3 Haziran Nazım Hikmet'in ölüm yıldönümü; ben de halimce Nazım üzerine ilk kez bir şeyler yazıyorum, biraz gecikme pahasına. Denebilir ki, Nazım Hikmet'le ilgili söylenmedik, yazılmadık ne kaldı ki?

Onun sırtından “büyük” şair ve yazar olanlar, servet edinip köşeyi dönenler, üretmeden şöhret olanlar, çakma solculuğunu tescil ettirenler, rakı sofralarında, entel-solcu muhabbetlerinde itibar toplayanlar, vs, vs... Bütün bunlara tıka basa doymadık mı?

Sen de Nazım Hikmet'in sırtından ucuz şöhret peşinde isen, çoktan bayatlamış tekrarlarla kafamızı şişireceksen eğer!?

Ne denebilir ki, son derece haklı tepkiler ve eleştiriler bunlar. Ama bir kez de beni dinleyin derim. Kırk yıldır toplumcu, devrimci değerlerin, ideallerin yadsınıp sürgün edildiği, çarpıtılıp sahteleştirildiği bir çöküntü iklimindeyiz.

Üstelik çağdaş uygarlığın dinamikleri de bir coğrafyadan başka bir coğrafyaya eksen değiştiriyor. Böylesi bir tarihsel dönemeçte hemen her şeyi, dünün mirasını ve geleceğe ilişkin öngörüleri yeniden düşünmek, tartışmak, yani, -gerçek anlamda- yepyeni şeyler söylemek gerekmiyor mu?

Şu soruyu sormak zorundayız: Nazım Hikmet'i gerçekten ne kadar tanıyoruz? Onun toplumcu, devrimci ideallerine, sanat-edebiyat mirasına sahip çıktığımızı yürekten savunabiliyor muyuz? Yoksa tıpkı Atatürk'ü, onun düşünce ve ideallerine taban tabana karşıt, sırtına yapışmış kenelerin içi boş, beylik sloganlara indirgenmiş tören Atatürkçülüğü olarak tanıdığımız gibi mi tanıyoruz Nazım Hikmet'i de? “Büyük şair!”, “sosyalist şair”, “modern/ist şair”, “vatansever şair” vs. vs... Ama bu iddialı, soylu sözcüklerin içeriği, anlamı sorulduğunda boşlukla, boş gevezelikle, “sol”cu söz oyunlarıyla karşılaşıyoruz genellikle.

Tanımak deyince... Bütün şiirlerini okumuşuzdur, bir çoğunu her okuyuşumuzda büyük heyecanlar yaşamış, çok saf ve samimi olarak Donkişotvari cepheden düzene savaş açmışızdır...

Ya da hâlâ “biz Nazım'la bir gün...” diyen, onunla ortak yaşanmışlıkların canlı tanıklarının imrenerek, kıskanarak dinlediğimiz anılarından söz edebiliriz. Çoğu yüzeysel bütün bu bilgiler, Nazım Hikmet'i tanımaya yeter mi, asla.

Kısacası bunlar, herkesin rahatlıkla öğrenebileceği, egemen sınıfların halkı uyutmak, “yenilik”çi, “milli”ci görünmek için bolca kullandığı, basmakalıp yüzeysel bilgilerdir artık.

Gerçekten tanımak ve sevmek, onların sözlerini, eserlerini ezberleyip yerli yersiz tekrarlayarak bilgiçlik taslamak değildir asla. Her şeyden önce, özellikle bu iki büyük Türk devrimcisi söz konusu olduğunda, çok daha derinden ve yürekten anlayarak, düşünce ve sanatlarındaki bugün de geçerli olan özü yakalayıp günün gerçekliğinde ona yeniden hayat vermek, başka deyişle yeniden yaratmaktır.

Yaşadıkları döneme damgasını vuran düşünce ve eylemlerinin sınırlarını aşan ve yüz yıl sonra günümüzü de aydınlatan perspektiflerinin, ufuklarının genişliğini, derinliğini ve evrenselliğini kavramak ve gönülden benimsemek demektir bu.

Nazım Hikmet'i yeterince tanımanın anahtarını, öncelikle, pek üzerinde durulmayan ya da parça parça bilinen felsefi-ideolojik tavrında, hiç kuşkusuz özellikle de sanat ve estetik üzerine görüşlerinde bulabiliriz.

Bu da, yapıtlarının içeriğini ve estetik düzeyini belirleyen çağdaş sanat ve edebiyata ilişkin düşünce, üretim-yaratım ve eylemlerinde somutlaşır. Kuşkusuz bütün bunları şair, şiirlerine, tiyatro, roman, makale ve diğer eserlerine açık veya örtük zengin anlatım ve üslup özellikleriyle işlemiştir. Ama yine de, günümüzün yoğun estetik ve sanat-edebiyat tartışmaları bağlamında onun sanata ve estetiğe bakışını özel olarak ele almak bir gereksinim haline gelmiştir.

***

Yeri gelmişken, günümüzdeki "Nazımseverlik"teki yapaylığa, sığlığa, içtensizliğe, dolayısıyla aslında hayatın bütün alanlarında etkin olan sahteliğin gerisindeki sinsice dolaşan Nazım Hikmet düşmanlığına değinmek gerekir. Özellikle geri plandaki postmodern ihanetten, dekadan ve çürüme kültüründen sözetmek zorundayız.

Konumuzu Nazım Hikmet'le ve Türk şiiri bağlamıyla sınırlarsak, bu ihanet farklı düzeylerde yaşandı, yaşanmaktadır. Merkezde, çekirdekte mandacı-neoliberal ihanet unsurları, postmodernizmin Türkiye acentaları, temsilcileri vardır. Bunlar kendilerini, Nietzsche'nin önerisine uyarak, sanatın arkasına sığınmak suretiyle gizledikleri için şair Nazım'a cepheden saldıramıyorlar.

Ama onun devrimciliği, toplumcu gerçekçiliği üzerinden sanat anlayışını temelden yadsımaktan çekinmiyorlar.

Etrafındaki birinci halkada, 1960'lardan günümüze sosyalist solda egemen eğilim olan, Nazım Hikmet'in şiirindeki toplumsal-devrimci içeriği, toplumsal-siyasal mücadeleden kopartarak, kutsayan ve sanatsal-estetik boyutunu önemsemeyen ya da içerik her şey biçim hiç bir şey anlayışında takılıp kalmış kesim yer alıyor.

Aslında onların 80 öncesi sanat anlayışına takılıp kalmaları, günün yozlaştırıcı, çürütücü ikliminde bir ölçüde taşıdıkları naifçe/safça duyarlılıklarını korumalarına izin vermiyor. Bugünün sanat-edebiyat tartışmasında postmodernizm karşısında çoğunlukla ya şaşkına dönmüş halde ve iki karşıt anlayış arasında bocalayan, yer yer ikisini eklektik bir biçimde uzlaştırmaya çalışan bir tavır içindedirler.

Özellikle sanatçılar olarak, bütün bu nedenlerle yüksek estetik değerde yapıtlar üretemeyen etkisiz eleman konumundadırlar; ya da havlu atmış, teslim olmuş durumdadırlar.

İkinci halkada ise, sanatından ve kişiliğinden kopuk, popülerleşmiş, popüler kültürün figürüne dönüşmüş bir Nazım imgesi vardır. Buradaki onun sanatı ile toplumsal ideolojik görüşleri arasındaki bağı, Tarihsel Materyalist felsefe ve Bilimsel Sosyalist öğretiye dayanan devrimciliği, dönemin kizsche'leştirici, sıradanlaştırıcı çarkında öğütülüp yok edilmiştir. Başka deyişle, bu içeriksiz, sığ, salt bir fotoğrafa ve bir kaç dizeye indirgenmiş “Nazım hayranlığı”, onu, her türden siyasi eğilimin benimseyebileceği popüler kültürün bir nesnesi, süsü, medyatik bir ikonu haline getirmiştir.

Gerçek Nazım Hikmet'in düşünceleri, idealleri ve yapıtlarıyla yozlaştırılıp çarpıtılması, onların içeriğinin, anlamının yabancılaştırılması, aynen Atatürk'e yapıldığı gibi, ulusal sanat ve edebiyatımıza yönelik yıkıcılığın bir aynası niteliğindedir.

Nazım Hikmet ve diğer ulusal kişilik ve değerlerimizin, sağdan-soldan aşırma, toplumsal içeriği boşaltılıp bayağılaşmış ve sığlaşmış moda laf kalıplarının tekrarlandığı görgüsüz zengin sofralarının bir süsü, bir sosu haline getirilmesi, özellikle postmodern emperyalist kültürün bir marifetidir.

Sol ve ilerici aydının düştüğü en büyük tuzaklardan biridir bu tablonun figüranı olmak. Tuzağın anahtar kavramları “yenilik”, “değişim”dir; anahtar mantığı da “Batı'dan gelen her şey yenidir, ileridir, özgürlükçüdür; her türlü değişim iyidir” biçimindedir. Bu tuzağa bir kez düşüldüğünde, küreselci emperyalist düşünce sistemi bir kez benimsendiğinde, Nazım Hikmet'in savunduğu toplumculuk, anti emperyalizm ve ulusal bağımsızlık, sanatta toplumcu gerçekçilik, uzak, unutulmuş bir dünyanın geçerliliğini yitirmiş kavramları haline gelir.

Ve yerlerini, yozlaşmış ve hastalıklı bir bireycilik, Batı'yla bütünleşme, ulus ve devlet düşmanlığı ve sanatta içi boş biçimciliğin, anlamsızlığın yüceltilmesi alır.

Neolibeal-postmodern anlayışın en son birleşik ve süzülmüş biçimi, Türk edebiyatını, dolayısıyla edebiyatın ulusal karakterini yadsıyan, onun yerine “Türkçe edebiyat” gibi uyduruk, küreselci çokkültürcülüğün yansıması zırva bir kavramı koyan tavırdır.

Sözkonusu mantığa göre açıkça ifade etmekten çekinilse de, “Nazım Hikmet evrensel bir şairdir, ama Türk şairi değildir; Türkçe şiir yazan bir şairdir!..” Nazım Hikmet'e mezarında işkence çektiren bu yaklaşım, neoliberal-postmodern yüzsüzlüğün, alçalışın zirvesidir. Yaşanan bu çarpıtmaları ve ihanetleri seziyor ve öngörüyor olmalıydı ki o büyük şair, “Ben Türk şairi Nazım Hikmet!” sözünü, ulusal ve evrensel bütünselliği içinde en derin içeriğiyle her yerde gururla tekrarlıyordu.

Nazım Hikmet'i ve onun sanatsal-estetik dehasını iyi anlayabilmek için, kuşkusuz yapıtları yani şiirleri en ayırdedici ölçüttür. Ancak, bütün büyük şairler ve sanatçılar için olduğu gibi Nazım Hikmet  de şiirlerinin değerlendirilmesi, eleştirisi tamamlanmış değildir, bu da doğaldır. Çünkü, bir sanatçı ve yapıtlarıyla ilgili eleştiri ve değerlendirmenin mantığı, ölçütü, çağında ve sonraki her tarihsel aşamada, insanlığın özgürleşme, eşitlenme ve yetkinleşme adımlarına yol gösterme niteliğini koruyup korumadığıyla bağlantılıdır.

 Yani, gelişmenin ilerisinde ya da en azında düzeyinde mi, yoksa gerisinde mi kalıyor sorularının yanıtı tayin edicidir. Tartışmasız en devrimci düşünce ve kişiliklerin bile kesilip biçilerek ve çarpıtılarak emperyalist sistemin kültürel propaganda aracına dönüştürüldüğü günümüzde bunlara verilecek yanıtlar çok önemlidir.

Soruna böyle bakıldığında, Türk devriminin yaşadığı inişli çıkışlı gel-gitlere, salınımlara bağlı olarak bir çok Nazım Hikmet portresi ve yorumu ortaya çıkmaktadır.

Ulusal kültürümüzün ve tarihimizin içinden bakarsak Türk şairi Nazım Hikmet'in, dolayısıyla onun üzerinden sanatın ve edebiyatın, uluslaşmada ve çağdaşlaşmada oynadığı tayin edici rolü çok daha derinden ve doyurucu bir biçimde kavrarız.

Sanatın bir türündeki deha düzeyindeki başarı, o sanatçının, genellikle diğer bütün sanatları da kucaklayan, çağının en yetkin sanat anlayışını, onun felsefesini kavrayıp özümlemesinden ve bunu yapıtlarına yansıtmasından geçmektedir. Başka deyişle, en azından üç bin yıllık deneyim bilgisinin gösterdiği gibi, belli bir sanat alandandaki (türündeki) başarının sırrı, sanat ve estetikle ilgili bütünsel-felsefi bir kavrayış derinliğinde saklıdır.

Nazım Hikmet'in temsil ettiği kültür ve sanat mirası, eğitim ve onunla kazanılan çağın bilgisi dışında, kuşkusuz sanatsal yetenekte kendini gösteren ama kapsamlı, katmanlı ve karmaşık bir ulusal miras sorunudur.

Örneğin bütün sanat tarihçilerinin üzerinde birleştiği Divriği Ulu Cami ve Şifahane külliyesindeki yüksek sanatsal ve ustalık düzeyi, Anadolu Selçuklu ve Osmanlı kültür ve sanatının doruğunu oluşturmaktadır. Bu yapının baş mimarı ve sanatçısı Ahlatlı Hürrem Şah, döneminin Horasan ve Anadolu kültür ve sanat sentezinin önde gelen temsilcilerinden biridir; Horasan'da mayalanmış Türk-Fars kültür ve sanat sentezini derinlemesine özümlemiştir. Mimar Sinan, mimari odaklı bu kültür-sanat sentezinin Osmanlıdaki ikinci büyük ortaya çıkışıdır, zirvesidir.

Bu dehaların arkasındaki felsefede, Türk kozmogonisindeki Gök Tanrı odaklı, çift başlı ya da kuyruğunu ısıran ejder/evren (son başlangıçtır) simgesiyle en üst ifadesini bulan, döngüsel evren modelinin simgeleşmiş ruhu vardır.

Bu ruh, çadırdan kubbeye büyük Avrasya kültürü olarak maddeleşmiş ve Batı Asya kültürleriyle harmanlanarak sentezlenmiş olarak yeni biçimlerde varlığını sürdürmüştür.

Dolayısıyla, Mimar Sinan'ın ustalık ürünü olarak Süleymaniye -ve Selimiye- Camisi'nde en yetkin biçimini alan kubbe, evrensel bütünlüğün simgesidir. Söz konusu evrensel bütünlüğü, “Türklerin dünya hakimiyeti ideali”ne indirgemek, Avrasya kültürünün zenginliğini ve derinliğini hiç anlamamak demektir.

Kubbenin sadece camilerde kullanıldığı ve dinsel bir simge olduğu zannı da büyük bir yanılgıdır. Keza Türk ve İslam sanatının büyük şaheserlerini oluşturan, camilerdeki sanatın bir çok türünü yansıtan zengin içerik de doğrudan dinle ilgili değildir.

Osmanlıdan geriye doğru, Türklerin Batı Asya'ya ilerlediği ve İslamlığı benimsediği bin, hatta bin beş yüz yıllık sürece baktığımızda, kubbenin, kervansaray, şifahane, han, hamam, türbe, medrese vb her yerde ve biçimde uygulanan bütünleyici, çok'u tek'in çatısında birleştiren temel mimari üslup olduğu görülür.

Nazım'ın, “Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedrettin Destanı'na Zeyl”inde (Ek'inde) Süleymaniye Camii ve Mimar Sinan'la ilgili sözlerini anımsayalım:

Şöyle diyor büyük şair: “Artık son forması da baskı makinası altında gidip gelmeye başlayan risaleme bir kelime bile ilâve edemeyeceğimi biliyordum. Fakat bana bir şeyler unuttum gibi geliyordu. Bana öyle geliyordu ki, tek bir satır yazı yazdım; fakat bu satırın sonuna nokta koymasını unuttum.

“Vakit öğleye yakındı. Şafakla beraber çalkalanmağa başlayan lodos, ağır bulutların üstüne boşanmasıyla durulmuştu. Çok geçmeden yağmur da dindi. Gökyüzünün karanlığı yol yol yarıldı. Ağır perdeleri birdenbire düşen bir pencere gibi hava açıldı.

“Ve ben, hapishane gecelerinde doldurulmuş bir hatıra defterinde 'Destan'ımın sonuna koymasını unuttuğum noktayı arayıp dururken Süleymaniye'yi gördüm. Açılan öğle güneşinin altında Sinan'ın Süleymaniye'si bulutlara yaslanmış bir dağ gibiydi.

Evimin penceresiyle Süleymaniye'nin arası en aşağı bir saattir. Fakat ben onu elimi uzatsam dokunacakmışım gibi yakın görüyordum. Bu, belki, Süleymaniye'yi en küçük girinti ve çıkıntısına kadar ezbere, gözüm kapalı bile görebilmeğe alıştığım içindir.

“Rüzgâr, deniz, endamlı ince kemerleri üstünde nasıl durabildiğine şaşılan eski bir taş köprü 'oya', bütün bunlar nasıl, ne kadar bir Cami değilse, bütün bunların Cami olmakla ne kadar alakaları yoksa, bence Süleymaniye de öyle ve o kadar Cami değildir; minarelerinde beş vakit ezan okunmasına ve hasırlarına alın ve diz sürülmesine rağmen Süleymaniye'nin de camilikle o kadar alakası yoktur.

“Süleymaniye, benim için, Türk halk dehasının şeriat ve softa karanlığından kurtulmuş hesaba, maddeye, hesapla maddenin ahengine dayanan en muazzam verimlerinden biridir. Sinan'ın evi, maddenin ve aydınlığın mabedidir. Ben ne zaman Sinan'ın Süleymaniye'sini hatırlasam Türk emekçisinin yaratıcılığına olan inancım artar. Kendimi ferâha çıkmış hissederim. (...)”

Ve sanırım bugün biz de, sınırsız ulaşabilme olanaklarıyla edindiğimiz “bir çuval bilgi”yi ortaya döküp satmasını biliyor olsak da, bir yerlerde çok önemli bir şeylerin eksikliğini duyumsuyoruz; ve ne olduğunu bilmediğimiz o imgeyi, kavramı, simgeyi, her neyse arayıp durmaktayız.

Tıpkı binlerce parçadan oluşmuş bir makinenin tek bir parçasının eksikliği nedeniyle çalışmaması gibi, sanki zihinlerimiz kilitlenmiş, takılıp kalmış, bayat tekrarlarla, patinajlarla zaman öldürüyoruz. Ama kızıl elma gibi, zihinsel dünyamızda ve çok yakınlarımızda yer ve biçim değiştirerek gezinip duran bir enerji, bir büyük ideal olarak o sözcük, kavram ya da imgeye ulaşılacaktır kuşkusuz. 

Yine Anadolu-Selçuklu kültür sentezinin Türk halkının genlerine işleyen en duru, en soylu ve soluklu edebiyatı, Yunus Emre ve Karacoğlan şiirinde kendini gösterir. Her iki ozanımızda da -birinde tanrı-insan, diğerinden doğa-insan bütünlüğü olarak işlenen- Tanrı-insan-doğa bütünlüğü, temel ve düşünsel yön verici özelliğe sahiptir. Dönemin en yetkin filozofu İbni Arabi'nin -buna özünde aynı felsefenin tasavvufi düşünürü Mevlana'yı da ekleyelim- Vahdeti Vücut (Tanrı ve varlık/lar birliği) ya da çağdaş anlamıyla Doğatanrıcılık (Panteizm, doğa-tanrı birliği), bu iki büyük ozanımızda en zengin imgelem ve anlam/anlatım örgüleriyle şiirleşmiştir.

Onların, çağları aşan sanatsal-estetik dehalarının temelinde, dönemlerinin en ileri ve evrensel felsefesini bütün kapsamı ve derinliğiyle, akıllarıyla ve gönülleriyle özümlemiş olmaları yatar. Bin yıldır kesintisiz yaşayıp ve her aşamada yeni biçim ve üsluplarda yeşertmeye çalıştığımız bu Anadolu topraklarında, bir bakıma, bir şair olarak Nazım Hikmet'in sanatında ortaya çıkan, zuhur eden / görünürleşen aslında nedir? Bu, tıpkı bir büyük nehrin doğal bir engelle karşılaşınca bir yolunu bulup yeraltı nehri, dip akıntısı olarak yoluna devam etmesi ve kaynağıyla bağını kopartmaksızın çok uzaklarda bir yerlerden tekrar yeryüzüne çıkması, görünür hale gelmesidir.

O nedenle Nazım Hikmet, çağdaş estetiği derinlemesine kavradığı için sanatın ulusal özgün dip dalgasıyla buluşmayı bilmiştir. O büyük nehir yeryüzüne “Türk şairi Nazım Hikmet” olarak çıkmıştır. Böylece söz konusu özgün damarın, “hakikatın” en yetkin estetik ifadesini, görünür kılınışını simgeliyor. Bugün Nazım Hikmet'in anlamı ve önemi, işte bu, ulusaldaki evrensel içeriğin en yetkin düzeyde ve estetik anlatımında saklıdır.

***

Ulusal tiyatromuzun ve kültürümüzün önde gelen kuramcısı Aziz Çalışlar'ın derleyip kitaplaştırdığı Nazım Hikmet'in “Sanat ve Edebiyat Üstüne” (1) düşüncelerini içeren yapıt, konumuzla ilgili bulunmaz bir kaynak niteliğindedir.

Kitap, şairin bütün düşünce ve eylemlerinin arka planındaki fesefi ve estetik birikim ve derinliği, bunun tavır ve üsluptaki özgün ve zengin ifade edilişlerinin, eleştiri ve yorumların toplu bir sergilenişidir. Kuşkusuz estetik ve sanat üzerine düşüncelerinin de arkasında Bilimsel Sosyalist bir ideoloji, bir dünya görüşü vardır.

Sanatla ilgili çeşitli tanımlamaların damıtılmış ortak özü, “dünyanın yeniden yaratılması” ya da yaşamın, var olanın, insanlığın ortak idealleri, olması gerekenler doğrultusunda yetkinleştirilmesidir. Başka deyişle, yeni bir toplum ve yeni bir insanın yaratılmasıdır sanat. Büyük sanatçıların yaşamları ve eserlerine baktığımızda, yeni bir dünya, yeni bir toplum yaratmak, sanatsal yaratıcılıktaki devrimcilik ile toplumsal-siyasal devrimciliğin büyük ölçüde aynı temelde buluştuğunu görürüz.

19. yüzyıl gerçekçiliğinin romanda en üst temsilcisi Balzac'ta da, gerçeğe ve toplumun özgürleşmesine inanç ve bağlılık esastır, bu ise her zaman devrimci bir içeriğe sahipti. Onun aristokrasiye bağlılığının ifadesi olan ideolojisi, gerçekçilik temelinde yarattığı romanlarıyla karşılaştırıldığında işlevsizleşmekte, etkisiz bir kabuğa dönüşmektedir.

Daha genel deyişle, günümüzde de son derece yakıcı bir sorunsala dönüşen sanatçının bir ideale, bir ütopyaya -dostlar alışverişte görsün misali görünüşte değil, gerçek anlamda ve bütün varlığıyla- bağlılığıdır söz konusu olan. Bir toplumun ya da bireylerin, bağlandıkları, uğruna kişisel bir çok şeylerini feda edilebilecekleri yüksek idealleri/ülküleri, ütopyaları yoksa, kendilerini yeniden üretmeleri ve geliştirmeleri olanaksızdır. Bir şeyler üretseler bile, bunlar vasat, çağlarını aşma enerjisinden yoksun, niteliksiz şeylerdir.

Schiller'in şu sözleri son derece öğretici ve yol göstericidir: “Sanatçı kendisini her yandan saran zamanının bozulmalarından, çürümüşlüklerinden nasıl korur?” diye soran Schiller, buna yanıt olarak, günübirlik, ilkel hazların verdiği “mutluluğa ve gereksinmeye değil, yukarıya, kendi onuruna doğru bakmalıdır... Anlık küçük işlerden ve sabırsız coşkuculuktan (romantizmden) kurtulmalıdır” ve “gerekir ile olanaklının bütünlüğü içinde ideali üretmeye” uğraşmalıdır. (2)

Nazım'ı anlamanın ve onun sanatını değerlendirmenin ölçütünü, sanatçıyı en saf ve yetkin biçimiyle tanımlayan, estetiğin büyük düşünürü Schiller'de görebiliyoruz. Burada, “gerekir” ya da olması gereken ile “olanaklının” ya da somut tarihsel koşullar içinde gerçekleşebilir olanın “bütünlüğü”nde “ideal” olan yani “yeni bir dünya yaratma”, dünyayı/toplumu değiştirme ideali vurgulanıyor. 

Fransız Devrimi'nden ya da Kant, Schiller ve Hegel'den günümüze modern çağın bütün gerçek ve büyük şairleri, sanatçıları, hepsi de sanatın aynı devrimci özünü vurgulamış ve savunmuşlardır. Kuşkusuz bu felsefi içeriği ve anlamı özümleyerek.

Nazım Hikmet de kendi ulusal gerçekliği ve dilinde bunu bütün yetkinliğiyle vurgular: “(Gerçek şair) kendi aşkı, kendi mutluluğu ve acısıyla uğraşmaz. Onun şiirlerinde halkının nabzı atmalıdır... Şair başarılı olmak için, yapıtlarında maddi yaşamı aydınlatmak zorundadır. Gerçek yaşamdan kaçan ve onunla bağıntısız koşulları işleyen kimse, saman gibi anlamsızca yanmaya yargılıdır” (s.33).

Tarihimizin ve dünya edebiyatının büyük şairlerinden örnekler verir Nazım; onların başarısının sırrını açıklar: “Gerçek şair dediğin, bizim Mevlana'dan, Yunus Emre'den, Fuzuli'den, Nedim'den, Tevfik Fikret'ten Yahya Kemal'den, Ahmet Haşim'den tut da, Shakespear'e, Goethe'ye, Hugo'ya, Baudelaire'e, Puşkin'e, Mayakovski'ye, Yesenin'e, Aragon'a filan kadar hepsinin kuvvetle belirli bir felsefe sistemleri, bir sosyoloji görüşleri, hiç olmazsa sezişleri vardır” der ve “Şiir de bütün öteki güzel sanat şubeleri gibi” bilim istediğinin altını çizer” (bold ve italikler bana ait -mu)  (s. 33-34).

Nazım, sanatçının bilimsel (ve estetik) bilgi birikimini o kadar zorunlu bir koşul olarak vurgular ki, aksi örneklerin iyi bir sanatçı olma şansları yoktur. En azından iyi ve başarılı bir sanatçı olmayı amaçlamayan da kesinlikle bu niteliği kazanamaz. “Şairin dünyası en az bir romancının dünyası kadar büyük olmalı. Bak, bugün bizim şiir piyasasında çok istidatlı delikanlılar var, fakat ekserisinin dünyası daracık, soluğu yok, tıknefes. Ve bu dar dünyalı oluşlarını tık nefeslikle örtbas için, sözde kendi iç alemlerine kulak verdikleri iddiasındadırlar...” (s.34)

***

Merceğimizi son elli yıllık yakın tarihimizin şairler dünyasına tutarsak, soluksuz ve derinliksiz şair karikatürlerinin binlerce örneğine rastlarız. Ve bu elli yılın en belirgin olgularından biri, şair, öykücü, romancı, ressam, müzisyen vb sayısındaki beş-on misli niceliksel artışa karşın, çok sınırlı bazı örnekler dışında niteliksel ciddi bir yükselişin gerçekleşmemiş olmasıdır.

Kuşkusuz bu, günümüzün en önemli çöküntü/çürüme olgusu ve tartışma konusudur, ya da mutlaka öyle olmak zorundadır.

Schiller'in belirttiği gibi şair bir dava adamı, yüksek bir idealin sorumlu, kararlı, uzun soluklu, her türlü bedeli ödemeye hazır bir savaşçı olmalıdır. Bunun anlamı, sanatçı, haksızlığa, eşitsizliğe, adaletsizliğe, sömürüye, emperyalizme, bayağılaşmaya, cehalete, kısacası, insanı ezen, çürüten, insani doğasına yabancılaştıran her şeye karşı taraf olmalıdır. Görünüşte değil, gerçekte ve katıksız devrimci bir duruş sergilemelidir.

Kuşkusuz bu tavrın her zaman ve her dönemde ödenmesi gereken bir bedeli, çekilmesi gereken bir çilesi vardır. “Şiir, (...) bir büyük sergüzeşte atılmak demektir; bir büyük ve mesuliyetli sergüzeşt, böyle bir işi ancak geniş soluklu, yüzde yüz inanmış, hudutsuz seven, dövüşen, aklı başında, karınca gibi çalışkan ve görüş sahası kartalınki kadar geniş insanlar başarıyla sona erdirebilir. (...)  Bugün de bir Rönesans devri yaşıyoruz, hem dünya, hem memleketimiz; bundan dolayı şairlik şimdi kolay iş değil” (s.35).

Evet, Nazım'ın sözünü ettiği 1930'lardaki Rönesans, 40'lardan sonra gerçekleşen karşıdevimle kesintiye uğratıldı. Yaklaşık 80 yıllık bir karşıdevrim sürecidir bu. Küreselci-İhvancı karşıdevrim, Kemalist Cumhuriyet'e son darbesini vurup onu ılımlı İslamın ve sahte milliyetçiliğin çağdaş-laik bir eklentisi, figüranı haline getirirken, emperyalizm uzantısı sosyal demokrasi de, sahte Atatürkçülüğü ve ilericiliği ile aynı işlevi sol görünüm altında yerine getirmektedir.

Kemalist Devrim'in ve ulusal kültürel Rönesansın dinamikleri ise, son büyük atılımını ve son çarpışmasını gerçekleştirerek ulusal ve demokratik devrimi tamamlama göreviyle karşıyadır. Önümüzdeki yılların ideolojik, siyasal ve kültürel en büyük hesaplaşmasıdır bu.

Ve Nazım Hikmet'in dün söyledikleri bugün de aynen, hatta fazlasıyla geçerlidir: Bu görev, “geniş soluklu, yüzde yüz inanmış, hudutsuz seven, dövüşen” ve dünyaya, gerçeklere “kartal ufkuyla bakabilen” çaplı insanların harcıdır. 

Dipnotlar

(1)  Nazım Hikmet, Sanat ve Edebiyat Üstüne, Hazırlayan: Aziz Çalışlar, Bilim ve Sanat Yayınları, İstanbul, 1987. 

 (2) Schiller, “İnsanın Estetik Eğitimi Üzerine Mektuplar”, aktaran: Onur Bilge Kula, Kant, Schiller, Heidegger: Estetik e Edebiyat, T. İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2012, s.254-255.  

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)