot’ın şiirinden daha trajik bir alanda seyreder.

İnsanın trajedisi cennete kavuştuğunda bitmeyecek, insan kül olmayı ve küllerinden doğmayı sürdürecektir.

Devrim Dirlikyapan
(Ölümü Gömdüm, Geliyorum: Edip Cansever Şiirinde Varolma Biçimleri
, Metis Yayınları, 2013. Sayfa, 203-09)

Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)