Son Dakika




Kapitalizm gibi sürekli kriz içerisinde yaşayan, insanlığa kan ve gözyaşından başka bir şey ver(e)memiş  bir sistemin bu kadar etkili bir hakimiyet kurmasının nedenlerinden birisi hiç kuşkusuz eğitilmiş zihinleri satın alması ve kullanmasıdır.

Türkiye’de son yirmi yılda edebiyat ve yayıncılık alanında yaşadığımız gerçek ne yazık ki zihinlerin dumura uğratıldığı bir "gayri milli" edebiyat egemenliğidir.

Bu edebiyat anlayışı, geniş halk kesimleri için değil, “etnik” ve “mezhep” temelinde mesai yapan yazar şairlerinönü açılarak “çokkültürlülüğü pekiştirecek” biçimde yapılandırıldı; böylece Türk insanı adeta romansız, şiirsiz, öyküsüz bırakıldı.

Son yirmi-otuz yılda Türkiye’de, “Bunları pişirip duracaksınız!” diye dayatılan, bu doğrultuda sahte “sorun”larla ilgilenen bir edebiyat yaratıldı.

CIA eski başkanı Tuğ. Stansfield Turner ve CIA İstanbul eski istasyon şefi Graham Edmund Fuller’in de katıldığı, İtalya’nın ünlü Como Gölü kıyılarında Rockfeller Vakfı’nın sahibi olduğu şatoda, ARI Derneği öncülüğünde Soros’un Açık Toplum Vakfı ve Amerikan yarı resmi Dış İlişkiler Derneği’nin (FPA – Foreign Policy Association) düzenlediği, 5-8 Ağustos 1999 tarihleri arasında üç gün üç gece –bir kanlı düğün gibi!– süren ve Türkiye’den ünlü 12 gazetecinin katıldığı toplantıda (Onların anlatımından Mustafa Yıldırım'ın kitabından öğrendiğimiz) bu kararlar netleştirildi.

(Hemen ertesinde TESEV kurucusu Tarhan Erdem’in ülkenin en büyük yayın şirketlerine, Doğuş Yayıncılık, Doğan Medya’nın tüm kurumlarına "Genel Koordinatör" atanmasını anımsayalım.)

Bu yıllarda uluslararası yazar örgütleri, telif ajansları, PEN gibi kuruluşlar bizim gibi ülkelerde kendi insanını dışlayan bu taife yazarlara destek oldu.

Varlık Dergisi’nin Nisan 2016 sayısında Hasan Bülent Kahraman’ın, “Türkiye’de tümüyle eski edebiyatı değiştirmeyi ve dönüştürmeyi başardık” demesi anlamlıdır.

İnsan sormadan edemiyor, acaba Nâzım Hikmet, Ahmed Arif, Orhan Kemal, Attilâ İlhan, Talip Apaydın, Fakir Baykurtların sesi ve onları izleyenlerin önü bunun için mi kesildi?

Edebiyatımız, tarihte başka bir ülkede görülmemiş biçimde –üstelik çağdaş edebiyatımızın kurucusu Yaşar Nabi Nayır’ın kutsal dergisinin kapağında bile– “Türk edebiyatı” olmaktan “Türkçe edebiyat” olmaya bunun için mi evrildi! (Türkler kendi ülkelerinde bir edebiyata sahip olamayacaklarsa nerede olacaklar!)

Hak etmediği halde Türk edebiyatının zirveleri işgal ettirilen Elif Şafaklar, Ahmet Altanlar, Suriye işgali öncesi Esad’a utanmadan mektup yazıp “Seni ne Çin ne Rusya kurtarabilir? Sonun Kaddafi gibi olacak...” diyen Orhan Pamuklar bunun için mi beslenip kollandı?

HORMONLU YAZARLARIN SONU

Nihat Genç’in deyimiyle “Cemaatin gelini” Elif Şafak'a verilen "Fransa Sanat ve Edebiyat Şövalyesi nişanı” töreninde Fransız büyükelçinin “Romanlarınızda Ermeni Soykırımının unutulması konusunu büyük bir incelikle ele aldığınız bölümlerden… Ne mutlu bizlere ki Türk toplumunun bilinçaltı üzerine çalışmanıza devam etmek konusunda cesursunuz…" diye konuşması bu çalışmaların mı sonucuydu?

İşte 2016 yılı, büyük yayınevlerinde el üstünde tutulmuş, büyük yazar sayılmış, bu halka budur senin yazarın, bunu oku denmiş hormonlu yazarların nicesinin emperyalizmin denetiminde hareket ederek halka karşı suç işleyen örgütlerin destekçisi olarak birer birer döküldüğü yıl oldu. Hepsi kriminal bir vaka olarak yazarlık onurunu yerlerde sürüyen birer zavallıya dönüştü.

Kim olursa olsun hiçbir yazarın hiçbir insanın tutuklanması taraftarı değilim.  Bu kişilere hak etmedikleri bir kahramanlık tanımak olacağı için değil; gerçekten. Bu sorunu biz yazar ve eleştirmenler kendi içimizde çözüp halledebiliriz.

Ama şunu söyleyeyim ki burnumuzun dibinde örnekleri yaşandığı halde ülkelerinin bölünüp parçalanarak karanlık çağlara sürüklenmesine bilerek ya da bilmeyerek de olsa katkıda bulunarak halkına ihanet etmek affedilemez bir suçtur.

Dünyada halkına karşı, halkına ihanet ederek büyük kalmış tek bir yazar şair sanatçı yoktur! Halkın verdiği ceza tarihsel cezadır; çok ağır olur!

(Örneğin, bu halk “FETÖ” ideolojisinin tehlikesini anlamayabilir, politikacılar bile “yanılmış” olabilir! Ama yazar ve şairin yanılmasının faturası her iki taraf için de çok ağırdır!)

2016 yılında mahkemeler 51 gazeteci yazarla birlikte Can Dündar’ın, Hilmi Yavuz’un mallarına el koyma kararı aldı. “Gelin” Elif Şafak yurtdışına kaçtı. (Bir yazarın bir şairin değil milyonları el konacak kadar parası nasıl olabilir?)

Ahmet Mehmet Altan kardeşler, Aslı Erdoğan, “Dil Mes’eleleri” yazan ve bu “mesele”den etnik dillere özgürlüğü anlayan Necmiye Alpay tutuklandı. (Bu satırların yazıldığı sırada yurt dışına çıkma yasağı konarak serbest bırakıldıklarını öğrendik.)Türk halkını yoklukları ilgilendirmedi.

Kitap Fuarı zamanı Alman Yazarlar Birliği üyelerinin cezaevi kapısı eylemine tek bir Türk yayıncı katılmadı.

Fazıl Hüsnü Dağlarca gibi “Atatürkçü” olduğunu açıklamış bir şairin ödülünü HDP kurucusu şaire vermek Musa Anter üzerine konmuş ödülü Yekta Güngör Özden’e vermek gibi bir şeydi.

Doğal olarak, 2016 yılı boyunca bu gevşek yapı, Seyyit Nezir inatçılığıyla, protesto derecesinde eleştirildi; kral çıplak dendi.

2016 yılı Doğan Medya çevresinde kümelenmiş yayınlarda haksız yere pompalanmış, Doğan Hızlan gibi hacıyatmaz eleştirmenler ve ödüller aracılığıyla şişirilmiş yetenek yoksunu ya da yetenekli ama kötü niyetli yazar şairler için kâbusun başlangıç yılı oldu.

Anadolu gibi bir kültürel deryanın içinde müthiş insanların arasında yaşadığı halde halkını aşağılayan, hor gören, etnik mezhep sevicisi yayıncılık yaptığı halde Türk edebiyatının parçası görünen samimiyetsiz anlayışı Türk halkı kusmaya başladı.  

Bu güzel ülkenin güzel insanlarının edebiyatlarının adını gasp edip kaymağını yediği halde kendisini o milletten saymayan tuhaflıkta bir yazar şair yayıncı dergici topluluğu şimdi iflasın eşiğine geldi. Özellikle “15 Temmuz emperyalist işgal/faşist darbe girişimi” sonrası yayınevleri kitap satamıyor, dergilerini kimse almıyor.

“Özgürlükçülük”, “çok kültürlülük”, "demokrasi" gibi neoliberal kavramlar etrafında birbirine kenetlenmiş, her türlü edebî, ahlaki kaygının, sosyalizm, tam bağımsız Türkiye vs. gibi yüce ideallerin dışında feodal bir örgütlülükle gericileşmiş ve kendinden olmayanları dışlayan faşizanlıkta, fena halde tarafgir bu asalak yapı, 2016 yılında büyük bir sarsıntı geçirdi.

Türk yerelini inkâr eden, emekçi yoksul halkına değil, emperyalist Batı’nın ödülleri için yazan anlamsız edebiyatın bunlar daha güzel günleri!

Sunni olarak yaratılmış ve Türk insanına yabancılaşmış, hatta "düşman" edilmiş "Türkçe Edebiyat", 2016 yılında Fransız Devrimi günlerini aratmayacak denli akıl almaz olaylar yaşayan ülkemizin gerçekleri karşısında berhava oldu.

Türk yerelini inkâr eden, emekçi yoksul halkına değil emperyalist batı okuruna yazan edebiyat boştur, anlamsızdır; bunlar daha güzel günleri!

MİTİNGDE SESLENDİRİLEN ŞAİRLER  

7 Ağustos 2016 Pazar günü İstanbul Yenikapı’da yapılan  “15 Temmuz Demokrasi ve Şehitler Mitingi”nin yıldızı tartışmasız şairler oldu.

Üç milyon kişiden fazla insanın bulunduğu idia edilen ve en az elli milyon insanın da televizyon başında canlı izlediği mitingde biz edebiyatçıları için şaşırtıcı bir şey oldu: Nazım Hikmet’in, Ahmed Arif’in, Necip Fazıl’ın, Azerbaycanlı Türk şair Ahmet Cevad’ın, Arif Nihat Asya’nın, Orhan Şaik Gökyay’ın şiirleri, eksik de okunsa, yanlış da okunsa diğer illerimizde alanlarda ve televizyonlarda yayınlanmasıyla birlikte belki de ilk kez on milyonlarca insanla tanıştılar.

 Ahmed Arif’in ünlü “Diyarbekir Kalesinden Notlar ve Adiloş Bebe’nin Ninnisi”, Nazım Hikmet’in “Güneşi İçenlerin Türküsü” başbakanın ağzından dinlendi, muhalefet liderinin ağzından dinlendi.

Biz edebiyatçılar için, çoğu şairimiz için şiirin alanlarda okunabileceği devirler geçti düşüncesi hâkimken Türkiye’nin faşist bir işgal girişiminin ertesinde ülkeyi yöneten bir, iki, üç numarasının ağzından şiir okunması “şok”unu yaşadık.

Kim ne derse desin, şiir bu ülkede yıllar sonra 2016 yılında tam anlamıyla kürsüye çıktı! Şiirin bu halk için vazgeçilmez “ulusal” bir güç olduğu, şiirsiz şairsiz bir toplumun yaşayamayacağı, şairlerin toplumların en son kalesi olduğu bu pratikle ortaya çıktı.

Bir uçurumun kenarından dönmemizin yarattığı travma, Türk tarihinin en büyük olaylarından birini ulusça atlatmış olmak, siyasi liderinden halkına herkesi şiire, şairlerimize yakınlaştırması edebiyat psikolojisi, kitle kültürü, politikacı psikolojisi açısından bilim insanlarımızca enine boyuna irdelenmeli bence.

Demek ki, bu ülke için, bu halk için, bu kültür için, bu topraklar için yüreği samimiyetle, sevgiyle ve saygıyla dolu dürüst şairler, onlara yıllarca düşmanlık etmiş anlayışlarca bile sığınılacak liman oluyor!

Kuşkusuz kim hangi saiklerle okursa okusun, şiiri, alanlarda üstelik ulusal duygularla okunmuş şairler, kıskanılası şairlerdir.

Okuyan siyasi zatların niyetleri ne olursa olsun niçin şairlerimizden şiir okumak zorunda kaldılar?

Şiirin bu halk için vazgeçilmez “ulusal” bir güç olduğu, şiirsiz şairsiz bir toplumun yaşayamayacağı, şairlerin toplumların en son kalesi olduğu için.

Niçin bizim şairler?

Çünkü bu ülke için, emekçi yoksul bu halk için, bu kültür için, bu topraklar için yüreği samimiyetle, sevgiyle ve saygıyla dolu dürüst şairler oldukları için.

Yüreği bu ülkeye soğuk, ikiyüzlü, her fırsatta yoksul emekçi halkı, temsil ettiği kültürü aşağılayan malum taifenin şiiri hiçbir zaman bu mertebeye ulaşamayacak.

Ahmet Yıldız

(Aydınlık, 29 Aralık 2016)

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)