
Sunuş
Bekir Yıldız’ın yazınımıza getirdiği yalnızca Güneydoğu ve ağalık (feodal) düzeni, onun somut şiddeti değil. Bu bile onu diğer köy yazınımızdan ayırmaya yeter. Çünkü o kırsal çatışmanın biçimsel yüceltimini, dolayısıyla kolaylaştırılmasını (buna indirgemecilik, vulgarizm deyin isterseniz) yadsıdı bir yandan ama egemenlere karşı çıkması azalmadı bu yüzden. Zaten sol cephede sorun da yaratmadı Yıldız, hatta benimsendi yürekten.
Ama ayrıca değeri, anlatıya getirdiği, içeriğinden esinli dizem duygusu… Anlattığı yaşamın devingesine uygun bir dil kullanımını gerçekleştirdi. Bu teknikle okur sahici bir şiddet yüzleşmesi deneyimledi.
Bu sahiciliğin bir kaynağı da kendi yaşamını öykülemesiydi.
Öyle ileri gitti ki sahiciliği amacını aştı. Yazısı kendine çalışmaya başladı. Oysa yazı yazanı doğrulamaz.
Yazarın dünyaya karşı duruşundan ibaret olamaz.
Okur kitabı değil yazarı görmeye başladığında işkillenir, yanıltıldığını düşünür. Gerçek okur yazarla el ele, körebe oynar. Yazarı, okuru silme oyunu. Sanki yazı bu ikilinin dışında, başka yerdenmiş gibi.
Oyundur bu, güzelliği bundan.
Reşo Ağa (1968)
Reşo Ağa’yla başlayan bir Bekir Yıldız okuması. Yazarın geçmişten bildiğim, getirdiğim birkaç kitabından biri de zatenReşo Ağa’ydı. İlk yayınlandığında, olasılıkla 68’de almış ve okumuştum. Çarpıcıydı, ilkti. Oysa köy romanlarının ve gerçeğinin doruk yaptığı ve benim de habire okuduğum bir dönemdi bu Güneydoğu Anadolu tanığı anlatıları: Apaydın’lar, Baykurt’lar, Kemal’ler, Makal’lar, vb. Ama hiçbirinde olmayan yeni bir ses; (feodaliteyi ve onun birey bireye ilişki biçimini konu yaparak) töreyi, şiddeti ve belli bir bölgenin kırsal dehşetini tüm acımasızlığı ve çıplaklığıyla, bir gazeteci ya da röportaj anlatımıyla dosdoğru ve yalın, yerel dili de (Urfa ağzı) yansılayarak getirdi, bomba gibi koydu önümüze... Öncüydü, arkası geldi elbette (Şahin, vb.).
Beni bugün okuduğumda şaşırtan ve azıcık da irkilten şey gerçekten yazınsal ilkellik ve buna karşılık kadın meselesine yaklaşımdaki duyarlık düzeyi. Gerçi Bekir Yıldız genç yaşında Almanya’ya çalışmak için gitmiş ve iki yaşamı karşılaştırabilmiş biri. İlk kitabı da Almanya’yla ilgili (Ben okuma sırasını şaşırdım.) Toplumu, kendi coğrafyasında gözden kaçırılmış bu şiddetle karşı karşıya getirerek çarpmayı (şoke etmek) kasıtla öngören Yıldız, bunun etkileri ve sarsıntılarından elbette kalan yazı ömründe yararlandı. Ama namus çizgisine bağlı kaldığını, kente gelen kadınla erkeğin aile içi yalanına varıncaya değin dürüstlükle burnunu mahreme bile soktuğunu ve de iyi yaptığını biliyorum. Anneyle eş arasında anneden yana kendini bile boylu boyunca koydu yazının ortasına, cesaretle. Demek, daha Reşo Ağa’da ipucu varmış Halkalı Köle’nin, Aile Savaşları’nın…
Onun hakkında okumam ilerledikçe daha uzun yazacağımı sanıyorum. Şimdilik bu yeter.
Rastlantı mı diyeyim, Berfin Bahar Dergisi son sayısında Bekir Yıldız’a özel bölüm ayırmış, alsam iyi olacak…
Türkler Almanya’da (1966)
Bekir Yıldız (romanda adı Yüce) 1962’de yabancı işçi olarak gittiği Almanya serüvenini özyaşamöyküsel bir roman olarak 1966’da yayınladı. Geçen 4 Almanya yılında çalışıp edindiği basım makinesiyle yurda dönen Yıldız basımcılık işine soyunmuştu. Bu ilk romanıydı. Arkadan büyük patlama yapan Reşo Ağa’sı (öykü, 1968) geldi ve Avrupa’nın sanayileşmiş ve çok değişik ekini içinde yaşanan çatışmalarından birden Güneydoğu Anadolu’nun şiddet yüklü kırsal ekinine, aşiret ilkelliğine doğrudan tanıklığa dönüverdi.
Ben gençliğimde (60’ların sonu, Urfa) onu ilk Reşo Ağa’sıyla tanıdım. Çıkışı bir olay (fenomen) olmuştu. Köy gerçeği bir süredir (Makal, Apaydın, Baykurt, vd.) gündemdeydi aslında ama o yapıtlarda çatışma uygarlaşma ekseninde, geri(ci) düzenin aydınlanmaya, usa direnişini öykülüyordu. İç gerçek, kenterlerin (burjuva) onca iyiniyetlerine karşın kavrayamayacakları gerçek; töresiyle, günlük, sıradan cinayetleriyle, eril dehşetiyle ilk Bekir Yıldız kitaplarıyla gündemin ortasına çöktü. Çarpıldık.
Türkler Almanya’dasını daha yeni öğrendim (ki utanılacak bir durumdur). Aslında onun sonradan şiddetin gerçekliğine içeriden tanıklık konusundaki biçemine karşın aydınlanmanın yazarı olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. Yapay ya da yüzeysel olan tüm (çağdaşlaşmaya yönelik) çatışmaları ayıklayarak derine inme, ilkel ve varlık temelinde yürüyen sert, acımasız, dişe diş varkalma savaşını görünür kılma tutumunun arkasında, kişi olarak kendisi feodaliteden kökenlenmesine karşın güçlü bir kadın(lık) savunusu, aşiret düzenine öfke, emek savunusu yatıyor. Beni şaşırtan da bu yanı... Bekir Yıldız coşumcu (romantik) esinlerin etkisinden yeterince sıyrılmamış ve ham da olsa, tüm bu donanımı nereden edinmiş, ama daha önemlisi bir duruş geliştirebilmiş sorusu kafamı kurcalıyor. Asıl önemli olansa şu: Türkler Almanya’da ilk yapıtı (roman) bir çizgiye dönüşebilir, Türkiye’de kentleşen yarı-bilinçli emeğin öyküsünün en önemli yazarı olabilirdi Bekir yıldız. Oysa İstanbul’a geliyor. Kendi işinin başına geçiyor. Bu arada Almanya deneyimini romanlaştırıyor. Bunu yaparken roman tekniklerini, roman bilincini üst düzeyde taşımıyor olsa da, romanını düşünce aktarımının aracına dönüştürüyor olsa da (şimdi anlıyorum ki) birçok konuda öncülük yapıyor. İşte Almanya göçü, iki ekin (kültür) çatışması, çarpıcı antropolojik gözlemler, hızlı ekinsel değişimin bireylerde yarattığı çöküntüler, ülke siyasetleri, azgelişmişlik tini, kadın erkek ilişkileri, Anadolu’da kadınlık erkeklik davranışları, Almanya’da Türk işçisinin ölçü ve değerler konusundaki acıklı güldürüleri (Otomobil sahibi olup köye dönüşü demek ki, Adalet Ağaoğlu’nunFikrimin İnce Gülü’nden 10 yıl önce Yıldız konu yapmış.), işçi işveren ilişkileri, en çok da fabrikalarda insanlıkdışı iş düzeni ve arkasında yatan ussal yapı vb. konularda yazarımız gerçekten bir öncü. Aynı zamanda toplumbilimsel bir ilk çalışma, tez bu yapıtı... Nice kutlansa yeriymiş. Bence arkadan müzikte, söylemde (toplumsal retorik) geliştirilen ‘Alamanya’ içeriği de Bekir Yıldız’a epeyce bir şey borçlu olmalı. Gecikmiş hayranlığımı bu öncüye şimdi, burada sunuyorum hiç değilse.
Öte yandan romanın kendisi, roman türü açısından ilk olmanın yanısıra başka nedenlere de bağlı birçok ilkelliği bağrında taşıyor elbette ve çok da önemli bulmuyorum bunu. Yazar bu yapıtını yayınlar yayınlamaz hemen yaptığı dönüşle (içeriksel eğilim, türsel değişim, anlatım tekniğinde dizimsel ve çarpıcı sözdizimi, vb.) kendi kusurunu anında kavrayacak denli de yaratıcı biri olduğunu göstermiş… Belli ki bu ülkede kendini görevli sayan, Doğu gerçeğini içeriden deneylemiş, toplumu sarsma, uyandırma, usunu başına devşirmesini sağlayacak bir dil ve anlatıyı bulma meselesiyle karşı karşıya gelmiş. Kenti mi anlatacak, yoksa oradaki hâlâ geçerli ve etkili töreyi mi? Yazı feodaliteyi göstermenin ve yeryüzünden silmenin bir aracı değilse ne olabilir? Kent anlatısı, bu gerçek orada tüm acılığıyla ve ağırlığıyla dururken düşlemsel, yapay, gerçek-dışı kalmayacak mı? Sanıyorum ve yanlış anımsamıyorsam, yıllar yıllar sonra kente, kentsoylu aileye bir dönüşü oldu. Bakalım, okudukça göreceğim.
Belki sonradan bu romandaki gerçekten önemli gözlemler romanda değişiklik yapmasını, yeniden düzenlemesini önlemiş, gerçeğin görünmesi yazınsallıktan daha önemli görünmüş olabilir Bekir Yıldız’a. Böyle gördüyse bence de doğru görmüş, iyi ki bu ilk yapıtına sonradan iyi ya da kötü karışmamış. Döneminde de, hele günümüze yaklaştıkça savunulamaz ilkellikte birçok (yanlış) düşünce, inanılmaz pırıltılar ve öngörüler içeren sezgilerle öyle harmanlanmış, öylesine safça da olsa yapıtın bütünlüğünü zedeleyecek teknik sorunlara yol açmış ki biz o uzun anlatıcı (yazar) görüşlerini, kişiler arasında geçen tartışmaları bile sahiplenmek zorundayız, el üstünde tutmalıyız. Çünkü toplumun en iyi fotoğrafını her zaman en kusursuz olan (sanat yapıtı) verir, yansıtır diyemeyiz. Çoğu kez de zamanın tini kusur olarak, boşluk olarak, abartı olarak, simge, hatta alegori olarak gösterir kendini ve böyle taşınan gerçeklik daha bir sahici olabilir.
İşte Türkler Almanya’da tam da böyle bir roman…
Kara Vagon (1969)
Bekir Yıldız’ın yazısının zaman içinde ilerlediğinin, öyküsünün artıklarından arındığının ve somlaştığının kanıtı Kara Vagon. Daha önce yayınladığı iki kitaptan aldığı (çoşkulu) tepkilerin taktikler düzeyinde iyi değerlendirildiği sonucunu çıkarabiliriz bir yandan. Ama yazının lehine çalışmış bu taktik yorum, kuşku yok.
Öykülerin etkisi birkaç şeyden geliyor. Güneydoğu Bekir Yıldız’a gelinceye değin insanların bireysel gündelik yaşamları içerisindeki neredeyse yapısal(laşmış) şiddet böyle görülmemiş, gösterilmemişti. Bu açıdan ilkti. İkincisi, bölge ağzı (Urfa) çarpıcı ve etkili bir biçimde kullanılıyor, egemen yazın anlayışı erkini yitiriyordu çok da direnmeden. Yazın toplumbilimi keşke Yıldız çıkışını inceleyebilseydi? Kim okumuştu onu, nasıl tepki vermişlerdi? Üçüncüsü, Bekir Yıldız gerçek(cilik)le yeni sayılabilecek türden bir ilişki kuruyordu. Gerçeğin somut, acımasız, fiziksel gücü belgesel bir dil duruluğuyla, yumuşatılmış anlatıları biraz da küçümseyen, onlara tavırlı sertlik dolu bir edayla, vurgulanıyor. Yazar doğrudanlığı bir teknik araca dönüştürüyor. Yine teknik bir çözüm, üçüncü yargıya bağlı olarak, öykülerdeki belirgin düğüm, odak yoğunluğu. Çarpıcı olay (genellikle bitiş) öykünün tüm kaynakları için güçlü bir çekim noktası. Böyle güçlü bir odak, aslında Bekir Yıldız’da anlatım içerikleri ve arayışlarının kolayca gözardı edilmesini sağlayabilir ve sanırım da yazın çevresi konuyu başta olumlu, destekler bir imayla bu özelliğe sürükledi. Ama daha sonra kibirli tam bir körlük gecikmedi. Bekir Yıldız’ın bir asılmadığı kaldı.
Bir başka (beşinci) özelliği olarak yoğunluktan, metnin altına yerleştirilmiş gergin yaydan, omurgadan söz edebiliriz. Yazar, gerilim kurma ustası. Belki de tanıklık ettiği yaşam çok sözü, gereksiz sözü kaldıramayacak denli doğrudan işliyor, seyrediyordur. Anlatılan yaşam başka bir dili kaldıramazdı belki. Ama yazar işi akışına, suyun kabın biçimini alması varsayımına bıraktı ve sonuç ortaya çıktı, diyemeyiz. İrade devrededir, dil tutumuna, biçeme ilişkin irade.
Buradan bir bağlantı daha kurabiliriz. Dizim, sözcük ve özellikle tümcelerde, ilişkilerinde gizli bir dizimsellik (ritim) ve kaçınılmazca ezgisellik. Öykünün şiddeti taşıyan, yükselen ve sonunda patlayan dili öykü zamanının ölçülü hesaplanması ve kurgulanmasıyla ilgili. Yani Bekir Yıldız’da neredeyse sezgisel diyeceğim (ama doğal demek istemiyorum), okurun kolayından ayrımsayamayacağı bir zaman yönetimi (politikası) var. Bu eğilimi sürdürmüşse sonraki yapıtlarında besteci olarak görüneceğini savlayabilirim şimdiden.
Çiğciliğin (fovizm) yazınımızda parlak ve üstün bir karşılığı olan, yalın ve politize bir yazar duruşuyla daha az ya da hiç gölgelenmemiş, çiğ gerçeğe dolaysız tanıklığı ileri boyutlara taşımış olan Kara Vagon’u yazınımızın önemli bir halkası, öykücülüğümüzde bir çığır olarak ben de 40-50 yıldan sonra, oldukça gecikmiş olarak bir kez daha selamlıyorum. Yakın geçmişimizde öykü, roman, şiir yazıldı. Yok saymaya çalışanlara direnmeliyiz.
Kaçakcı Şahan (1970)
Aşağı yukarı iki yılda (1968-70) Bekir Yıldız’ın yazarlık serüvenindeki gelişim, sıçrama gerçekten bir tansık gibi. Neredeyse öykü ya da metin tüm uzantılarında, boyutlarında eşbiçimli/eşözellikli (homojen) ve yoğunluk yitirmiyor. Gerilim çok yalın ve tartışmasız bir yalınlıkla kuruluyor ve ok hedefini şaşmıyor asla.
Ve okudukça göreceğiz, belki yanıldığımı anlayacağım, tuzak da burada. Yayın ve okur beklentileri (dergiler, yorumlar, satış, vb.) Bekir Yıldız’ı Güneydoğu’ya, onun vahşetine, şiddetine gömer mi gömer. Tıpkı Yeşilçam sinemasına seyirci kitle (ya da para) üzerinden bölgelerden gelen siparişler gibi. Şöyle bir hikâye, şu oyuncularla… Çark berbat bir biçimde, eksile büzüle döne durur, tükeninceye değin. Ama Bekir Yıldız çok zeki bir insan yanılmıyorsam... Piyasaya, çağcıllaşma tuzaklarına, sermaye mantığına kolayından teslim olacak biri değil.
Bu kitap (Kaçakçı Şahan) belki kaçakçılık konusuna girmede kendi poetikası içerisinde bir ilk ama yazarın düz ve yükselen gelişim çizgisinde beklenen sonuç. Aynı kurgu mantığı, aynı yerel ağız destekli, tanıklık ettiği yaşam denli çorak ekonomik dil, ama öte yandan yaşamı en ilkel biçimleriyle üstlenmiş bu insanların hemen herkes kadar (beğenelim beğenmeyelim) zengin, ayrıntılı, şaşırtıcı iç dünyaları. İlk uzun öykü (Gaffar ile Zara) Almanya serüveninin başlangıç noktasına, köye tanıklık eden özyaşamöyküsel bir öykü, içinde senaryolar ve sinematografik görüntüler taşıyor. Arkasından güçlü darbeler biçiminde gelen bildik Yıldız öyküleri kıvamlı, sıkı, kristalize, yoğun ve sert (bir ırası, karakteri olan) öyküler. Öyle ki öykünün bütünü bir tip gibi duruyor sayfalar arasında. Uzaktan bakınca birbirine kolayca benzeteceğimiz bu öykü-tipler aslında örgülene, ilmeklene büyük öyküyü, yerelin, coğrafyanın öyküsünü dokuyor. Düğünde kaza kurşunu (Büyük Yas), büyüleyici bir güvercin yarıştırma (Zırhlı Şamı), koca şiddeti (Güzel Parmaklar), Yılmaz Güney filminden fırlamışçasına acı bir kaçakçılık öyküsü (Kaçakçı Şahan) Türkçe’yi doruklara taşıyan öyküler…
Sahipsizler (1971), Dünyadan Bir Atlı Geçti (1975)
Bekir Yıldız’ın iki küçük öykü kitabını tek cilt olarak basmış Everest. İki kitap arasında 5 yıl ve başka kitaplar var. Zamandizini biraz bozulmuş oldu. Özellikle ilkinde Almanya’ya ve göçmen işçilere, onların gerçeklerine bir dönüş var.Dünyadan Bir Atlı Geçti’de tek bir öykü var Almanya konulu: Duvardaki Güneş.
Bekir Yıldız’ın Doğu’nun sert, acımasız gerçeğini aşma yönünde girişimleri, arayışları sürmektedir. Siyasal kavrayışının derinleştiğini, öykülerinde siyaseti (sınıf bilinci) temellendirmek istediğini anlıyoruz. Almanya öyküleri artık göçmen bireyler arasında ya da onlarla doğrudan bağlantılı Almanlar arasındaki çatışmaların ötesinde göçmen işçi ile (kapitalist) dizge arasında, özellikle de işsüreçlerinin yabancılaştıcı anlatılarına dönük. Sahipsizler, Hatice 1962,Bahtiyar Amele, Motorize Köleler bu türden. Özellikle Motorize Köleler geleceğin Bekir Yıldız’ını Türkçe anlatım açısından (dizimsel yapı öğesi) haberleyen, gerçekten bant üretim dizgesi içinde işçinin insanlıktan çıkışını anlatan eşsiz bir öykü ve Chaplin’in Modern Zamanlar’ını çağrıştırıyor. Dizge eleştirisi öykü somutunda böyle anlatılabilirdi ve işçi sınıfının böyle başarılı öykülerini anımsamaya çalıştım. Yazınımızda çok da örneği yok.
Doğu öyküleri de çeşitlenmektedir. Genellikle kadına şiddetin sert, kanlı, ölümcül öyküleri yine sürmekle birlikte (Bedrana, Bir Nazlı Vardı), artık yaşlı kadın ve doğa (Hacer Nine), gelin ve kaynana (Güllüşan), iş ve çocuk (Duvardaki Çocuk), ihanet (Dünyadan Bir Atlı Geçti), kaynağı belirsiz bırakılmış devlet terörü, köy basan askerlerin yaşlı çifti köyün gözü önünde çiftleşmeye zorlaması (Bir Yeryüzü Parçası), vb., izleksel açılımlar söz konusu.
Bu kitapta benim için yeni iki gözlemimi belirtmiş oldum: 1) Yeni izlekler ve 2) Üretim içinde işçi sınıfı. Geriye kalansa inanmışlık, namus (Artık toplumsal, sınıf namusu), dürüstlük, kadına şiddete direnç, gerçekçilik, kusursuz yerel dil kullanımı, etkili konuşmalar…
Burada bir soru sorulabilir:
Öyküyü biçimleyen çatışmanın, acımasızlığın kaynağı nereden geliyor?
Doğa?
Töre?
Sömürü?
Feodalite?
Hem bakalım, bu yeterince doğru bir soru mu?
Evlilik Şirketi (1972)
Bekir Yıldız yapıtı yaşam(ın)dan hiç ayırmamış biri, bu anlamda hep bir yazı heveslisi (amatör) olarak kaldı belki de. Yapıtını kişisel hesaplaşmalarına düğümleyen, kişisel sorunlarını da doğru ya da yanlış genelleştiren, bunu yaparken de sol inanca (inanç sözcüğünü özellikle kullandım) ilintileyen biri. Gerçekte hemen her yazarın yaptığı budur ama çok az (iyi) yazar bunu okura çaktırır. Birçoğu için yazarlık (ustalığının) ölçütü de ört(ün)me başarısıdır.
Bekir Yıldız, onuru öne çıkaran, gerekirse inancı için yapıtı bile yakabilecek biri(ydi). Bunda sol çocukluğun safça indirgemeciliğinin payı ne oranda kestiremem. Solculuğu, düz bir çizgide, hilesiz(lik) hurdasız(lık olarak) algılamış biri. Yeter mi? Yetmez ama buna yine de saygı duyulabilir.
Bir yazar aynı zamanda insan(dır). Yazarın yazısı, insanlığının sınanmasıdır. Çocukluğunun, ergenliğinin, cinselliğinin, eğitiminin, yetişkinliğinin, evliliklerinin, işinin, vb. Okur katıldığı oyunda yazarı merakından düşürmek zorunda. Ama yazar buna çanak tuttuğunda can sıkıntısı kaçınılmazdır. Sanki yazı yazarınca arkadan vurulmuştur (ihanet). Yazar kendi kişisel meselesini herkese bulaştırmış, özel öyküsünü sanki zorlayarak dayatmıştır bize. Oysa böyle olamayacağını biliriz. Yazar buna soyunsa bile, yazısıyla birebir örtüşemeyeceğini her okur (ve yazar) bilir. Bu bilinen şeyi ayraç içerisine alamadığımızdan sorun yaşamaya başlarız. Bir şey aksamış, güvenirlik yitirilmiş, okur kendini erketeye yatmış avcı ya da gözetleyici gibi duyumsamıştır. Bunun çekici yanı yadsınamaz, kaç okur tav olmaz böylesi bir çağrıya. Soru: Yazar yazarlığını nereden çizecek, geçirecek?
Çünkü öyle insanlık durumları vardır ki o an herşeyden vazgeçilebilir. Tüm bir yaşam bir adak, kurban gibi tasarlanmışçasına davranılır. Ben yazara da, okura da serinkanlılık öneririm. Bu nokta yazarlığı da, okurluğu da tüketen, ucuzlaştıran bir noktadır, niyetten, doğruluktan, haklılıktan, ilkelilikten bağımsız olarak… Lütfen kandırmayalım kendimizi.
Bekir Yıldız anlatısının ikinci belirgin çizgisinin belki de başlangıcı bu roman. Acaba evlilik ve aile konularını ele alırken mi roman türüne başvurdu sorusu geçerli mi kestiremiyorum. Daha önce yazdığı birkaç öyküde, özellikle Almanya’ya göçen aileleri ele alan kimi öykülerde evlilik çatışmalarının önçalışmaları (karı koca, gelin kaynana, anne oğul, vb.) yapılmıştı. Yazarımızın solculuğu apaçıklık ve dürüstlük (mertlik, doğruluk yerel değerlerinin yansımaları, yani ilginç bir sıçrama) gerektirdiğinden kaçınılmaz bir biçimde, kenter (burjuva) düzenin aile kurumundaki yansımalarını konu yapacaktı. Benim içimi burkan şey de bu. Aslında gereğinden de yalın, sıradan, hatta çoğunlukla kapitalizm öncesi değerler dizgesine özgü ilkel ilişki biçimleri, kapitalizm sonrasının (ertesinin) sanırım oldukça sınırlı ve kaba bir biçimde özümsenmiş, bana kalırsa ezberlenmiş (sosyalist) eleştiri diliyle sorgulanınca yapay, eğreti, acınası bir ortam (atmosfer) doğuyor. Arada, örneğin yalnızca sosyalizmin belli yerlere taşınabilmiş, belki yetersiz ama oldukça geliştirilmiş ciddi eleştirisi olduğu gibi, feminizmin yabana atılmaz görkemli anlatısı da var. Erkeğin anlatıcı (özne) olduğu konumun kendisi başlı başına sorun zaten. Bu ses tonu, ne denli inanç adamı, ne denli nesnel bir görüntü veriyor olsa da ağzıyla kuş tutamaz benim için, daha başından yanlış. Solculuk, vb. beni kandırmaz. Solcu erkek her zaman haksız olmayacağı gibi her zaman haklı da olamaz. Yapılacak şey, bu solculuğu yeni(den) bir eleştiriye bağlamak kuşkusuz. Yerel (Türk-çe) kaynaklar da ele alış biçimimizi kötü koşullandırıyor, bunu unutmadan…
Biçimci bir dil, sözünü ettiğim eğretilikten, oturmamışlıktan, dışla iç arası uyumsuzluktan ötürü sırıtıyor. Karı koca birbirlerine dürüst davranmaya karar veriyorlar uykusuz bir gecelerinde ve eteklerindekileri döküyorlar. Birşeyler ya kurtulacak ya da her şey bitecektir. Bu karşılıklı itiraf ve gizli yaşam tanıklıkları (eleştiri-özeleştiri düzeneği) çiftimizi kurtaracak mı? Bu önemli değil. Önemli olan bu günah çıkarmanın romanı bir törene (ritüel) dönüştürerek heder etmesi. Ortada bir roman, bir anlatı yok. Yalnızca eğreti, yapay bir günah çıkarma tutanağı var…
Bekir Yıldız’ın genel olarak anlatısını böyle ‘bireysel’ bir izleğe açması çok önemli ama ortada gerçek bireyler olmadığı için güdük kalıyor bu diyalog. Anlamsız bir yere sürükleniyor. Belki de eleştiri-özeleştiri dediğimiz şeyin itiraf etmek/ettirmekten ayrımını bilmeliydik. (Solumuzun kusurlarından, suçlarından biri…)
Değerli yazarımız, bu izleğinde gelecek yıllarda yeni ürünlere gebe. Biliyorum, hatta okumuştum bazılarını. (Yine okuyacağım.) Belki başta oldukça zorlandığı bu giriş denemesini daha inandırıcı, yazınsal bir çizgiye taşımıştır (dileyelim).
Harran (1972)
Bekir Yıldız’ın 1972’de Güneydoğu’ya (Urfa, Harran) otobüsle yaptığı yolculuğun gözlemlerini, izlenimlerini aktaran, sanırım bir süreli yayın için yazılmış röportajının inanılmaz yalınlığı dışında öyle özel, ilgi çekecek bir yanı yok. Bunu söylerken o dönemde (60’larda özellikle) Doğu gerçeğinin ve onun röportaj tekniğiyle gazetede yayınlanmasının doruk yaptığını, neredeyse yazınsal türleri solladığını anımsamalıyız. Gazeteci fotoğraf makinası ve varsa ses kayıt aygıtıyla, yoksa defteriyle yollara düşüyor, yaşamını da sakınmadan, toplumun dibinde mağaralarda yoksul köy(lü)lerin gerçeğini Batı’ya aktarıyordu. Toplumsal dinamığin güçlenmesi ve yenilenmesinde bu türün olağanüstü etkisi olduğunu ben biliyorum. Yaşar Kemal’le başlayan bu tanıklık, Mahmut Makal’la, hele Fikret Otyam’la paha biçilmez ürünler vermiş, Anadolu’nun öteki yüzü, görünmeyen, yoksul(luk) gerçeği yüze çıkabilmiştir. Bir doktora çalışmasının o röportajlarla 80’lerde eyleme geçen Kürtçü akımlar arasındaki ilişkileri, çözümlemeci bir yaklaşımla kurmasını isterdim. Demek ki bu röportajların aynı zamanda uyarıcı bir işlevleri de varmış ama o gerçek kimsenin, hele egemen siyasetlerin işine hiç gelmiyordu. Tabii yazında gerçekçi röportajların karşılığı Bekir Yıldız, Osman Şahin vb. oldu. Bu büyük ve çarpıcı örnekler orada dururken, Bekir Yıldız’inkine röportaj demek haksızlık olacak ama başka da ne denir bilmem. Gitmişken birşeyler de çızıktırıvermiş işte. Kötü mü yapmış? Yooo… Okurken ben de anımsadım benzer şeyleri.
Aslında şöyle de ilginç bir yanı var. Yakup Kadri’nin Yaban’ıyla (1936) bir koşutluk kurulabilir. Köklere yolculuk insanı her kezinde mutlu etmeyebilir.
Beyaz Türkü (1973)
Kitap Bekir Yıldız kültünün ağır toplarını, çizgisinde sürdüren öyküler içeriyor. Kara Çarşaflı Gelin törenin katı pençesinde çocuk gelin olayını irdeleyen, filmi de yapılan (Türkan Şoray mı yönetmişti?) bir öykü. Yine Almanya öyküleri, Güneydoğu öyküleriyle yan yana (Celp). Kitabın en güzel öyküsü ise İstanbul Cağaloğlu’nda basım işçilerinin yaşamına baba-oğul ekseninde tanıklık eden Tahir Usta. Orada çekilmiş fotoğrafta göndergesi kendini aşan bir göstergenin buruk etkisini alıyor okur. Hamuş, Beyaz Türkü, Barutçu Maho, Tek Kanat, Kefene Sarılı Mavzerbölgedeki şiddetin şiirini (Sam Peckinpah) yakalayan Bekir Yıldız klasikleri. Söylenecek çok şey yok. Tek sesli yapılar. Yaşar Kemal vb.nden daha ileride değil.
Alman Ekmeği (1974)
Bekir Yıldız’ın yarı-röportaj tekniğinde yazdığı Almanya öyküleri, yazarın yazarlığını pek de öne çıkarmadığı, çizgisinin oldukça altında işler.
Demir Bebek (1977)
Bekir Yıldız okumasının inişli çıkışlı yolu, grafisinde aksak dizemde (aritmi) yol alıyoruz. Diplere vurduğumuz oldu amaDemir Bebek’te olduğu gibi doruk yaptığımız da. Bu doruklar kuşkusuz uzaktan, yerden baktığımızda birinden ötekini ayıramayacak denli benzerler. Bekir Yıldız’a böyle de bakmak zorundayız. En iyi yazılarında gelişim çizgisini izlemeli, bir öncekine ekleneni ayırabilmeliyiz. Yıldız Türk Yazını’nda açtığı yeri, güneydoğu yaşamının (yerelin) vahşetini birden yazı gündemine, içerdiği şiddet öğesiyle özellikle ve şiddeti imgeleyen dil seçimiyle sağladı ve yazınsal yaşamında bunalıma girdiğinde yine eski dile, anlatıma, izleğe dönme gereği duydu. Artık daha ustadır, deneyimli olduğu için diliçi gerilimi kurmakta yetkindir. Etkili yazısı yazınsallık düzeyini yakalamaktadır büyük dönüşlerinde yer yer. Kabul edilmeli ki bileğinin hakkıyla edinilmiş, yeni, oldukça özgün bir yerdir bu (kendi yazınımız içerisinde). Öncüdür, yolaçıcıdır. Arkasından örnekleri çoğalmıştır. Tuhaf olan (siyasal) bilinçli insan olan yazarımızın kente, sınıfa sanatıyla atlama isteği(ndeki tutku). Feodal öykülerini doğrudan kendisi aşmak, kentte, kenti, kentliyi anlatmak istemektedir. Kendi kişisel öyküsüne bağlı toplumsal öyküyü (ki tipiktir, kente göç eden yoksullar, tutunamayıp soluğu Almanya’da, işgöçünde almışlardır) içeriden tanıklıkla anlatmak, öyküsüne sınıf boyutu (genellik) katmaktır derdi gücü. Bilinci öyküsünü ötelemektedir. İlginç bir konu da, bilinçlenen (politizasyon) bir yazarın yapıtının bilinçlenmesine koşutlu ilerlemesi ve bunun şablonlaşma riskini taşıması. Çünkü hızlı, dönüşümlü, devingen, oynak toplumsal süreci (yaşamı) arkasından izleyen yazı, beylik yargılara, kalıplara kapılanabilirdi. Yıldız’ı ben sorunla yüzleşmeye çalışmış, namuslu (yazı namusu taşıyan) bir aydın olarak gördüm, kavradım. Hafife alınamayacak, yaratıcı bir anlak (zekâ). Yazısına çıkışın nerede olduğunu görmüş ama örneksizlik, yaşam kaygıları vb. nedenlerle yazısını yeni ortamlara, ilişkilere tam temsil düzeyinde aşırtamamış ama bir yandan da bunu ayrımsamış, acısını çekmiş, yıldığında kendi dil(beceris)ine düşmüş (zorunda kalmış) biri. Yaşam ayaklarından çekeledikçe yazısını kente(rliğe) yükseltememiş, zorlanmış biri. İyi de zaten katkısını yapmamış mı? Zaten yapacağını yapmamış mı?
Bugüne değin okumalarımdan benim anladığım yazısının yaşamıyla birebir eşleşmesi. Kent yaşamı koşulları onu çıkmaza sürüklediğinde, eski dile, yerel diline (izleğine) sığınmaktadır. Yazın toplumbilimi bağlamında Bekir Yıldız doktora konusu olacak bir yazar. Ama yazar (birey) toplumbilimi Bekir Yıldız’ı kavramak için yetmez. Bir de okur ve sektör toplumbilimi (çözümleme) gerekiyor. Tür ya da alttürün gündeme girişi ve girme biçimleri, toplumun sanat (!) beklentisi ve bunun güdümle(n)mesi, yereli metalaştıran piyasa kurguları, aydının direnişi, sinemanın rolü, sektörün etkileyici, çarpıcı konu (senaryo, öykü, vb.) çıkmazı, vb. yazın tarihimizin değerlendirilmesinde açılım sağlayabilir. Bizde yazın eleştiri olmadığı gibi yazın toplumbilimi hak getire, hiç yok. Günümüzde artık iyiden sermayeleşen, endüstrileşen yayın(cılık) dünyamızın yazar, okur, sanat üretim, bölüşüm, tüketim başlıklarında toplumu kavrayacak ve sektörel stratejileri belirleyecek bilimsel çalışmaları yüz vermeyişini anlamak olanaklı mı? Usuma takılmışken ülkemizde dil kullanımı toplumbilimi, yayıncıların (hatta okurun) dil yönetimi ve toplum biçimlendirme etkilerini ele alacak bir toplumbilimsel çalışma birçok gerçeği ortaya çıkaracaktır. Dolaylı toplum biçimlendirme (mühendislik) bu denli etkili olur. Türkçesini yitiriyor toplum (bin bir güçlükle edinilmiş, kazanılmış Türkçesini.)
Yıldız’a dönersek, Demir Bebek’te belki en etkili, iyi öykülerini kitaplaştırıyor. Biçem, içeriği deneyimli bir yetkinlikte destekliyor. Kendisiyle en örtüşük, biçim, biçem, dil, izlek tümlüğünü (altın kural) tutturan öyküleri söylediğim gibi feodal (tarım) dünyanın öyküleri. O dünya eksiksiz kavranılmış, dehşeti daha çocukluk yıllarında içselleştirilmiştir ve betimlenebilmektedir bu nedenle. Kimi öykülerde (örneğin, Demir Bebek) izlek/uzam/zaman birliği kırılmakta, yerdeğiştirmektedir (ikâme). Saf, ilkel (arkaik, feodal) dehşet uzamlar üzerinden atlayıp Avrupa’nın göbeğinde ortaya çıkabilmektedir. Elbette okur büyük travmayı iliklerine değin yaşamaktadır. Evrimin yeterli zaman geçişlerinden yoksun olduğu ekinsel sıçramalarda uyumsuzluk ve doğurabileceği sonuçlar ürpertici olabilir. Annesi babası fabrikaya işe giden minik kızçocuğu, kirlenmiş küçük kardeşini temizlemek için çamaşır makinesine atar. Beyaz Baba’da dokuz yaşında Hoşan, bayram harçlığıyla mayında düşüp kalmış babasına ulaşmanın derdindedir. Yıldız bir süredir düz üçüncü kişi anlatımını teknik olarak esnetmekte, kişisinin bilincinden geçirmektedir ve dizemsel (ritmik), ezgisel bir dil üretmektedir. Sonunda bulduğu bir biçem, onun öyküsünü de içerik olarak pekiştirmektedir. Kör, bir umut-suzluk öyküsü. Demir Bebek gibi uzamaşırı bir yer değiştirmenin burukluğunu yaşatıyor yine okuruna. Babasının gözlerini açmak için Almanya’ya götüren oğulun umduğu gibi gelişmez olaylar. Baba uzatır pasaportunu, geri dönüş bileti almasını ister oğlundan. Kömür, neredeyse bir Jack London öyküsü. Çöken ocakta ölümü bekleyen madencilerin son dakikaları bir tür aşırı (hiper) gerçekçilikle aktarılıyor. Yıldız işçi sınıfının hakiki öyküsüne yakınlaşıyor. Tank ve Tanklar, dünya işçilerini düşmanlaştıran ulusal önyargıları irdeleyen zayıf bir öykü (Amacına çokça bağlı.) Çiçeksiz Mezarlar, yine mayında patlamış oğlunun çürümüş bedenine hasret bir annenin çılgın öyküsü.
Sonuç. Teknikte sıçrama. Bilinç parlamaları, patlamaları, dışarlıklı anlatıcının düzlüğüne kamyon gibi sıkça bindiriyor. Kıyametler kopuyor dilde. Yüksek gerilimli (volt) öyküler bunlar. Bekir Yıldız’ın en iyi kitaplarından biri olmalı.
Halkalı Köle (1980)
Mahşerin İnsanları (1982)
Aile Savaşları (1984)
Belki 2 yıldır Bekir Yıldız’a okurluk (yoldaşlık) yaptım. Buna aşk/nefret ilişkisi diyebilirdim, sanırım ülkemizde kitaba bulaşmış birçoğumuzun yaşadığı şey… Artık birkaç kitabı kaldı okumadığım. Böylece Yıldız defterini kapatacağım. Kapak neyin üzerine kapanacak sorusunun yanıtını o zaman vermeye çalışacağım, şimdi değil.
Parlak, büyük ve yerel ışınım benzeri kışkırtıcı, ayartıcı bir girişten sonra kayan (Y)ıldız’ın git git sönümlendiğini, yandıkça ışığını yitirdiğini görmek acı veriyor gerçekten. Kendini emekle, çabayla yazar eden bu adam, yazının üstesinden gelecekti belki, bireysel yaşamının üstesinden gelebilseydi. Barutu Ben’i olan, hele namuslu, dürüstse, sanatı amaca bağından ayrı düşünemiyorsa, çağdaş toplumun er geç tuzağına düşecek, benini, tinini masaya sürecek, pokerde yitirecekti. Sonuç, köşeye sıkışmak, bir kedi ne yaparsa onu yapmak… Sarmal bir çıkmaz. Yaşamında tıkanması öfkelendirdi onu. Hırçınlaştırdı. Yazısını buna araç kıldı. Yazısını kullandı (ki en iyi bildiği şeydi desem yanlış olmayacaktır.) Yazı ise işin kötüsü, kullanılmaya hiç gelmeyecek şeylerden biri. Kullanıldıkça yazı değeri düşer. Öyle de oldu. Meydan okudu Bekir Yıldız dünyaya. Başka bir şey yapamaz durumdaydı. Başkaldırdı ama başkaldırıları birbirlerine karıştırdı. Oysa önünde çok iyi örnekler, örneğin bir Yaşar Kemal vardı. Günahtı insanın kendini yazısına (böyle) karıştırması. Yazı bireysel silaha dönüşünce yıldırıya (terör) dönüşebilir, haklılığın düşünü bile göremezdi. Yalıtım beklerdi eşikte. Yalıtılmışlık, dışarıdalık. Düzen bildiği üzre, örtbas ederek, görmezden gelerek sürekoydukça yazarımız çıldırdı. Demek herkes bu düzene ortaktı ve yazar yapayalnızdı, iliklerine dek. Ya annesi? Eğer öykü sürseydi annesi de onu terkederdi çünkü Bekir Yıldız’ın gerçeğiydi bırakılmak yarı yolda.
Aslında bir yazarı (eksilen bir yazarı) okumadım, bir insanı okudum, tanıklık ettim. Cesaret, ödleklikle iç içeydi. Derdini daha az anlatabilmek (hem gerçek, hem yazı yaşamında) yazgısıydı. Dürüstlüğü, namusu, düşü, ideolojisi (solculuk) onu temize çıkaramayacaktı. İstediği bu muydu? Bin kez hayır! Hak etmemiş miydi? Yine hayır! Yakışmaz mıydı? Hayır!
Yazan kişinin ilk başardığı şey yazanın kendisinden kopup savrulmasıydı. İlk izlencesi, yazan Ben’i, Ben-kendim’den (Whitman) ayırmaktı. İnsanüstü bir güç ve serinkanlılık gerektiren, yorucu bir uğraşı… Oysa Bekir Yıldız’da tersi oldu. Onun yazısı kendine (doğru) geldi, kıvrıldı, içine sindi kaldı. Yazı içinin delisiydi. Yazısını kendinden (bedeninden) ayıramaz oldu ve ustalığın dışında hiçbir gerekçeye dayanamaz bir zayıflığa bağlanakaldı. O yazıdan savsöz çıkardı, pankartlar, savunmalar, içdöküşler, terapiler, suçlamalar, hatta görünmez sövgüler… N’olurdu biraz yatışsa, doğrusuna bunca inanmasa, kendini bunca başvuruya (referans) dönüştürmeseydi.
Cinnete dönüştü. Onunla olanın yaşamını zehirledi (bendeki izlenim). O ise tersini söyledi. Herkes onun evrensel iyi ütopyasını, dünyasını bıçaklayıp duruyor, kötü niyetleriyle delik deşik ediyorlardı. Oysa öyle de dürüst ve saftı ki. Kendi iyiliği onu duygulandırıyor, belki de ağlatıyordu. Sorunu şuydu: Benim durduğum yerde bunca iyi ve doğru varken neden herkes kendine başka iyi ve doğrular arıyordu? Marazi bir duyarlık noktasında artık yazı mazı kalmıyor, her şey aleni, ortalık yerde bir hesaplaşmaya, yüzleşmeye dönüşüyordu. Elbette çirkefleşme kaçınılmazdı. Düşüyordu yaşam.
Onun yanlışı bütün bunlar değildi, yazıyı kullanmaktı. Yaratıcılığı kullanmayla ilişkilendirmek bağışlanmaz bir tutum bana göre. İyiliğine nice çabalasam iyilikle yanıt veremedim ve sık sık okurluğunun eşiğinden düştüm. (Tabii ki onu okumamı sürdürdüm.)
*
Mahşerin İnsanları, çocuklar için yazdığı bence önemsiz ve başarısız iki masal-öykü (Şahinler Vadisi, Kör Güvercin) ile kendi mahşerini sahneleyen, sayıklama gibi uzun öykü: Mahşerin İnsanları. Kendi deyişiyle ‘Batılıyı kendi konumunda anlama’. (151) Doğrusu okuru uzun süredir Bekir Yıldız’a sakınımlı yaklaşıyorsa haklı olduğunu görecektir bu öyküde. Yazarın yazıya zorlamasını metinlerde anlamamak olanaksız. Yazarın gölgesi, ağırlığı karartıyor metni. Yazarla gelen yazı tutulması doğru bir tanımlama olabilir. Çünkü sürüyor.
Konuşma, soruşturma yanıtları, yazılarını derleyen ikinci bölüm bir savunma çizgisi (hat) oluşturuyor. Yapıtına destek çıkıyor mertliği, isyanıyla Bekir Yıldız. Kötü belirtiler (emare), imler (işaret) vererek…
Aslında Evlilik Şirketi (1972), yazıya takılan ilk (kişiselleştirilmiş) halkaydı neredeyse. Beklenirdi ardılları. Halkalı Köle (1980) ve üçüncüsü: Aile Savaşları (1984). Halkalı Köle’yi sıcağı sıcağına okumuş, tartışmaları izlemiştim az çok. Epeyce bir saldırı olmuştu. Doğrusu ben de eleştiriyordum. Bugün bu çırpınışı anlıyor olsam da eleştirimi biraz daha genişletmek olacak yapacağım ama yapmayacağım. Çünkü bu Anadolu insanı, yokluğun ve dehşetin içinden çıkıp kendine yer açtı (London). Üstelik hakikatle yüzleştirdi bizi. Barutu azdı. Gözü karaydı ve bedeli ağır biçimde harcadı, doğru yere hizalandı. Ama çark dönmesini sürdürdü. Kentin devasa çarkı bu hakikati de nice hakikatler gibi değirmeninde öğütecekti. Almanya, göç, aile izleklerine boşuna yönelmedi. Barut hakkı için. Yetmedi bana kalırsa. Belki geniş, büyük ses(lenim) yerine yerele (Yaşar Kemal) inmeli, daha inmeliydi. Çok iyi örnekler çıkardı, eşsiz öyküler. Şöyle diyor Recep Bilginer’e (1987): “Benim her zaman üzerinde durduğum, hayatın durmadan atan ve değişen nabzını yakalayabilmektir. Bu nabız bizim toplumumuzda çok hızlı atmaktadır. Bir edebiyat ürününde bunun adına tempo diyebiliriz. Köyü hâlâ değişmez gibi görüp insanlarını değişmez gibi veren bir yazar, bana gerçekten hantal geliyordu. Dikkat edilirse, kendi yazdıklarımda da tempo vardı ve ilk hikâye kitabımla son hikâye kitabım arasında bir tempo çizelgesi görünebilir.” (Mahşerin İnsanları, s.140) Varlık Dergisi’nde (1983) yaptığı söyleşide ise şunları söylüyor: “Benim de hisseme, Güneydoğu düşmüştü. Güneydoğu’ya razı olsaydım, verilmiş rütbemi zaman zaman kimse sökmeye yeltenmezdi. Ne zaman köyden kente, kentten de yurtdışına taşmak istedim, yani başkalarının hududuna girdim o zaman dokunulmazlığım bozuldu, erlik rütbesini bile fazla görenler oldu.” (Mİ, 160) “Ne zaman ki, başkalarının yazı hududuna girdim, kurşunu da yedim. Hep oraya, Güneydoğu’ya kişilemek istiyorlardı beni.” ‘Mİ, 181)
Başka da kimse yazamazdı onları. Ama kent(in) kurbanı İnce Memed, aile savaşlarıyla didiklenmektedir. Bir yanda biçimsel ezberi, bir yanda cinaslı kent ilişkileri, eskilerde mertlik, saflık, açıklık… Bunları (şablon) üstüste koyduğunda tam oturmadı ve dikiş kaydı, giysi orasından burasından sarktı. Hırçınlık, öfke yazıya göre değildi, yazma sanatına gereç olamazdı. O tam tersini düşündü, yazının varlık nedeni insanın kendi ve çevresindeki yaşamla kıran kırana hesaplaşması diye düşündü. Doğru, yazı bir hesaplaşma ama o adamın o yaşamla hesaplaşması değildi. Bir kişinin yazgısına bağlanan bir yaşam yazıyı doldurmaya, anlamlandırmaya yetmeyeceği gibi tersi gerçekleşirdi genellikle. Yazarın kendi kanının akışını göstermesi olsa olsa tiksinti verir, duygusal tepkiye neden olurdu. Bunca kişiselliğe, ilginçtir, katlanamayız çünkü gizli ya da açık biçimde ortak anlatıların (tüm anlatı biçimlerinin) eninde sonunda hepimizin ortak kökünü (olabilire) imlediğini bilmektir sanatın etkilerini estetik boyutlar içinde taşımamızı sağlayan. Bir kişiye bağlanan bizim olanı yok eder. Bunu saldırı, yıldırı gibi algılarız. Oysa onun yaptığı bir tür yalvarıdır:Ben de sizin kardeşinizim. Beni de kardeşiniz sayın. İşte kanım. Akıyor.
Sanat duyguların eğitimi, disiplinidir.
Her iki romanda sergilenen iki kadın ve diğer insanlar haksızlığa uğradıklarını elbette düşünmüşler, belki hak edilmemiş bir destek bulmuşlardır. Daha çok uzatmayacağım bu genel çerçeve, kaba saba sayfalar, uzatılmış monologlar, inandırıcılıktan yoksun (içtenliğine içten aslında) içmonologlar, abuk benzetmeler (otopsi: yargının parçaladığı yazar bedeni), vb. Doğrusu beni toplumumuzda içtenliği, dürüstlüğü kaba sabalıkla özdeşleştiren anlayış hep rahatsız etmiştir. Yazınımızda çok da örneği yoktur bunun. Sanırım yazının alt eşiklerinden biridir. Sonuçta yazarın inceliği, kendi(ne ilişkin) anlatısında mesafelenmekten gelir. Kendini öykünün içine bırakabilmesinde ve ona bakabilmesindedir zarafet, yazarlık eşiği. Bir şeyler karıştırılmamalı. Karıştığı anda çadır direği kırılır, çadır çöker. İyisi kötüsü her şey çadırın altında kalır.
Dürüstlüğünse yararı şu… Dürüst insan kendine karşı da dürüsttür. Bundan iyi bir şey çıkar mı bilmiyorum. Birkaç kitabı daha var okumam gereken Bekir Yıldız’ın. Onları da okuyup daha genel bir değerlendirme yaparım belki.
Ama unutmadan söylemem gereken bir şey var:
Bekir Yıldız benim kardeşim(di).
NOT: İleride değinmek üzere iki konu… Türkçe konusunda zikzak çizen biri. Önce arılaşmaya karşı durup sonra TDK ödülü, üyeliği. Kendisi tutumunu açıklıyor. İkinci nokta romanda tipleme. Toplumda tip oluşmamış ki romanda tipleme olsun. Israrla tip üzerinden yürüyen eleştiri, saptırma Yıldız’a göre.
Bozkır Gelini (1985)
Ve Zalim ve İnanmış ve Kerbela (1987)
Darbe (1989)
dolambaçlı ve yapışık anlatımdan kaçınmamdır. Bir de, ele aldığım konuların bugüne
olarak Anadolu’nun Güneydoğusu hakkında pek eser yoktur. Bunun yanında Doğu
kitabımın ilgi görmesinde bunların da etkisi vardır. Konularımı yaşamış olmam, gerçeğin
Ben hikâyeye hep böyle yaklaştım. Yani hikâyeyi, hikâye olmaktan kurtarmaya
karnından. Demek istediğim şu: Yazmak, hem teknik, hem yaratıcılık isteyen bir iştir.
duyduğum gibidir. (Yıldız,1997).
Abdulvahap ÖZER, Talat AYTAN, Nail GÜNEY, Muhammet CAN: Bekir Yıldız’ın Türk Edebiyatındaki Yeri ve ‘Kaçakçı Şahan’ Adlı Hikâyesinin Tahlili, 2014?)