Son Dakika



Erkek şairlerden en çok Ahmet Erhan’a benzer. Poetika olarak tabii.

Hüzün, toplumdan rahatsızlık vb. Ancak doğrudan etkilenme yoktur. Hem onun söyleyişi konuşur gibidir. Oysa diğerlerinde bu duygu oluşmaz. Bu yönüyle zor olanı başarmış, üstesinden gelmiştir. Okuyucu, böylesine rahat söylenen, konuşur gibi yazılan şiirin kolay yazılabileceği duygusuna kapılabilir, oysa öyle değildir. Bunu sağlamak zordur ve yetenek gereklidir.

İşte Didem Madak birden bire böylesi bir söyleyiş, biçem ve poetikayla çıkıverdi 90’lı yılların ortalarında. Özgün, kimselere benzemeyen şiiriyle kısa zamanda dikkat çekti. Bir kısım eski şairler eski yazıyorlardı. 80’li abiler, ablalar genel olarak sözcüklerle oynuyor, absürd biçimde sözcükleri üst üste bindiriyor, imge bombardımanı yapıyor, şizofreniform metinler oluşturuyorlardı. 80’li baskı henüz bitmemişti ve onlar belki hâla 12 Eylül korkusunu yaşıyorlardı.

Didem Madak sol siyasetin içinden çıksa da sol, militan bir şiir yazmadı. Sevecen, şefkatli ama aynı zamanda kendini ve kadını savunan protest bir kentli (küçük burjuva kökenli denebilir) şairdi. Kadını savunan derken tipik feminist bir şair olduğunu söylemiyorum. Genelde dünyanın ve tüm insanların iyi, mutlu olmasını isteyen bir şairdi. Bütün olarak bakıldığında ne ilk şiirlerindeki siyasi duruşu ne sonraki dinsel arayış içindeki duruşu ne de daha sonrası doğrudan politik olanı içermez. İnsani olanla, insan sorunlarıyla ilgilenmiştir. Bunu yaparken de doğal olarak devlete, iktidara, toplumun birey üstündeki baskısına, kadın–erkek ilişkilerindeki dengesizlik ve kadın olmanın özel sorunlarına hep ilgi gösterdi. Özgün ve kimselere benzemeyen bir duruşu, tutumu oldu.

Şair ve eleştirmen Orhan Kahyaoğlu şunları söyler: ”Bu bağlamda, Madak’ın şiiri top yekun bir dişil karaktere sahiptir diyebiliriz. Kadının varlıksal sorunu kadar; belki en az bunun kadar tüketim kültürü ve ideolojisinin kadın üzerinde yarattığı basınç, sınıfsal bağlamlar içinde de sorgulanır. Kadın özneler, kadın giysileri, kadın eşyaları, yiyecekler-dolayısıyla da çokça mutfak’ı- tüm çeşitliliğiyle şiirlere sıkça yedirilirken şair bunları sembol olarak da kullanarak şiirinin merkezine doğru çekmeyi başarır. Hem de masalımsı, çocuksu dil ve söyleyişlerden de vazgeçmeden”(1)

Kahyaoğlu’nun belirttiği gibi dişil özellikler, dil, özellikle kadının günlük yaşantısına aittir. Genel olarak cinsellikle ilgisi yoktur. Hatta denebilir ki cinsel, erotik yönden neredeyse hiçbir şey yoktur. Bu onun çocuksu yapısından, şiirinin masalsılığından ve şiirinin odağında annesinin olmasından da kaynaklanıyor olabilir. Ya da ödipal zorlanma (elektra kompleksi: Baba için anneyi rakip görme ve onunla yarışma, rekabet etme. Ödipal dönemden (3-6 yaş arası) babadan vazgeçip anneyle özdeşim kurarak sağlıklı biçimde çıkma. Babanın prensesi ve ona daha çok düşkün) karşısında kendisini aseksüel olmaya doğru çekmiş (tabii bilinçdışı olarak) cinsellikten uzak durmuştur.

Öyle ki, erkeklere abartılı biçimde, öfkeyle “protez bacaklarıma bile ıslık çaldılar” diyecek, bir dönem örtünmesini de olası ki cinsellik başta olmak üzere “bütün kadınlığından kendini arındırma” olarak görecektir.

Hatta ilk şiirlerinden birinde “Asaletim de sizin olsun baylar, rezaletim de! / Beni bir sutyen lastiğiyle asın” demiştir.

Burada “baylar” derken eril toplumun bütününü kastediyor olmalı (babası hariç değil). 'Sutyen lastiği’yle asılmak istemesi de kadına yönelik ceza verilmesinin (sadece kadın olduğu için ceza verildiğinin) altını kalın çizgiyle çizmek içindir.

Öte yandan sanki kadın yaptıklarıyla bu cezayı, ölümü hak etmiş de suçluymuş gibi kendi kullan/dığı/dıkları bir nesneyle cezalandırılması daha uygunmuş gibi bir ikilem (?) oluşturuyor. Bu da yine ödipal karmaşasının bilinçdışından bilince çıkan malzemesiyle ilgili olabilir. Anneye karşı işlediği psikodinamik, düşsel bir suçun dışavurumu. (Dört yaşlarında bir küçük kız, babanın prensesidir. Baba 1974 Kıbrıs Savaşına katılır. Babam gitmesin annem gitsin, der. Bu aile arasında şaka konusu olur (kardeşi Işıl Madak’la görüşme) Savaşı ne kadar biliyordur? Bilemiyorum. Ama babanın daha değerli olduğu kesindir. Babacıdır yani. Sonra her şey ters yüz olacak ve anne erken ölümüyle her şeyi, şiirinin kaynağı olarak varoluşunu sağlayacak bir etki yapacaktır). Oysa bir kadın olarak işlediği bir suç ve hak ettiği bir ceza yoktur. Ceza ataerkil, eril bir toplumun kadına yönelik tutumuyla ilgili bir protesto olarak da okunabilir. Psikodinamik açıdan bakacak olursak; çok hassas bir yaşta; ergenliğin başlarında annesini kaybetmesi çok ağır bir travmaydı onun için. Öncesinde 12 Eylül döneminde gece ev baskını, babanın alınıp götürülmesi, korkulu mısır tarlası hışırtıları vb. Babayla o yıllarda, çocukken ilişkisi çok iyiydi. Altı yıl evin ve babanın prensesi olmuş olabilir.

Sonra bir kız kardeş geliyor: Işıl. Haberli mi, alıştırılarak mı geliyor yoksa bir gün kucakta bir çocukla mı eve geliyorlar? Bilmiyorum. Önemlidir. Aynı cinsten olması erkek rekabeti getirmemiş ama prenses tahtı sallanmış olabilir. Ya da tümüyle tahtını kaybetmiştir. Baba küçük kızına daha çok ilgi göstermeye, onu kucağında taşımaya, saçlarını daha çok okşamaya başlamıştır. (Işıl Madak’la görüşme) Didem bunun farkındadır.

O yıllar tam da ödipal sorunların aşılmaya çalışıldığı yıllardır. Olası ki Didem babadan uzaklaşmaya, anneye yaklaşmaya başlamıştır. Kızların, genç kızların babayla ilişkileri çok önemlidir. Genel olarak ödipal savaştan yenik çıkmışlardır. Savaşı da prensi de kaybetmişlerdir. Bağırlarına taş basarlar çünkü karşılarında anne; onları doğuran, çok bağlı da oldukları varlık vardır. Tamam der çekilirler. Bir prens doğurmanın hayaliyle avunurlar (Freud’a göre). Tabii Freud bu konuyu abartarak, kızların kendilerinin sahip olmayıp kıskançlık duydukları (penis envy: penise imrenme) durumdan da kurtulabileceklerini söyler. Tabii bu görüşe kadınlar başta, katılmayan birçok psikanalist olacaktır (K. Horney vb.). (Ama Didem olası ki erkek değil bir kız doğurmak ve ona da annesinin adını vermek, onda anneyi yaşatmak istiyordu ki o da oldu. Ama Küçük Füsun’un işinin zor olacağı söylenebilirdi. Sonra çok daha zor olan bir süreç başladı.)

Ama anne erkenden ölünce (özellikle ergenlik döneminde) savaş tamtamları yeniden çalabilir. Bu kez karşısında doğuran değil, sıradan, prenses olmak ne demek “pespaye“ bir rakip vardır. Ne hikmetse baba; onu “satmış” ve “o kadınla” birlik olmuştur. Ödipal duygular ergenliğin fırtınalı bu günlerinde yeniden harekete geçmiştir. Bu dayanılmazdır. Delikanlılık döneminin başkaldırısı, hırçınlığı vb. başlar. Bu yönüyle Amerikalı iç dökümcü şair Sylvia Plath’a benzer. Baba nefreti onda da çok yoğundur:

“Yok artık bir işe yaradığın yok / Tam otuz yıl zavallı / Kanı çekilmiş bir ayak gibi İçinde yaşadım senin kara kundura / Ancak bir soluk, ancak bir / Hapşu. / … Babacığım, öldürmek zorundaydım seni. /Ben zaman bulamadan ölüverdin / Baba, babacığım, alçak herif, seninle işim bitti.”(2)

Onun ödipal duygularının yansıması olarak, olası ki biraz da suçluluk duygularıyla annesini anlattığı şiirinden küçük bir alıntı: “Yaşasaydın hayatının ortasına / Güller yığan bir adam olsun isterdim babam. / Sen bir çocuk romanı annesi ol isterdim / Ölü mısır tarlaları hışırdıyordu / Ve kalbimde çıngıraklı yılan sürüleri / Diye başlayan bir çocuk romanında…" (3)

Bu noktada şunları da yeniden belirtmekte fayda var: Ödipal duyguların yansıması derken anneye karşı suçluluk duygusu olmuş olabilir, diyorum. Öte yandan anneyle öylesine yoğun, sıkı bir bağı var ki onu rakip olarak görmek, baba için onunla yarışmak pek olası değil gibi görünüyor. O da bilinçdışı deseksüalizasyon yaparak cinsellikten uzak, çocuk gibi olma, kalmayı seçmiş ya da öyle olmuş olabilir. Dışa vuran davranışlarında ve yazdıklarında öyle görünüyor. Güncel yaşantısını bilemeyiz. Aşkları, evlilikleri vb. Belki bir insan, kadın olarak cinselliğe çok olumlu bakıyordu, uzak değildi ama şiirine yansıyan böyle görünüyor.

Cinsellikle ilgili, çocuksu ve histriyonik, cinselliğe biraz uzak bir kişi olabileceği düşünülebilir. Bunu annenin baskın karakteriyle ilgili de görmek olası. Anne öyledir ya da çocuk Didem öyle algılamaktadır. Belki evde, anne, sözü geçen, her şeyi düzenleyen, gerektiğinde otoriter ama çok da seven biriydi. Onun yoğun sevgisini kaybetme kaygısıyla böylesi bir tutum ve kişilik geliştirmiş olabilir. Annenin ölümünden sonra baba, daha uzun zaman tanımadan, Didem’le biraz olsun flörtöz (psikodinamik anlamda) döneme izin vermeden hemen biriyle evlenmiş, rakip olarak karşısına dikmiştir. Bu kadar hızlı davranılmasa baba-kız ilişkileri bu kadar kötü olmayacak, bu kadar yersiz yoksunluk ve yoksulluk (bodrumlar, tezgahtarlık vb.) çekilmeyecekti. Ama o zaman belki bu şiirler de yazılmayacak hatta Didem Madak diye bir şairimiz de olmayacaktı. Baba sanki anneye iyi davranmıyormuş gibi bir izlenim var ancak yanıltıcı olabilir. Belki de hep “güller yığan” bir adamdır. Ama şairin isteği öyle.

Ayrıca masallar anlatan çok iyi aynalama (Kohut ve Lacan’ın aynalama dedikleri çok önemlidir. Sevgi almayı vermeyi öğrenir çocuk) yapan, sevgi dolu bir anneden “çocuk romanı annesi” olması isteniyor ki o zaten öyleydi. Mısır tarlalarının korkusunu yok etmek için neler yapmıştı? Sabah bütün mısırları kesip atmıştı. “Çıngıraklı yılan sürüleriyle” yaşanan çocuksu korkuyu anımsatıyor.

Olası ki küçük kardeş Işıl, olan biteni kaygıyla izlemekte, ortalığı yatıştırmaya çalışmakta, iyi kız olmak da istemektedir. Abla artık hırçın, isyankar, evden kaçan, kimseye haber vermeden evlenen “kötü” kızdır. Baba vb. öyle görmektedir. Didem de bunun gereğini yapıyor gibidir. Ama yufka yüreğiyle çok da kötü olamamaktadır. Öncelikle bağımsızlığını kazanacak, kardeşini kurtaracak, babaya ve yeni karısına inat, mutlu mesut yaşayacaklardır. Mutsuzdur. Bir gece Şair Müjde Bilir’e gidecek ”Mutsuza kim bakacak?” “Mutsuza iyi bak Maviş anne” diyecek. Sonra da aylarca görünmeyecektir.

Kardeşi Işıl çok iyi bir iş yapacak; dağınık şiirleri toplayıp bir dosya haline getirip İnkilap Yayınevi’nin ilk şiir kitabı yarışmasına gönderecektir. Sonra o dosya birincilik alacak ve ilk kitap basılmış olacaktır: “Grapon Kağıtları”.

Aynı kentte uzun süre yaşamamıza karşın birkaç kez karşılaştık Didem’le. Ya şiir ortamlarından uzak duruyordu, çekingendi ya da başka nedenleri vardı. Beni şair olarak yakın buluyor olmalıydı. Yakın duyarlıkların şairleriydik. Bir şiir festivalinde karşılaştığımızda kucaklaştığımızı anımsıyorum. Çocuksu görünen, sevimli, sevecen bir insan izlenimi bırakmıştı bende. Gerektiğinde panter gibi de olabiliyormuş. Didem Madak, açık sözlü, söyleyeceğini doğrudan söyleyen, lafı gevelemeyen, konuşur gibi yazan, yani konuşma dilini çok kullanan, o nedenle de içdökümcülüğe ya da başka deyişle “itirafçı şiir”e denk düşen bir şairdir. Dik duran bir şairdir.

İlk kitabı Grapon Kağıtları’nın arka kapak yazısını olası ki o yazmış olabilir ya da danışılmıştır; şöyle der:

"Bu kitapta yer alan şahıs ve mekânların gerçekle alakaları tamdır. 370 Türk Şiirinin Psikanalizi Kahramanları hep yanlış ata oynayanlardır. Kediler, kadınlar, muhabbet kuşları, gözyaşları… Hepsi sahiden vardır ve bir dönem yaşamışlardır." (4)

Şiir yolculuğunun en başında, okurunu uyarma ihtiyacı hissediyor, bir anlamda “elinizde tuttuğunuz bu kitap bir hayal ürünü değildir” diyordu. Çünkü onun şiirleri “yalnızca gerçeği” söylemeye adeta yemin etmiş, inançlı bir kalemin saflığıyla dile geliyordu. Yaşamıyla yazma süreci arasındaki hakikatli ilişki, şiirlerinin en belirgin özelliğidir. Bu nedenle şiirinin okuduklarından çok hayatından, yaşadıklarından beslendiğini söyler. Çünkü “olağanüstü hâl şairi”dir o. Çünkü ona göre “şiir hayati bir şey”dir. “…Erken öleceğini bilmiyordu kuşkusuz. Ama bir şey var ki, o 'ödünç gözlerle' baktığı hayat, tüm gerçekliğiyle şiirine sızdı ve onu büyüledi. Bu yüzden de hayatını 'samimiyet ve cesaretle anlatmak' önemliydi onun için. İçinden gelen, karşı koyamadığı bir zorlamayla yakın ilgisi vardı bu samimiyetin. Bize duyurduğu, hissettirdiği hep bu samimiyetti."(5)*

Didem Madak’ın şiiri yapılan değil, yaşantısından çıkarılan, yaratılan bir şiirdir. İster yazılı olarak kağıda geçsin ister yazısız, sözel olarak havada uçuşsun, bu şiirler doğrudan insanın, özellikle kadınların kalbine giden şiirlerdir. Onun için 41 yaşında, trajik bir yaşamın ardından trajik biçimde ölümü sonrasında herkes ama daha çok kadınlar onu bağırlarına bastılar, içlerine aldılar (internalizasyon) onunla özdeşim (identifikasyon) kurdular ve demir çarık demir asalarla yollara düştüler. Sevenleri olmadık bir kalabalık oluşturdular. Her kesimden, her sınıftan, her cinsten insanlar onu çocukları ya da kardeşleri gibi içlerinde taşıdılar, taşıyorlar.

Kimi okuyucu annesi erken ölen çocuğun annesi oldu, saçını okşadı, bağrına bastı, kimi kardeşi oldu “ayın sığışmadığı” “uzun siyah saçlı kız”; ona “karınca kumu” taşıyan, cevşen veren Işıl’a yoldaş oldu. O kadar yoldaş oldular ki sanki kardeşi onun bir parçası, kimliğinin bir kısmı gibi ilgileniyor, ona da Didem gibi bir kutsallık, mitik (?) bir kimlik atfediyorlar. Oysa O da artık sıkı metinler yazan, estetik kaygısı yüksek, düzeyli bir yazar. En azından edebiyat dünyası bunun farkında olacaktır.

Didem’in çok sayıda şiirinde kardeşine yönelik yoğun sevgisi buna neden olmuş olabilir. Sevdiği, tutunduğu, hayatın zulmünden kurtardıkları dakikalarda birlikte gülüp şakalar yapıp mutlu olduğu tek varlık oydu. Ayrıca annenin sağ olduğu, anne-baba ve iki kardeşin birlikte oldukları, çocukların oyunlar oynadıkları mutlu çocukluk yılları yaşamının en güzel yıllarıdır. Öte yandan bu yoğun ilgide Freudiyen bakışla psikodinamik çok şeyin yaşanmış olabileceği de söylenebilir. Altı yaşına kadar evin, anne-babanın bir tanesi, prensesiydi. Öğretmen anne-baba tabii ki çok özen gösteriyorlardı. Şiir ve müziğe düşkün, duyarlı, olası ki coşkuyla sevgi veren insanlardı. Kendilik Psikolojisi ve Lacan açısından çok iyi aynalama yapıyorlardı. Özellikle annenin yaptığı aynalama çok güzel, belirleyiciydi. O nedenle Didem kişilik olarak hep olumlu düşünen bir yapı kazandı. Zaman zaman “hayatın beyhudeliği”, intihar benzeri sözler etse de genelde hayata olumlu baktı, muhalif durdu ama hayatı, kendi yaşamını savundu. Kardeşine de öyle bir örnek oldu. Derken bir gün sepette bir çocuk çıkageldi. Bekliyor muydu? Bilmiyorum. Baştan söylemişler miydi? Sanmam. Belki de kendisi “bir kardeşim olsun” diye tutturmuş da olabilir. Nasıl olursa olsun, hiç fark etmez. Sepette gelen “o yaratık” anne-babasını elinden almış, artık onun etrafında dönmeye başlamışlardır. Doğal olan budur. Hele anne ikide bir göğsüne yapıştırıyor o yaratığı, kendi yaslandığı, kokladığı, kaç yaşına kadar (?) emdiği memeler artık başka “yaratığın” ağzında. Kardeş demek kolay değil. Bak yavrum kardeşin o senin, dediklerinde belki daha çok öfkeleniyor. Beşiğinde uyurken şu yastığı ağzına kapatsam diye düşünüyor, belki yapıyor ya da seviyor gibi yapıp çimdik atıp ağlatıyor. Anne baba bu nedenle kızıyor, cezalandırıyorlar. Hem anne-babasını elinden aldı hem de onun yüzünden ceza alıyor. “Ah. Ölse de kurtulsam bundan” “Ya da götürüp bir cami avlusuna bıraksınlar, başka çocuğu olmayan birileri alıp gitsin”. “Yok yapmıyorlar. Ölmüyor da. … Nasıl öldürebilirim? Yastıkla mı? Kucağıma alıp balkon kenarına gitsem birden düşüverse hem annemler de kızmaz, düştü diye.” Bu senaryolar uzayıp gidebilir. O, 6 yaşındaki çocuğun hayal gücüne ve öfkesine bağlı olarak değişebilir. Tabii bunlar bir çocuğun zihninden geçebilecek, psikanalitik açıdan doğal sayılan, biraz da spekülatif düşüncelerdir. Kesinlikle böyle olmuştur denemez. Küçük bir alıntı yapalım: “Gülümsedim o sıra, Bazen sevinirim, Sevinmek nedense hep yedi yaşında Ve ah... dedim sonra, Ah!"(6) Sevinmek 7 yaşına kadarmış, sonrası ah. 7 yaşında ne olmuş? Altı yaşındayken kardeş doğmuş. En temel değişim budur hayatında. Başka bir şey olamaz. Bazıları tersine yorumlayabilir de. Özellikle çok sevenleri. Altı yaşında kardeşi doğdu, çok sevindi onun için bütün sevinmeler 7 yaşında diyor. Olabilir. Öyle de yorumlanabilir. Kohutçul Kendilik Psikolojisi yaklaşımıyla kardeş doğumunu çok olumlu yorumlamak olasıdır. Geleceğe birlikte hazırlanacaklar, ilerde çok yıllar sonra anne-baba öldüğünde birbirlerine destek olacaklar biçiminde de yorumlanabilir. Daha yumuşak, hümanist bir yorumdur bu. Belki de öyledir. Ancak genel kabul gören Freudyen bakışa göre kardeş kıskançlığı önemli bir dinamiktir. Çocuktan çocuğa değişebilir, kiminde çok az kiminde çok aşırı, hatta patolojik düzeyde olabilir.

Psikanalitik açıdan, Didem’in kardeş düşkünlüğünü, bu yoğun kıskançlık, ölsün isteme vb. nedenlerle duyduğu bilinçdışı suçluluk duygularıyla açıklayabiliriz. Didem kadar kardeşine düşkün, onu çok fazla şiirlerinde geçiren başka bir şair yok. Tabii önce annesi hemen ardından kardeşi Işıl. Baba ise çok uzaklarda kalmış prens, onu aldatmış (annesini de aldatmış- tabii psikodinamik olarak), yarı yolda bırakmış; ”kötü adam”. Bütün çocuklar böyle midir? Değildir. Beş kardeşin içine doğmuş altıncı kardeş böyle değerlendirilmeyebilir. Ama 5. Kardeşin yapısına göre benzer şeyler olabilir. Ama tek çocuğun olduğu böyle bir çekirdek ailede 6 yıl sonra, tam ödipal dönem yaşanırken gelen çocuk için özellikle öfke, istememe çok olabilecek bir durumdur. O zaman anneye yönelik öfke daha sonra adolesan (delikanlılık) döneminde babaya yönelecek, baba ne derse tersleyecek, itiraz edecek, baba da öfkeliyse yoğun çatışma çıkabilecektir. Ortalama, olağan ailelerde bu olurken, annesi erken, kız delikanlılığa girerken ölmüş, hemen sonra eve yeni bir anne getirilmişse iş çığırından çıkabilir ki çıkmıştır. Yoğun çatışma yaşanmış, Didem evi terk etmiş. Babaya inat belki ilk sevdiği (?) ya da hiç de sevmediği, hiçbir özelliği olmayan biriyle çarçabuk evlenmiş, bir süre sonra sorunlar başlamış, evlilik yürümemiş ve ayrılmış. Bu arada hukuk fakültesini bırakmış, çok çeşitli işlerde; tezgahtarlık, sekreterlik vb. çalışarak yaşamını “nemli bodrum katlarında” sürdürmüş ve bir süre de kardeşini yanına alarak birlikte yaşamışlardır. Bu günler de şiirlerine bire bir yansımıştır.

Didem’de bunlar olurken tabii Işıl’da da psiklodinamik süreç işlemiş, olası ki ablasını tahttan indirdiğinin farkına varmış, anne zorunlu olarak daha çok onunla ilgilenmiş, o yetmemiş ablanın prensi baba da onu daha çok kucakta taşımış, sevmiş, okşamış ve böylece babayı ablanın elinden almıştır. Olası ki bir çocuk olarak bilinç düzleminde çok sevdiğini gördüğü ablanın zaman zaman bilinçdışı suçlama ve öfkesini de görmüş, hissetmiş olabilir. Öyle ki genç kızlığında dağınık ablasının şiirlerini toplayıp dosya haline getirmiş, yarışmaya göndermiş, derece aldırmış ve şair olarak Türk şiirinde var olmasına vesile olmuştur. Belki başka türlü de şiirler su yüzüne çıkacak, kitap olacak aynı süreç yaşanacaktı, bilemeyiz. Öte yandan, genetik zemin ve çevresel koşulların katkısıyla ilk gençlik yıllarından başlayarak şiir ya da yazı yazması beklenebilecek Işıl Madak hiç böyle bir işe kalkışmamış, adeta ketlenmiş (inhibe olmuş), Didem Madak’ın ölümünden yıllar sonra düz yazısal metinler yazmaya başlamış, birkaç yıldır da çeşitli yayın organlarında yayımlamıştır.

Olası ki zaman zaman karaladıkları şeyler olmuştur ama bir yazar ya da şair olarak bir yayın organında yayımlama cüreti göstermemiştir. Bu düzey yeteneği, becerisi olan bir kişi bunu neden yapmıştır ya da yapamamıştır? Tabii ki bilinçdışı süreçlerle ilgili olarak. Psikodinamik açıdan olası ki altta yatan suçluluk duygusuyla ketlenmiş ve yazamamıştır. Ablanın kaybından sonra o dinamik değişmiş, gereksinim ortadan kalkmış ve Işıl’ın estetik düzeyli metinleri insan içine, okuyucu karşısına çıkmaya başlamıştır. “Öğretmen bir ailenin çocuğudur Didem. Kız kardeşi Işıl’la birlikte kısa süren, mutlu bir çocukluk yaşamışlardır. 'Işıl. Uzun siyah saçlı kız': onun bütün yaşam macerasının odağında yer alır. Anne eksikliğiyle kenetlendikleri, birbirlerini tamamladıkları bir ortak yaşamdır bu. ...Ancak 12 Eylül sürecinden ailece etkileneceklerdir. Babası Yusuf Bey, ideolojik anlamda farklı düşündüğü okul müdürüyle tartıştığı için, cezalandırılarak Uşak’a sürülür. Genç bir anne olan Füsun Hanım tayini yapılmadığı için, mecburen Burdur’da kızlarıyla kalmıştır. Ülkenin çok karışık olduğu böyle bir dönemde oldukça tedirgin günler, geceler geçirirler. Oturdukları evin arka bahçesine mısır ekmişlerdir. Geceleri mısır tarlasından hışırtılı sesler yükselmektedir. Füsun Hanım iki küçük kızıyla yalnız kaldığı o evde, kendini güvende hissedemez. O sesler yüzünden korku dolu bir gece geçirmişlerdir: Anne Füsun hanım edebiyata düşkün, çocuklarına kitaplar, masallar okuyan bir annedir. Kitaplar hakkında konuşulan bir evde büyümüştür. 'Beni edebiyatla tanıştıran annemdir' der." (7)

Ne yazık ki Füsun Hanım, yakalandığı bir hastalık yüzünden 38 yaşında hayatını kaybettiğinde Didem 13, Işıl 7 yaşındadır. O günü hiç unutamadığını söylüyor Işıl: “Bize bir şekilde duyurmadılar annemin öldüğünü. Ablam, sonradan anlattı bana: ‘Koridorda giderken dizlerimin üstüne düştüm Işıl.’ dedi. Annemin öldüğü anlarmış aslında… yani o saatlere karşılık geliyormuş, düştüğü an… Hep öyle anlatırdı. (…) Anneler gününe iki gün vardı. Ablamla hediyelerimizi önceden hazırlamıştık. Birimiz cüzdan, birimiz ruj almıştık. Hediyelerimiz elimizde kaldı...”

Yusuf Bey eşinin ölümünden kısa bir süre sonra evlenir. Didem’in babasıyla arasına giren mesafeler, her geçen gün büyüyen anne yokluğuna eklenir. Ödipal dönemin çalkantılarının etkinleştiği delikanlılık dönemi başlangıcı böylece daha da sorunlu hale gelecek baba-kız çatışması çok daha fazla sertleşecektir. O dönemde olası ki fotoğraflardan babasının kafasını keserek çıkartıp atacak, bütün ortak fotoğrafları yırtıp paramparça edecek ve babası “Kızım bütün geçmişini yok mu ettin?” diyecektir. Onun duygusu evet, iyi ettim, senin o fotoğrafta yerin yok. ‘Sen bizim hiçbir şeyimiz değilsin’dir. Öfkeli adolesan hem kendi ödipal öfkesinin hem de anneyle özdeşleşerek annesinin saydığı öfkesinin gücüyle bütün bunları yapacak, söyleyecektir. Işıl’sa olası ki olanlara bir anlam vermeye çalışacak, şaşkın biçimde ortada kalacak, ya ablasına yapma diyecek ya da “baba lütfen” diyerek ortalığı yatıştırmaya çalışacaktır.

Bu arada evi terk eden genç kızın, geniş Osmanlı ailesi gibi görünen anneannesi ve teyzeleri devreye girecek, çocuklara kol kanat gerecekler, ilgileneceklerdir. Babayla anneanne ve ailesi arasında nasıl bir ilişki yaşanmıştır? Çocukla çatışma nedeniyle baba suçlanmış mıdır? Bilmiyorum. Ancak sahiplenmek önemlidir. Böylece Didem ve Işıl yoksunluk çekseler bile pek yoksulluk çekmemişlerdir, sanıyorum. Tabii Didem kimsenin desteğini istememiş, aldığı küçük maaşla bodrum katı evlerde, rutubet içinde yaşamış olabilir. Ama onuruyla, başı dik olarak yaşamış ve aile baskısına boyun eğmemiş, arada kardeşini de yanına almıştır.

Bu zorlu günleri içeren bir şiirinden bölümler alalım: “Çiçekli şiirler yazmama kızıyorsunuz bayım / Bilmiyorsunuz. / Darmadağın gövdemi çiçekli perdelerin arkasında saklıyorum. / Karanlıkta oturuyorum. / Işıkları yakmıyorum. / Çalar saat zembereği boşalana kadar çalıyor / Acı veren bir sevişmeyi hatırlıyorum. / Bir bıçağın gereksiz yere parlaması bu. / Yıllardır kendini bulutlarda saklayan illegal bir yağmurum. / Bir yağsam pahalıya mal olacağım. / Ben bir bodrum kat kızıyım bayım / Yalnızlıktan başka imparator tanımaz bodrumum / Bir süredir plastik vazolar gibi hiç kırılmıyorum / Fakat korkuyorum. / Birazdan da / Kırküç numara ayakkabılarınızla / Bahçede oynayan çocukların üstüne basacaksınız / Bu iyi olmaz bayım! /… On dört yaşındaydı ruhum bayım bir mermer masanın soğukluğunda yaşlandı. / Protez bacaklar taktılar ruhuma ince ve beyaz / Gıcırdaya gıcırdaya dolaştım şehri / Protez bacaklarıma bile ıslık çaldılar / O ara içimde çiçeklerden oluşmuş bir silahsız kuvvet ablukaya alındı / Sinemalarda da ‘orgazm gıcırtıları’ oynuyordu. / Kaçmaya çalıştım. / Olmadı. / Bu nedenle, çiçekli şiirler yazmayı / Ruhum açısından faydalı buluyorum bayım. / …Ölüm çok iri bir sözcük değil bayım. / Kasımpatları kadar acı kokuyorum biliyorum. / Ama siz sobada sucuklu yumurta pişirip yiyen / Yoksul bir aşkın güzelliğini bilir misiniz? / Bir gül, bir güle derdi ki görse / Yalan söylüyorum / Güller bu sıra hiç konuşmuyor bayım." (8)  

Kadın-erkek ilişkisi vb. şeylerin onu çok üzdüğünü, etkilediğini anlıyoruz. Madak ekonomik güçlüklerle bodrum katlarında yaşama, insanların, yakınlarının anlayışsız incelikten yoksun davranışlarını görür, kırılır, üzülür ve bu şiir olası ki öyle oluşur.

Bodrumla ilgili ilginç imge de kullanır şiirde. “Yalnızlıktan başka imparator tanımaz bodrumum” gibi. Ardından eminim 43 numara ayakkabı giyen genç sevgilinin anlayışsızlığı, acımasızlığı gelir: “Kırküç numara ayakkabılarınızla / Bahçede oynayan çocukların üstüne basacaksınız / Bu iyi olmaz bayım!”

Ruhunun 13-14 yaşında anne kaybıyla, bir mermer masa soğukluğu üzerinde (belki musalla) yaşlandığını, bir yerlerinin çürüdüğünü, kangren olduğunu ve bacağı kesilerek, yarımlaşarak kurtulduğunu, protez bacak taktırdığını imgesel, simgesel olarak anlatır.

Toplumun erkeklerinin kadınlara bakışı ve cinselliği hep önceleyen tutumuna tepki olarak konuşur: “Protez bacaklar taktılar ruhuma ince ve beyaz Gıcırdaya gıcırdaya dolaştım şehri Protez bacaklarıma bile ıslık çaldılar”

Bu ıslıklar bizim ve doğu toplumlarının kadının kişiliğini önemsemeyen, onu yalnız bir cinsel nesne olarak gören tutumuna tepkidir. Erkekler ıslık çalarak, ahşap ya da plastik, metal parçasını cinsel nesne olarak gördüklerini gösterirler. Olası ki depresif bir süreç yaşamakta ve tepkisini bu kadar ince, alçak sesli olarak ortaya koymaktadır. Sosyoekonomik sorunların yanında anlayışsız biriyle birliktelik acı vermekte, onu depresyona sürüklemektedir. O yıllarda seks filmleri furyası vardı, sinemalar iki film birden gösterir, aralara pornografik sahneler serpiştirirlerdi. Dolayısıyla o tip filmlere daha çok erkekler gider, bilmeden giden kadınlar şaşkına dönerdi. Masturbasyon yapan erkekleri dile getiriyor. Sinema sektörü tabii dibe vurdu. Bundan kaçarak “çiçekli şiirler yazmak” onu, insanı kurtarabilecek bir eylemdir. O gerginliği katarsis yoluyla boşaltacak, ortaya bir sanat yapıtı, şiir çıkartacaktır.

Sonraki bölümde ölümün küçümsendiğini görüyoruz. Depresif bir dönemden geçtiği düşünülebilir. Depresifler için ölüm bazen istenen bir durum da olabilir. O kadar derin bir depresyon olduğunu düşünmüyorum ama ölümü umursamadığı da kesin. Sonra da “sobada sucuklu yumurta yapılan yoksul evleri” gündeme getirerek daha varlıklı bir sınıftan olduğunu düşündüren karşı tarafa; sevgili ya da tüm topluma, iktidara sitem ediyor. “O günleri hatırlayınca hep Edip Cansever´in şu dizesi gelir aklıma: ‘Bir azarlanmayla ölümünü düşünen çocuklar gibi.’ Hayatın, elini beline koymuş sinirli bir üvey anne gibi bizi azarladığını ve kardeşimle el ele tutuşup hayallerden balkonumuza sığındığımızı hatırlıyorum.”(9) Tabii azarlandığında ölümü aklına getiren, keşke ölsem de annem-babam üzülse ve benim kıymetimi anlasa diye düşünen (sanki yalancıktan ölünüp sonra yaşanacakmış gibi) çocuklar vardır ve olası ki Didem de öyle bir çocuktur.

Ayrıca bu betimlediği sahne evlerinde bire bir yaşanmış da olabilir. Belki ilk üvey anne benzer şeyler yaptı, ev yaşanmaz hale gelince de babası o kadından ayrılmak durumunda kaldı. Sonra başka bir kadınla evlenecek, o biraz daha farklı bir tutum sergileyecektir. “Kitaplara, düşlere, hayallere sığındığı, kaleme kâğıda sarılarak içini döktüğü bir genç kızlık dönemi yaşar. Ne var ki bu düşlerden hayallerden oluşan sığınak bir zaman sonra ona dar gelecektir. Hukuk Fakültesi birinci sınıfta, sınıf arkadaşı bir gençle gizlice evlenir ve evden kaçar. Kısa bir süre sonra da okulu bırakır. Parasız kaldıkları için, tezgâhtarlık, anketörlük, sekreterlik gibi çeşitli işlerde çalışır." (10) Müjde Bilir’in dediği gibi, “Öncesi ve sonrasıyla bu süreç onu çok geçmeden şiire götürecektir. Hem bir çaresizlik, hem de bir çare olarak... Zaten ona göre mutsuz bir evlilikten bir şair olarak çıkmak işten bile değildir. 'Sağ salim uyandığım her sabah şiire teşekkür ederim ben, o anlar.' der." (11) Sanki şiirle arasında, kimselerin bilmediği gizli bir anlaşma vardır. Yaşamının odağında ve onun kurtarıcısı olmuştur şiir. (12)

Bu noktada, “Psikodinamik Açıdan Cemal Süreya ve Şiiri-Annem Çok Küçükken Öldü” kitabımda Cemal Süreya için söylediğim sözleri Didem Madak için de söyleyeceğim.

Enver Ercan’ın şairle yaptığı bir konuşmada şunları söylüyor Cemal Süreya: “… Şiir ne benim için? Dramım, açmazım, kurtuluşum, batağım, sevgilim, babam, gözaltım ve kendimi hiçlemeyibilişim.... Daha önemlisi yazgım olarak da görüyorum onu. (Laf düzgün çıkmadı ama bunu aynen böyle yaz). … Şiire dadanışım da öyle rastlantı değil. Tek dayanağım bu.. ... Borç öder gibi mi yazdım şiirlerimi? Biraz öyle. Ne demiş Avustralya’da çalışan işçi şair: Borçlarım derdimden çok. Öyle görüyorum kendimi. ... Şunu demek isterim: Şiir benim hem mesleğim hem hayatımın özü olmuş. Kendimi riske etmişim orda.”

Yukarıdaki alıntıda dikkati çeken bir nokta psikodinamik açıdan çok önemlidir. Tıpkı psikanalizdeki serbest çağrışım gibi şiirin kendisi için ne olduğunu sayıp döküyor; sevgilimdir, babamdır vb. diyor ama anne yok. Oysa babanın ardından annemdir, demesi beklenir. Ama o sözcük gelmiyor. Annenin yeri öylesine büyük ve doldurulamaz ki şiirle ifade edilemiyor. Gerçekten de şiir C. Süreya için (ve başka birçok şair için de) hem kurtuluş hem batak. vb. ama aynı zamanda annedir de. C. Süreya yıllarca “Annem çok küçükken öldü / beni öp sonra doğur beni” dedi. Ama C. Süreya’yı doğuran şiir oldu. Şiir C. Süreya’nın annesidir. Onun annesi yerine geçmiş, onu beslemiş, büyütmüş, sırtını sıvazlamış, gurur vermiş, el üstünde tutulmasını, var oluşunu, Türk şiirinde bir mit, bir efsane olmasını, narsisistik doyumun en büyüğünü sağlamış bir öğe olmuştur.(13)

Bütün bu söylenenler Didem Madak için de geçerlidir. Sanki anne genç ölümüyle onu da alıp götürmüş, hayal dünyasında anneyi yeniden yaratan Didem onun desteğiyle (gerçek yaşamında da edebiyat, şiir zevki aşılayarak), şiirler yazmış, onun yokluğuyla kendi şair varoluşunu oluşturmuş, kendini doğurtmuştur. Sanki,  ‘Anne çok küçükken öldün, öldüm / Beni öp yeniden doğur beni’ demiş ve bunu sağlamıştır.

Ayrıca Türk şiirinde C. Süreya’dan sonra gerçek anlamda mit olmuş tek şair; trajik ölümünden sonra Didem Madak olmuştur. “… Şiir ise, değiştiren, dönüştüren bir sihirdir Didem için. Hayaller, düşler, rüyalar, yazma sürecindeki Didem’i şair sezgisiyle birlikte büyünün içine çekmiştir. Annesi Füsun Hanım’ın adından da yola çıkarak -özellikle Pulbiber Mahallesi kitabında daha da belirgindir bu- füsun, efsun, büyü, sihir sözcüklerinin etrafında dolanarak sürdürür şiirdeki arayışını. 'Annemden bana kalan tek miras bir sihirdir. Onu ne zaman çok özlesem hep bir şiir yazdım.' demiştir çok öncesinde."(14)

Didem’in şiir ile sihir arasında kurduğu bu yakın ilişki, öğretmen teyzesi Hale Hanım’la sohbetimiz sırasında sadece bir anı olarak değil, onun şiirinin beslendiği bir kaynak olarak da ifadesini bulmuştur. Annelerinin ölümünden bir zaman sonra iki kardeş “Annemizden bize bir şey kalmadı, her gelen dağıttı gitti.” diye teyzelerine yakınırlar. Hale Hanım o gün, “Hayır, bir şey kaldı.” der onlara. “Bakın bende annenizin şiir defteri var.” Ve bir defter çıkarır. Dönemin popüler şiirlerini Füsun Hanım’ın el yazısıyla yazdığı, gençlik günlerinden kalma bir defterdir bu. Hale Hanım da şiirlerin yazıldığı her sayfayı resimlerle süslemiştir. Cahit Sıtkı Tarancı, Edip Cansever, Behçet Necatigil, Orhon Seyfi Orhon, Edgar Allen Poe, Asaf Halet Çelebi, Cahit Külebi, Ahmet Hamdi Tanpınar, Ümit Yaşar Oğuzcan, Gülten Akın, Ahmet Kutsi Tecer, JacquesPrévert, Ülkü Tamer ve Bekir Sıtkı Erdoğan gibi dönemin birçok şairinin şiirleri yazılıdır bu defterde. Gülten Akın’ın Kestim Kara Saçlarımı şiiri Füsun Hanım’ın en sevdiği şiirdir. “Ablam da çok severdi.” diyor Işıl. Füsun Hanım’dan miras kalan bu defter sayesinde, erken yaşta bu şairlerle tanışmış olurlar. Aynı zamanda Hale Hanım’ın 25 yıldır biriktirdiği Varlık Dergisi koleksiyonu ve  kitaplarının da katkısı büyüktür bu tanışıklıkta. İki kardeş, niyet çeker gibi, rastgele çektikleri dergilerden birbirlerine şiirler okurlar.

Özellikle Gülten Akın’ın “Kestim Kara Saçlarımı” şiiri, dönemin kadınsı başkaldırı biçimi olarak saçlarını kesme eylemiyle aileye, toplumun değer yargılarına karşı çıkmayı simgeleyen bir şiirdir. O da aile içinde dede desteğiyle çok sevilmiş, korunmuş, olumlu bir ortamda büyümüş ancak babasıyla sağlıklı, iyi bir ilişki kuramamıştır. Düşünsel yapısının baba ve diğer yakınlarına uymaması nedeniyle üzülmüş, hatta bir şiirinde memleketi Yozgat’a sitemle şöyle demiştir: “Gülteni Yozgatlı demesinler bundan böyle/ Nerde ölürsem oralı olayım/ Doğularda, yolsuz dağların/ Soğuk suların başında öleyim.”(15)

Bu dizelerde bir yandan Yozgat’a ilişkin olumsuz duyguların sitemi varken öte yandan bütün ülkemizin yapyalnız ücra bir yerinde ölmeyi tercih edişin de toplumsal bir yansıması olmalıdır. Ezilenden, hor görülenden, yoksul ve yoksun bırakılandan yana olma amacını gütmektedir.(16)

Şairlerin genelde bir kuşak öncekilerle (dede, babaanne, anneanne) iyi ilişkileri olduğunu, onlar tarafından korunup kollandıklarını görüyoruz (N. Hikmet, C. Süreya, Gülten Akın, Y. Alper, H. Ergülen, Y. Koray, E. Ercan vb.) Olası ki Didem’in anneannesi de benzer bir işlev görmüştür. Didem Madak’ın Türk şiirinde bağlanabileceği tek kadın şair Gülten Akın’dır. Tabii dönem farkıyla çok farklı şiirler yazmıştır. Toplumsal sorunlar ve aile sorunlarını, bireysel sıkıntıları birlikte harmanlayarak içdökmeye yakın biçimde anlatan bir şiirdir Gülten Akın Şiiri.

Didem Madak da tipik bir iç dökümcü, itirafçı şairdir. Daha önce belirttiğim gibi bu yönüyle S. Plath ‘a benzer. Babayla çatışmaları açısından da. Akın’ın da babasıyla ilişkisinin pek de iyi olduğu söylenemez. Öte yandan Akın’ın giderek sosyalist bir şair olduğu kabul edilebilir. Didem Madak’ın ise toplumsal sorunları bireysel acılarla harmanlasa, toplumcu çizgide olsa da farklı bir anlayışta olduğu söylenebilir. Estetik açıdan yepyeni bir söyleyiş getirmiş, hümanist, oldukça feminist, bazen mistik-metafizik özellikler taşıyan bir şiir yazdığını biliyoruz. “Didem’in ilk şiiri 1995 yılında Sombahar Dergisi’nde yayımlanmıştı. Onunla tanıştığımızda yirmi altı yaşlarındaydı. Evlendikten sonra terk ettiği Hukuk Fakültesi’ne aftan yararlanıp dönmüştü. Ardında 'dört yıl süren sıkıntılı mutsuz bir evlilik' bırakmıştı. Teyzesinin öğretmen olduğu bir dershanede sekreterlik yapıyor, Bornova’da bir bodrum katında yaşıyordu.”

Bodrum katında yaşadığı, büyük bir umutsuzluk ve yalnızlık içinde geçirdiği günlerin izlerini şiirlerinde açıkça görmek mümkündü. Yağmurun, rutubetin… karanlığın, salyangozun izlerini… Şiirinin karanlık ve rutubetle beslendiğini söyleyecek kadar belirgindi bu izler. Onun bu zor günlerinin en yakın tanığı kardeşi Işıl’dır. Ablasının o evde sınıra geldiğini, hep ölümden söz ettiğini, çok umutsuz olduğunu anlatıyor Işıl.

“Sadece süt içtiğini hatırlıyorum, çikolata yediğini… Öyle ayakta duruyordu. Hayattan memnun değildi. Mutlu değildi. Hiçbir şey istediği gibi olmuyordu.

"O günler, benim belleğimde de, yazdığı bir şiirle iz bıraktı: Soğuk bir kış akşamı… İlkokula giden oğlumu henüz yatırmıştım. Saat on buçuğa doğru telefon çaldı. Arayan Didem’di. Sesi bir tuhaftı. Endişeyle hatırını sordum. Annesini özlediğini ve bu yüzden beni aradığını söylüyordu. Bornova’daki bir telefon kulübesindeydi. Bir taksiye binip gelmesi için onu ikna etmeyi başardım. Geldiğinde mahcup, çekingen bir hali vardı. Konuştukça annesine özlemi, anne şefkatine duyduğu ihtiyaç derinden hissediliyordu. 'Çok mutsuzum.' dedi… Bir süre sustuk… 'Ama biliyor musun?' dedim. 'Ben de mutsuzum...'  Bir itiraftı bu. Mutsuzluğun ortağı olmaktan başka bir şey gelmemişti elimden… Ertesi sabah için sözleşerek uyuduk. Sabah uyanınca iş yerime telefon edecek ve sonrasında buluşacaktık. Öğlen saatlerine kadar, boşuna telefon bekledim durdum. Öğlen evi  aradığımda da evde kimse yoktu. Dahası akşam saatlerine kadar da ondan hiçbir haber yoktu. Eve döner dönmez hemen uyuduğu odaya koştum. Duvardaki panoya iliştirdiği, bir defterden koparılmış küçük bir kâğıtta, Didem’in el yazısıyla karşılaştım. Şöyle yazmıştı: 'Sevgili Müjde, Maviş Anne, içimden hiçbir şey söylemeden gitmek geldi. Seni seviyorum. / Dün gecenin şiiri yazılmıştı zaten, ben sadece kaleme alacağım. / Didem.' Bıraktığı bu nottan sonra, günlerce haftalarca Didem’den bir daha haber çıkmadı. Onun için endişeleniyordum ve ona ulaşmak için hiçbir olanak yoktu. Sonunda bir gün, o geceden tam üç ay sonra çıkıp geldi Didem. Çantasından çıkarıp, gülümseyerek uzattığı iki sayfada, el yazısıyla yazdığı uzun bir şiir vardı: Mutsuza Kim Bakacak?"(17)

Bu şiirden bölümler alalım: "Mutsuza Kim Bakacak -Müjde Bilir’e-İki sigaram kaldı bu gece için maviş anne /İki muhabbet kuşum. /İki kendim varmış maviş anne /Biri benmişim, biri mutsuz /Ben ölürsem maviş anne, mutsuza kim bakacak? /Dünyaya bile bir dünya anne lazım. /Biri sen ol maviş anne, biri ben. /Dünyanın bütün sabahlarına iki bilet al da birlikte gidelim maviş anne /Bana da kendi serüvenimden bir yer ayırt, /Şefkate söyle o da gelsin. /Özledim onu, o da gelsin saçlarıma dokunsun /Bilir misin, büyüler bile ninniyle büyür /Temiz kokan pazen gecelikler, şehriye çorbası.../ Hepsi, hepsi ninniyle büyür. /Bilir misin maviş anne? /Ben çekildiğim her fotoğrafta /Defolu bir kelebek gibi çıkarım. /Mavi kareli gömleğiyle hatırladıkça babamı /Kırpıp kırpıp fotoğrafları, döküyorum başımdan aşağı / Sanırım ben assolist oldum maviş anne Şimdi mutluyum /Geçmişini mi yok ettin kızım diye soran /Bir babadan kurtuluşumu kutluyorum /Babama söyle, o gelmesin maviş anne ... /İki sigaram kaldı bu gece için /Yüzyıl yetecek çocukluğum, /İki muhabbet kuşum, /Biraz da ateşim var. /Dua ediyorum ateşe/ Vazgeçsin diye beni yakmaktan bu gece /Dünyanın bütün sabahları için iki bilet al maviş anne/ Aman umutsuz bir yer olmasın!/ İki kendim varmış maviş anne /Biri benmişim biri mutsuz /Ben ölürsem maviş anne, mutsuz için /Dünyanın bütün sabahlarına bir bilet al. /Ben ölürsem mutsuza iyi bak!"

Derin bir acının belirgin olduğu şiir, anne özlemiyle, bir gece anne yerine koyduğu mavi gözlü şair ablası Müjde Bilir’e sığınmasını anlatmaktadır. Gecenin ayrıntısını sayar döker. Şefkatin altı koyu bir biçimde çizilir. Kendisinden çıkardığı kendi ve mutsuz adlı iki kişi vardır. İmajiner (hayali) olarak. O ölürse mutsuza iyi baksın istemektedir. Aslında, abla çok yalnızım, hüzünlüyüm, acılar içindeyim, bana sarıl, beni bağrına bas, annelik yap, şefkat ver, bana iyi bak demektedir. Mutsuzum diye başlayan gece mutsuza iyi bak diye biten bir şiirle noktalanmıştır. Sonra bir süre görünmez olmuş, kaybolmuş, ödül töreninde görüşebilmişlerdir. Çocukluğun ve çocuksuluğun altı kalınca çizilmiştir: ”İki sigaram kaldı bu gece için / Yüzyıl yetecek çocukluğum,” Babayla ilgili öfke de yansıtılmış, baba ise çok da sert olmayan bir ifadeyle  “Geçmişini mi yok ettin kızım diye soran”,  biraz da çaresizce bir serzenişte bulunmuştur.

Şairse “bir babadan kurtuluşunu” kutladığını söylemektedir. Baba gelmesin istemektedir. Nereye? Yanına mı? Evine geri götürmeye mi? Ölüsüne, dirisine, iyi gününe, kötü gününe mi? Baba bu şiirde söylenene uymak için mi, yoksa öfkesi nedeniyle mi ölümünde bile gitmemiştir? Bu da bu toplum için oldukça sert bir tutum olmuştur. Belki de hastaydı, rahatsızdı, gidecek durumu yoktu. Ama… “Bir babadan kurtuluşumu kutluyorum / Babama söyle, o gelmesin maviş anne”

Bu şiiri benimle paylaştıktan sonraki birkaç yıl Didem’den hiç haber alamadım. Ta ki İstanbul’da İnkılap 2000 Şiir Ödülü’nü almaya geldiği güne kadar… Bu süre zarfında adeta kaybolmuştu. Oysa bu süre içinde Manisa’da öğretmenlik yapan Işıl’ın yanına ara ara gidip gelmişti. Bir gelişinde ona kapıyı açan Işıl çok şaşırdığını anlatıyor. Didem, kimsenin baskısı, yönlendirmesi olmadan başını örtmüş, kapalı giysiler giymiştir. “Örtündüm ben" der kardeşine. "Her şeye karşı… Kadın kimliğimden de sıyrıldım. Bu beni rahatlattı…”

“Başörtülü bir anne olarak bekliyorum / ruhumun şark hizmetinden dönüşünü”(18) dediği bu dönemde, Kur’an-ı Kerim ve tasavvufla ilgili kitaplar okuduğunu öğreniyoruz Işıl’dan: “(…) Çok umutsuzdu. Kapanarak bu umutsuz durumdan bir çıkış yolu bulacağını umuyordu. Ablam o dönem inanarak kurtuldu. Yoksa kayıp gidecekti. Hukuk Fakültesi’ni de bu süreçte bitirebildi.”

Bu noktada kardeşinin söylediği çok doğru bir saptama: "Ablam o dönem inanarak kurtuldu. Yoksa kayıp gidecekti. Hukuk Fakültesi’ni de bu süreçte bitirebildi.”

Bazı insanlar için bazı dönemlerde inanmak, aidiyet duygusu vb. çok önemli bir işlev görebilir. Benzer duyguları yaşayan birçok kişi olmuştur. Daha sonraki süreçte farklı düşüncelere yönelebilirler. Ama o kriz dönemini atlatmış olurlar. Ruhsal bütünlüğünü korumasını sağlamış, ruh yarılması yaşamadan kurtulmuş, bu kadar iyi, derli toplu şiirler yazabilmiştir.

Didem, yaklaşık üç yıl örtünerek yaşadığı bu dönemin sonunda 'Ah'larAğacı’nı yazmaya koyulur. Işıl’ın bir dergide görüp önerdiği İnkılâp 2000 Şiir Ödülü haberiyle ilgilenmez hiç. Didem’e göre “boş işler”dir “bu işler”, “Ben uğraşamam.” der. Bunun üzerine Işıl, o güne kadar onun yazdığı bütün şiirleri bir araya toplayarak bir dosya haline getirir ve yarışmaya gönderir. Bir süre sonra Didem Madak’ın Grapon Kâğıtları adlı bu dosya ile İnkılap 2000 Şiir Ödülü kazandığı haberi gelir. İstanbul’a ödülünü almak üzere gittiğinde ise Filiz teyzesinin önerisine uyar ve o gün “her şeye karşı” örtündüğü örtüyü çıkarır… Kadın kimliği ile barışmıştır artık.(19)

Şiirle ilgili işlerin “boş işler” olduğunu söylediği dönemde olası ki derin bir varoluşsal depresyon içindeydi. Hiçbir şey umurunda değildi, şiir dünyasından umudu yoktu, dipteydi. O koşullarda kardeşinin yapacağı en iyi şey onun yapamadığını yapmak, şiirleri toparlayıp, dosyalayıp yarışmaya göndermekti. O da onu yapmıştır. “…Ah’larAğacı’nı yayınevine göndermeden önce, kitaba girecek şiirleri bir dosya bütünlüğüne birlikte getirmiştik. Dosya üzerinde konuşurken, Türk şiiri, kökleri derinlere uzanan, saçaklı, dallı budaklı büyük bir ağaca benziyor. Benim şiirim, o ağacın eteklerinde bir ayrık otu…” demişti. Doğrusu bunu samimiyetle inanarak söylüyordu.

Ah’lar Ağacı’ndan çok zaman sonra ise, bir söyleşide şöyle ifade etmiştir bu düşüncesini: “Benim şiirimi şiir yapan şey hatalarım, kusurlarım ve beceriksizliğimdir. Saman alevi gibi parlayıp sönen imgelerdir. Okuduklarında şöyle düşünecekler: bu şiir değil ama nedense yine de şiir”(20) Bu yüzden “şiir ustası” olmak istemez hiç, çünkü o kendi deyimiyle, bir çeşit “şiir hastası” dır.(21)

“Ah'lar Ağacı’nın yayınlandığı o yıllarda, Bursa cezaevinde yatmakta olan bir grup siyasi mahkum, bir dergide Didem’in şiirlerini okumuşlardır. Çok sevdikleri bu şairi izlemeye karar verirler. Bu kişilerden biri de Timur Çelik’tir. Siz Aşktan N’anlarsınız Bayım? şiirinden oldukça etkilenir. Cezaevi koşullarında kendimize göre okuma yapıyorduk, diyor Timur. “Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca / Alt katında uyumayı bir ranzanın / üst katında çocukluğum…” dizelerini ezberine almıştır.

Yaklaşık on yıl süren hapislik hayatı sona erip de cezaevinden çıktığında, İstanbul’da bir akşam, bir tesadüf sonucu Didem’le karşılaşır. Yıllardır merak ettiği bu şairle sonunda tanışmıştır. Yıl 2005’tir. Hukuk Fakültesi’ni bitiren Didem, birkaç yıl önce İstanbul’a yerleşmiş, orada çalışmaktadır. Didem’in, ilk iki kitabının aksine dışa dönük, yaşamla barışık şiirlerinden oluşan Pulbiber Mahallesi kitabını yazdığı bir dönemdir bu. Tanıştıktan bir yıl sonra Timur’la evlenirler. Evlilik kararını, ikisi de çocuk sahibi olmak istediği için almışlardır. 20 Mart 2008’de kızları Füsun doğar. “Ben kadın olmakla pek övünürüm.” der. “Yazdıklarım da kadınca falan derlerse övgü kabul ederim. Kendimi bir kadın olarak çok savaşçı hissediyorum. Bununla da gurur duyuyorum. Pulbiber Mahallesi’nin en kahraman kahramanı da Zeyna idi zaten.”(22)

Madak şiirlerinde baştan beri bir küçük kız çocuğu, masal çocuğu, kadın olarak konuşmuştur. Hiçbir zaman kadınlığıyla ilgili bir sorunu olmamıştır. Örtünmesi, bir kadın olarak erkek egemen topluma tepkisiyle ilgilidir ve bir süre sonra tekrar eski konumuna, giyim kuşamına dönmüştür. O tepki de kadınlığına değil erkeklerin hoyrat, kaba cinsel tutumlarına karşı bir başkaldırıdır. Öyle olmayabilirdi ancak o günkü bireysel durumu, konumu, belki depresyonda oluşu onu gerektirmiştir. Bu süreci de içeren “Siz Aşktan Ne Anlarsınız?” şiirinden bölümler alalım.(23)

“Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca /Alt katında uyumayı bir ranzanın /Üst katında çocukluğum... Kağıttan gemiler yaptım kalbimden /Ki hiçbiri karşıya ulaşmazdı. /Aşk diyorsunuz, limanı olanın aşkı olmaz ki bayım! /Allah’la samimi oldum geçen üç yıl boyunca / Havı dökülmüş yerlerine yüzümün /Büyük bir aşk yamadım /Hayır /Yüzüme nur inmedi, yüzüm nura indi bayım /Gözyaşlarım bitse tesbih tanelerim vardı /Tesbih tanelerim bitse göz yaşlarım... /Saydım, insanın doksan dokuz tane yalnızlığı vardı. Aşk diyorsunuz ya /Ben istemenin Allahını bilirim bayım /Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca /Balkona yorgun çamaşırlar asmayı /Ki uçlarından çile damlardı. /Güneşte nane kurutmayı /Ben acılarımın başını evcimen telaşlarla okşadım bayım. /Bir pardösüm bile oldu içinde kaybolduğum. /İnsan kaybolmayı ister mi? /Ben işte istedim bayım. /Uzaklara gittim /Uzaklar sana gelmez, sen uzaklara gidersin /Uzaklar seni ister, bak uzaklar da aşktan anlar bayım /… Ben işte miraç gecelerinde /Bir peygamberin kanatlarında teselli aradım, /Birlikte yere inebileceğim bir dost aradım, /Uyuyan ve acılı yüzünde kardeşimin /Bir şiir aradım. /… Kimi gün öylesine yalnızdım /Derdimi annemin fotoğrafına anlattım. /Annem /Ki beyaz bir kadındır /Ölüsünü şiirle yıkadım. /Bir gölgeyi sevmek ne demektir bilmezsiniz siz bayım /Öldüğü gece terliklerindeki izleri okşadım. /Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca / Acının ortasında acısız olmayı, /Kalbim ucu kararmış bir tahta kaşık gibiydi bayım. /Kendimin ucunu kenar mahallelere taşıdım. /Aşk diyorsunuz ya,/ İşte orda durun bayım/ Islak unutulmuş bir taş bezi gibi kalakaldım /Kendimin ucunda /Öyle ıslak, /Öyle kötü kokan, /Yırtık ve perişan. /Siz aşkı ne bilirsiniz bayım /Aşkı aşk bilir yalnız!"

Aşk üzerinden sıkı bir kadın erkek hesaplaşması ve bireysel acılarının dökümünü yapmış bu şiirde. Kağıttan gemilerin karşıya ulaşamadığını, limanı olanın aşkının olamayacağını, gözyaşlarını tespih gibi çektiğini, insanın doksan dokuz çeşit yalnızlığının olduğunu, istemenin Allah’ını bildiğini, uçlarından çile damlayan çamaşırlar astığını, acılarını sahiplenip şefkatle okşayıp bağrına bastığını, kadınlığını gizlemek için büyük bir pardösünün içinde kaybolduğunu-uzaklara gittiğini, bir peygamberin kanatlarında teselli aradığını, derdini annesinin fotoğrafına anlattığını, şiirle yıkadığını, onun ölüm gecesi terlik izlerini okşadığını sayıp döküyor ve sonunda:

“Islak unutulmuş bir taş bezi gibi kalakaldım /Kendimin ucunda Öyle ıslak, Öyle kötü kokan, Yırtık ve perişan.” “Aşkı aşk bilir yalnız!” diyerek yine de her hükmü aşkın vereceğini belirterek bitiriyor şiiri. İlginç bir iç dökümün yaşantılandığı “Ah’lar Ağacı” şiirinden bölümler alalım.(24)

 “İç ses diye söylendim, /Ardından Yıldırım Gürses... /Aptal aptal güldüm bir de buna. /Ayşecik vazoyu kırıyor/ Ve ‘tamir et bakalım’ diyordu babasına. /Yapıştırsam da parçalarını hayatımın /Su sızdırıyordu çatlaklarından. /Karnabahar kızartmıyordu asla /Başrolde kadınlar.”

Bu içses-Gürses söz oyunundan sonra Ayşecik çağrışımı ilginç. Birçok yönüyle, külkedisi ve Ayşecik’in yaşantısını çağrıştıran şair, olası ki bilinçdışında Ayşecik olarak babayla tartışıyor, gönüller, kalpler kırılıyor, baba tamir etmiyor ya da edemiyor, yapıştırdığı hayat parçaları su sızdırıyor, yaralar dikiş tutmuyor, acılar bitmiyor, baba uğurlamaya bile gelmiyor. Olası ki Obsesif Kompulsif ve belki Narsistik kişiliği olan bir insan ve bu esnekliği gösteremiyor:

“İç ses, diye söylendim /Çocukken şöyle dua ederdim Tanrı’ya: /Tanrım bana hiç erimeyen, /Kırmızı bir bonbon şekeri yolla. /Eski tül perdelerden gelinlik biçerdik /Kardeşimle kendimize durmadan, /Olmayan çayları, /Olmayan fincanlardan içerdik. /Olmayan kapıları açardık, /Olmayan ziller çaldığında. …”

Çocukluğun mutlu günlerinde iki kız çocuğunun, kardeşin evcilik oyunları. Bu mutlu günler 3-5 yıl sürecek, anne kaybıyla her şey allak bullak olacak ve acılar, hüzünler, sıkıntılar içinde geçecek yıllar başlayacaktır. Doğal olarak tanrısına böyle dua ediyor:

“Ve şimdi şöyle dua ediyorum Tanrı’ya: /Olanlar oldu tanrım /Bütün bu olanların ağırlığından beni kolla! /… Bir zamanlar kendimi Bulunmaz Hint kumaşı sanmıştım. / Kaç metredir benim yokluğum? Benden daha çok var sanmıştım. /Benim yokluğumdan dünyaya /Bir elbise çıkar sanmıştım."

Narsistik özellikleri çok belirgin değil ancak gerçekten “kendini bulunmaz hint kumaşı” sandığı bir dönem olduysa az da olsa narsizminin olduğunu düşünebiliriz. Dünyanın insana eşliği bazı felsefelerde vardır. Belki onu çağrıştırmak da istemiş olabilir. Ama o narsizmini eleştiriyor gibi.

“Güzin Ablası kitaplar olan bir kızdım, İçim sıkılmasa o kadar Tek bir satır bile okumazdım. …”

Anne-babanın öğretmen olduğu bir ailede kitaplar ve okumak olası ki çok ön planda. O da her merak ettiğini "Güzin Abla’ya sormak” yerine kitaplara bakarak öğreniyor. Bu merak olası ki cinsel konuları da içeriyor. Şiirlerinde cinselliğin hemen hiç görünmediği neredeyse aseksüel gibi görünen şiirlerin şairi belki de cinsellikle de fazla ilgiliydi. Ama olası ki yaşamının uzun bir dönemi depresif bir süreç içinde geçtiği için şiirlerine bu durum yansımamış olabilir. Son yıllara doğru, son kitabı “Pulbiber Mahallesi”nde bütün yoksulluk, yoksunluklara rağmen yine de depresif olmadığı, çok neşeli olmasa da biraz öfkeli olabildiği görülüyor. Depresif sürecin artık yok olduğu, çocuk yapmayı, büyütmeyi düşünen bir durumunun olduğu görünüyor. Bu kitap zaten daha dışa dönük, savaşçı, itirazcı, toplumla-mahalleyle birlikte davranan bir birey olduğunu gösteren bir kitap. Duygusal dalgalanma oluyor muydu? Bilmiyorum. Depresif dönemler yaşadığı söylenebilir ama manik dönemler yaşadığını söylemek pek olası değil. Tabii bunun da şiiri açısından hiçbir önemi yok:

“…Gülümsedim o sıra, /Bazen sevinirim, / Sevinmek nedense hep yedi yaşında/ Ve ah... dedim sonra, /Ah!/Vasiyetimdir: /Dalgınlığınıza gelmek istiyorum /Ve kaybolmak o dalgınlıkta. /… Bir zamanlar öfkem beni zora koşardı. /Kızıl yelelerim yapışırdı terli alnıma /Ne eğere gelirsin ne de semere derledi bana"

Olası ki delikanlılık çağına yakın ya da kardeş doğumundan sonra hırçın, başkaldıran bir kız olmuş ve yakınları bu ilginç deyimle, biraz çocuğu aşağılayan ifadeyle, eşek ya da at olarak bir iş yapmak ya da uyumlu olmak konusunda eleştirmişler gibi görünüyor. ‘Eşek olmuyorsan bari at olsaydın, dediğimiz yöne gitseydin, söylediğimizi yapsaydın.’ Kızıl saçları at yelesini mi aslan yelesini mi çağrıştırıyor? Tartışılır. Ama dirençli, başkaldıran bir çocuk –genç olduğu kesin:

“Vasiyetimdir: En güçlülerinden seçilsin/Beni taşıyacak olanlar. /Ahtım olsun, /Yükleri ağırlaşsın diye iyice, /Tabutumun içinde tepineceğim. (...)  Annem çok sevinmelerin kadınıydı. /Bazen sevinince annem gibi, /Rengarenk reçeller dizerim kalbimin raflarına. /Annem çok sevinmelerin kadınıydı, /Sıcak yemeklerin. /Başına diktikleri o taş, /Ne zaman dokunsam soğuktur oysa. /Ben okşadığımda ama, ısınır sanki biraz..."

Annesinin çok iyi bir aynalama yapan bir anne olduğu görünüyor. Genelde mutlu, neşeli, sevinince sevincini gösterebilen iyi nitelikli annelerden. Psikodinamik açıdan “goodenoughmothering: yeterli iyi anne” çok önemlidir. Onunla kurduğu özdeşimle, onun gibi reçeller dizme isteğini dile getiriyor. Sıcak yemeklerle mutlu aile günlerinin altı çiziliyor. Okşadığında soğuk taşların ısınmasını da sevgisinin gücüne bağlayabiliriz:

" … Ama şöyle denir:/ Kılıç çeken kılıçla ölür. /Ama şöyle denir: /Kaderden kaçılmaz. /Ama yazgısını yaldızlı çokomel kağıtları gibi, /Tırnaklarıyla düzeltemiyor insan. /… Kara yazgımı şimdi kim bilir /Hangi kitabın arasında saklıyorsun tanrım?/ Ah.. dedim sonra Ah! /… Ne diyecektin, ne söyleyecektin /Şairlerin şahı olsan, /Bir AH’dan başka. /Ah benim nergis kokulu cehaletim /Bana yıllarca, bunca sözü boşa söylettin. /AH! /Güçlü bir el silkeledi beni sonra /Sanırım tanrının eliydi, /Sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan,/ Çok şey geçmiş gibi başımdan/ Ah dedim sonra, /Ah! /İç ses, diye söylendim. /Gel! /Ahlar ağacından sen de biraz meyve topla. /Vasiyetimdir: Bin ahımın hakkı toprağa kalsın... “

Derin bir acının, hüznün egemen olduğu şiir anne yoksunluğu, anneye özlem, onunla özdeşim kurma, şairliğin, şiir yazmanın beyhudeliği, belki dindarca bir tevekkülle söyleniyor. “Kaderden kaçılmaz” diyor.

Öte yandan bu topluma, belki bütün bu acıları yaşatanlara yönelik öfkeyle tabutunda ağır olmak için tepineceğini söylüyor. En çok kime yönelikti bu öfke? Siyasi, toplumsal boyutları da vardı olası ki. Aileden birilerine yönelik olabilir. Başta babası. Daha çok gençken, hastalık yokken vasiyetini yazıyor. Olası ki depresif dönemden geçiyor. Kaderden kaçılmaz ama tanrıya sitem de ediyor. “Kara yazgısını” sakladığını, belki bir gün yeniden çıkarıp önüne koyacağını; ki koymuştur, ağır, hızlı ilerleyen, bir türlü tedavinin yetişemediği kötü hastalık o kara kaplı kitabın arasından çıkmıştır.

Kendiyle birlikte bütün şairler için de humor diyebileceğimiz vurucu üç dize: Depresif duygulanımının yansıması olmalı. “Ne diyecektin, ne söyleyecektin Şairlerin şahı olsan, Bir AH’dan başka.”

Ah’ları silkeleyip dökmek aslında olumlu olarak yorumlanabilir. Ah’lardankurtulunur. Tanrının eli silkelemiş gibi. Ama onlar meyveyse toplamak da gerekir. İç sesi topla diyor ama toplamamalıydı. Gitsinlerdi, uzak olsunlardı. Yine de sevecen bir abla, anne, evlat, protez bacaklarına bile ıslık çalınan bir kadın olarak, iyi-güzel bir insan olarak “bin ahının hakkını” toprağa bırakıyor. Toprak o hakkı kimden, ne zaman, nasıl alır bilinmez. Almasın, sonsuza kadar kalsın öylece. Belki de “Kalsın benim dâvam divâna kalsın” diyor.

Pulbiber Mahallesi daha dışadönük ve hayatın içinden yazılmış bir kitap. Ancak onda da yine önceki dönemlerin otobiyografik hüzünleri, acıları yer alıyor. Karanlık ihalesinin de anne ölümüyle ona kaldığı açık:

“Bana artık büyü diyorlar /… Hüzün sektöründe bilfiil 23 sene görev yaptım/ İnfaza götürürken bari üstbenlerim /Gözüme bir gökkuşağı bağlasalar”(25) “Karanlıkların ihalesi bana kalmadan önce”(26)

Bu şiir yazılırken 13+23, olası ki 36 yaşındadır. Anneyi kaybettiğinden beri hüzün sektöründe, hüzün çalışıyordur; hüzün içindedir. Freudyen açıdan kişiyi suçlayan zihinsel yapımız üstbenimiz yani süperegomuzdur. O nedenle humor olarak bakılabilecek bir bağışlanma dileğinde bulunuyor, siyah bir bant yerine gökkuşağından bir bağ istiyor. “Bir elli altı santimlik bir kule olarak”(27) tarihsel bir varlık olduğu, naçizane kalabileceğini… (Boyunun 1.56 olduğunu da belirtmiş oluyor)… “Annemin ölümünü eskiciye satacaktım / On mandal karşılığında”: Her şey, eski, anısı olan değerli eşyalar plastik leğenler, mandallar karşılığı satılıyor diye tepkisini dile getiriyor. Humora ve ironiye (sol kliklerle dalga geçiyor olmalı) devam: “Zavallı kendim! / Tasfiye edilmiş bir merkez k

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)