Son Dakika



Sevgili Sevgi Soysal,

 

Bu size ikinci mektubum. İlkini 1976 nın kasvetli bir sonbahar günü yazmıştım. Ağır bir anjin geçiriyordum, ateşim yüksekti; aşk hüzünleri içindeydim, sadece kalbim değil, vücut direncim de kırıktı. Siz tedavi için Londra’daydınız. Basından sizinle ilgili haberleri izliyordum. Hastalığınızın ağırlaştığını okumuş, satır aralarından, sizi kaybedeceğimizi anlamıştım. Tarifsiz bir kederdi duyduğum.  İki yıl önce, 1974 yılının yaz mevsiminde,  balkonda oturur eserlerinizi okurdum. Sadece sizi değil, Türk edebiyatının kadın yazarlarını yutar gibi okuyordum. Ne çok roman o balkonla ve o mevsimle  özdeşleşmiştir anılarımda… Dar, uzun, karşı binayla burun buruna sevimsiz bir balkondu ama okuduklarımla genişliyor, güzelleşiyordu. Dilimin kadın yazarları konuğum oluyordu; en çok da siz.  Sizi kendime yakın bulmuştum. Kadınlığa ilişkin yazdıklarınız öyle sahiciydi ki!  Bu tutucu toplumda, kişilikli bir kadının  varlığını içinde bulduğu çıkmazı, tuzağı öyle abartısız, öyle içten ve öylesine kendinize acımadan, acındırmadan  anlatıyordunuz ki!..  ‘’Yürümek’’ teki Ela… Toplumsal yaşam denen maskeli baloda, kendisinden beklenen rolle uyumsuz Ela… Sahici deneyimler, sahici duygular yaşamak isteyen… Hiç unutmadım o cümleyi: Sırt sırta dönülmeden uyunmaz olur.

 

Gazetede adresiniz vardı.  O karanlık kasım günü size bir mektup yazdım; ertesi gün de postaladım. Sizinle hiç karşılaşmadık. Sizinle bir özdeşleşme mi yaşıyordum? Bir şeyler yazıyordum birkaç yıldır ama yayımlamak hiç aklımdan geçmiyordu. İçimde uyuklayan yazar tam olarak uyanmamıştı.  Çok daha sonraları, bir kaç kitabım yayımlandıktan sonra bilinçli bir özdeşleşme yaşadım sizinle. Hani siz dersiniz ya ‘’ 25 yaş civarında bana bir şeyler oldu, musluklarım bozulmuş olmalı ki sözcükler akıtmaya başladım’’ diye… İşte aynı şey bana da olmuştu. Yirmi beş yaşımda elime aldığım kalemi bir daha bırakamamış, saklıda kalmış yazar kimliğimi ancak ondan sonra özgürleştirebilmiştim.  Bu süreç benim için bir kendini bulma serüveniydi. 1976 nın kasımında bunların farkında mıydım? Sanmıyorum.  Belki, örtük bir bilinç… Mektup Londra’ya varamadan, siz yurda döndünüz, ve ertesi gün uçup gittiniz. Size neler yazdığımı hatırlamıyorum. Belki de o mektubu, tıpkı şimdiki  mektup gibi, kendime yazdım…

 

Biliyordum, sizi hırpalıyorlardı. Maskeli balonun dırıltısız sürmesiyle görevli resmi makamlar yazdıklarınızda  müstehcen ögeler keşfetmişlerdi. Sizi mahkemelerde uğraştırmışlardı.

 

 

Elbette solcuydunuz, dönemin  gerçeklere gözünü kapatmayan, aklını kullanabilen,  vicdan sahibi her insanı gibi. İşte en büyük hırpalanma da bu yüzden başınıza gelecekti; 12Mart zulmünün mahkemeleri ve ceza evleri sizi bekliyordu. Sonra kısa süren bir mutluluk, yeni bir evlilik, çocuklar ve …arkasından hastalık… Ne hazin… Bağışlayın böyle söylediğim için; bilirim siz kendinize acımazsınız. Sizde, o, hayatla arasına mesafe koyarak olaylara ve olgulara, bir olgu olarak kendinize bile dıştan bakabilen ironik duruş var. Alaysama diyoruz, şimdilerde. Acıyı hafifseyen bir alaysama.

 

Siyasi görüşleriniz ve hapislik deneyimi  edebiyatınıza yeni boyutlar kazandırmıştı.  ‘’Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’’,  ‘’Şafak’’… O dönemde sol vicdanını koruyan edebiyat   kamuoyu nihayet sizi  benimsemişti. Artık ünlüydünüz. Ün sizin için bir anlam taşıyor  muydu? Sanmıyorum.  Kısa bir süre, o kısa mutluluk döneminde edebiyat ufkumuzda görkemle parladınız.

 

Devrimci kesim size değer veriyordu;  ama sizi gerçekten anlıyor muydu? ‘Kişisel bunalımları bitti, hayata nesnel gözlerle bakabiliyor artık’ türünden , kalın çizgilerle özetlenebilecek bir onay kuşatmıştı sizi, yanlış anımsamıyorsam. Ne kolaydır satır aralarında dile geleni görmemek…  Hayatı sınıfsal açıdan yorumlamak, niçin kişisel acıların dile gelmesini engellesin; ya da bireyin fanilik bilincinden kaynaklanan duyguları,  kadın bireyin toplumun çoktan işlevini yitirmiş eskil geleneklere inatla tutunmasından kaynaklanan yaraları ve çelişkileri, niçin eşzamanlı sınıfsal bakışa imkan bırakmasın?  Benim iki işi birden yapamayan, yapamadığı için de  iki iş birden yapılamaz sanan sakar yurdum…

 

Yurdumun kadınlar söz konusu oldu mu, hepten tutuklaşan insanları… Siz en büyük eserlerinizi veremeden kopartıldınız hayattan. Siz  güneşlerin ışığını yansıtan yıldızlardan değildiniz. Sizin ışığınız içinizdeydi, siz  güneştiniz. Işığınız, yeteneğiniz ödünç değildi sizin, kişiliğinizden kaynaklanıyordu ve tabi bu kişiliğin ayrılmaz temel parçası olan kadınlığınızdan.  Hayata sınıfsal açıdan ama kadının durduğu yerden bakan  büyük eserler verecektiniz; bundan hiç kuşku duymuyorum.

 

Kaybınız bana hala acı veriyor.  Ölmek için yurda dönmüştünüz; yad ellerde ölmek istememiştiniz. Bu, bana acı veriyor.  Hele  yurdumuzun, içine doğduğumuz ülkeden,  bizim kuşakların adaletli bir diyar olabilmesi için emek döktüğü yerden  fersah fersah uzaklaştığı bu günlerde.  Aydınlar yurdumuzda soluk alamıyor; gençler yurdumuzdan kaçmak istiyor; doğamız öldürülüyor. Neoliberalizmin sözüm ona tek kutuplu ve sözüm ona ‘’özgür’’dünyasında sevdiğimiz yurdumuz yad ellere döndü. Hiçbir yere gitmeden, mekanda ve zamanda uzaklara  ışınlandık adeta.

 

Kadınlar ve yazarlar için, özelikle kadın yazarlar için ne iç kapatıcı bir ufuk…  Kadınlar ve yazarlar diye vurgulamamın nedeni var. Önce Türkçenin yazarlarına müjde(!) : Bir haber okudum yakınlarda; kimi dinsel okullarda, öğrencinin teneffüste kendi arasında Türkçe konuşması yasaklanmış, Arapça öğrenimlerinin etkilenmemesi için…

 

Kadınlara gelince…

 

Ülkemin, sınıfsal bakış açısına sahip olmak ile cinsel  ahlakın ikiyüzlülüğünü sergilemeyi, yani iki  işi birden yapmayı beceremeyen ilericilerinin kendi içlerinde düştükleri kararsızlık; hayatın her cephesinin temeline kadın denen varlığın kısıtlanmasını, sınırlanmasını ustaca yerleştiren, denetim altında tutulmaya başkaldıran  kadını cezalandırılmayı   huy etmiş, bırakın kadının tüm bir insan olduğunu kabul etmeyi, onun gülüşüne bile tahammül edemeyen yobazlığın kurnazlığı;  kendi ülkelerinin tarihinden, nüfus belgelerinde kayıtlı dinin kurallarından ve uygulamalarından bihaber neoliberallerin ciddiyetsiz şaşkınlığı bakın bizi  ne hale getirdi…  Kadın vücudunun havadan ve ışıktan yararlanamayacak biçimde kapatılması ile tutucu cinsel ahlakın, kadın karşıtlığının ve erkek egemenliğinin pek açık olan bağlarını göremeyenler, görmek istemeyenler;  dünya çapında yükselen siyasi-dinci hareketlerin  yayılmacılığını fark edemeyenler, etmek istemeyenler ;  bireyselliğired eden tutucu dinsel uygulamaların şampiyonlarında bireysel kararlılık vehmedenler; kadıların çoğunun kapandığı bir yerde, kapanmayan kadınların, kapanmayı onaylanan erkek dünyasının her türlü tacizine açık hale geleceğini idrak edemeyenler; bir kapanma/kapanmama diyalektiğinde  ve aile baskısının başat bir toplumsal veri olduğu ülkemizde, aydın kişiye düşenin,  kapanmak istemediği halde aile baskısına karşı sesini çıkartamayanların yanında yer almak olduğunu elbette göremediler ve bu yeri boş, sıra dışına çıkmaya eğilimli kadınlarımızı yalnız ve çaresiz koydular.

 

Bu günleri iyi ki görmediniz mi demeliyim?  Bizim kuşağımızın kadın yazarlarının, bu ülkenin  nispeten özgür son kadın  yazarlar kuşağı olabileceğinin karanlık  ve acıtan  ihtimaliyle bitirmek istemezdim mektubumu. Ama bu ihtimal var.  Tabi sizin o ince gülüşünüzün işaret etiği başka bir ihtimal daha var: Yani kadın yazarların, cinsimizin gülmesini bile içine sindiremeyen bağnazlığın suratına doğru atılan kocaman bir kahkaha gibi eserler yaratma ihtimali! Siz aramızda olsaydınız, o koca kahkaha sizinki olurdu!  Neden gittiniz?..

 

Erendiz Atasü

(Saldırganı Hoş Tutmak, Can y. s. 43)

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)