Son Dakika



 

216- Sel Yayıncılık, Thomas Bernhard’ın ünlü beşlemesinin ilk kitabı olan Neden, Bir Değini’yi tekrar yayınladı. Yıllar önce Mitos Yayınları tarafından çıkmış baskısını okumuş ve kelimenin tam anlamıyla büyülenmiştim. Thomas Bernhard’ı anlamak için en iyi kitap. Hatta Thomas Bernhard tutkunu olabilmek için de en iyi kitap.

 

 

Hemen her kitabında otobiyografik öğelere yer veren Bernhard’ın tamamiyle otobiyografik romanı olarak beni içine alıp hapseden bir romandı. Sel Yayıncılığın bu serinin diğer 4 kitabını da yayınlayacağını sanıyorum.

 

Çoktandır Thomas Bernhard’ın bu otobiyografik romanının baskısı sahaflarda bile bulunmuyordu. Sel Yayıncılık Thomas Bernhard ile yakın zamanlarda tanışmış edebiyatseverler için çok güzel bir sürpriz yapmış oldu.

 

217- Önce şu boşlukları dolduralım:

 

“Çok partili rejim ve bu arada bütün kişisel (özgürlükler) felce uğramış, hukuki (olan) fiili (olana) yenilmiştir. …………….., demoktarik (kurumları) kendi tahakküm şekillerini örten bir perde olarak kullanmıştır. Böylece bütün siyasi hayat, bütün hukuk (düzeni) bir iktidar partisi grubunun, eninde sonunda bu gruba hakim birkaç kişinin baskısı altına girmiştir.”

 

Burada boş bırakılan yere AKP yazdığımızda günümüz Türkiye’sinin gerçeklerini dile getirmiş oluyorsunuz. Ama bu satırları bu dönem vereceğim bir yüksek lisans dersi için okuduğum Tarık Zafer Tunaya’nın 1959’da yazdığı İkinci Meşrutiyetin Siyasi Hayatına Bakışlar adlı kitaptan aldım. Cümlenin ilk halinde yer alan bazı sözcükleri parantez içinde günümüz Türkçesi ile belirttim.

 

Tahmin edileceği üzere cümledeki boşlukta İttihat ve Terakki yazıyordu. Bundan yüz yıldan fazla bir zaman öncesinin gerçeği ile yüzleşmeyi tamamlayamamış bir ülke görüntüsü çiziyoruz. Bu kitabı okurken hiç ummadığım bir biçimde AKP ile İttihat ve  Terakki (İT) arasında ilginç benzerlikler ortaya çıktı. İnsan doğal olarak bunu kabullenemiyor. Ama sonra kitabın 6. Bölümünde yukardaki cümleye kadar geldim. İşte o zaman neredeyse yarım yüzyıl önce yazılmış ve bir yüzyıldan fazla bir zaman öncesini (2. Meşrutiyet dönemini) anlatan bu cümlenin neredeyse günümüz Türkiye’si için de kullanılabileceğini gördüm.

 

İnsan ilk başta İT ile AKP arasında benzerlik kurulamayacağını, tam tersine Türk siyasal hayatının iki ayrı ekolünü temsil ettiğini, bu yüzden iki parti arasında ancak zıtlıklardan söz edilebileceğini düşünüyor. Zaten sürekli bir “CHP Zihniyeti” ile karalanmaya çalışılan ve bazı liberal geçinen aydın görünümlü yazar çizer takımının diline doladığı bir simge konumuna gelmiş “İT Zihniyeti” ile birleştirilerek tarihimizin tüm kötü gelişmelerinin yıkılmaya, yamanmaya çalışıldığı bir ana akım ile tarih boyunca bu akımın karşısına çıkmış bir zihniyetin devamı olduğu çok açık olan AKP’nin bir araya gelmeleri, birbirine benzer niteliklerinden söz edilmesi derin önyargıları ve paradigmaları yıkmadan mümkün değil. Ama bazen gerçekler göz kapaklarının sımsıkı kapalı olduğu zaman bile insan beyninde kıvılcımlar çaktırabiliyor. Şimdi işte “tarihi gelişmelere bir de böyle, benzerlikler açısından bakalım” noktasına gelmiş bulunuyorum.

 

Zaten iki partinin de adında kalıp olarak benzerlik var Adalet ve Kalkınma ile Birlik ve İlerleme. İlerleme ile Kalkınma birbirine yakın sözcükler. Birlik ise tek bayrak, tek vatan vs. söyleminden dolayı AKP ile uyuşan bir kavram. Ama ideolojik bakış farkı dışında, tarihsel süreç içinde ülkenin tek çıkışı gibi sunulan çözümlerin hızla tükenişi açısından iki parti daha çok benziyor.

 

Aslında AKP de Yalçın Hoca’nın sözlerini ödünç alırsak “12 Eylülcülerin en çok istediği heyet”ti ve gördük ki 12 Eylülün doğrudan devamı oldu. İT de karşıt olduğu Abdülhamit despotizmini ve Pan İslamist örtü altındaki Pan Türkist politikaları sürdüren bir yola girdi. İktidarı korumak için demokrasiden, kişi ve fikir özgürlüklerinden uzaklaşmak ve daimi sıkıyönetim ile kendini kendinden başka hiçbir gücün denetimine bırakmayan bir sürekli baskı rejimi de bu yolun parçası oldu. Daha pek çok benzerlik var. Ekonominin hali bile benzer. İT’nin milli burjuvazi yaratma hevesi ile AKP’nin kendi burjuvazisini yaratması da birbirine çok benziyor. AKP’nin feministler, ateistler, aleviler, Atatürkçüler, solcular üzerinden sürdürdüğü dışlayıcı ve hatta düşmanlaştırıcı tavır bile tarihin o dönemine çok benziyor.

 

Meclisin formaliteleri yerine getiren bir organ haline gelip, tartışılan yer olmaktan çıkışı, muhalefetin göstermelik hale gelişi ve despotizmin biçimsel olarak meşrulaştırılması dışında bir işlevinin kalmaması bile aynı. Eksik olanlar toprak kayıpları (Ege adacıkları ve Süleyman Şah ile olmaya başladı), ordunun Alman kurmayına teslimi (yerine Nato-Amerika sözcükleri koyunca yine bugüne benziyor) ve sopalı seçimler. Yaklaşan seçimler iç güvenlik yasası ile (anayasaya ve temel insan haklarına baştan aykırı) bu benzerliği de sağlayabilir. Burada söylenecek olan şey şu: Umarım filmin sonu aynı bitmez.

 

1. Dünya Savaşı ve Rus Devrimi emperyalist dünyayı çok yormuştu. Hemen ardından 2. Dünya Savaşı ve yine bir savaş olan Soğuk Savaş dönemleri emperyalizme bulunduğumuz topraklar için planlarını yürürlüğe sokma fırsatını vermedi. Şimdi emperyal dünya o zamana göre daha dinç ve daha dikkatli. Sovyetler Birliği yok ve Komünizme tampon bir Türkiye fikrinin de altı boşaldı. Bir anlamda Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş siyasetini oluşturan bütün tarihsel koşulların yıkıldığı bir dönemdeyiz. (Asıl kapanan parantez bu!) Ve yeni bir Mustafa Kemal de çıkmayacak.

 

Yani bu kez düşman sadece küçük bir taşeron kukla devlet (Yunanistan) değil, emperyalizmin ta kendisi. Bu kez iş daha zor. İçinden geçtiğimiz “Soğuk İç Savaş” süreci, parti devlet özdeşliği de İT dönemine benziyor ki bu iç savaş kavramlaştırması da Yalçın Hoca’nın çok üstünde durduğu bir kategori olarak daha çok dikkatimizi çekmeli bence. Giderek dış müdahalelere daha açık hale gelme, yaygın fakirlik, cahilleşme kısır döngüsü, aydının yalnızlığı, kitlelerin edilgenliği, benzer tarihsel koşullar olarak önümüzde duruyor. Devletin partiyle özdeşleşmesi ölçüsünde hepimizin devleti olmaktan uzaklaşması ile bizim artık “biz” olmaktan çıkışımız bile benzer. “Ben artık bu insanlarla bir arada yaşamak istemiyorum” diyenlerimiz (ya da söylemimiz) çoğalıyor, yaygınlaşıyor. “Kutuplaşma” diye nazikçe ifade ettiğimiz ama siyasal bir karşılık bulmaktan çekindiğimiz bir kavram artık yetmiyor.

 

Türkiye’nin resmi Şevket Süreyya Aydemir’in Suyu Arayan Adam’daki genç subayın hayal kırıklığı yaşadığı son dönem Osmanlı’ya benziyor. Son ana kadar Osmanlı, haritaya bakıp Balkanları kendi toprağı saymaya devam etti; iç çürümeyi, kopan bağları göremedi, görmek istemedi. Şu an da aynı durumdayız. Geçmiş olsun.

 

 

Tunaya’nın bu küçük kitabında dönemler ve iki partinin iktidar olduklarındaki tavırları arasındaki benzerliği görebildiğimiz böyle birçok cümle var.  AKP ile İT arasındaki benzerlikleri görmemizi sağlayan bazı cümleler şöyle:

 

“Kapitülasyonlar, ticari ve iktisadi rekabet manevraları, borçlandırma politikası Osmanlı ülkesini büyük devletlerin yarış alanı yapmıştır. Türk olmayan unsurların çözülme ve ayrılma isteklerini destekleyen ‘düveli muzzama’…” ile bağlılıkları yeni devletlerin kuruluşunu kolaylaştırmıştır.”

 

 

Fikre karşı silah kullanılmış, muhalif gazeteciler öldürülmüştür.”

 

(Çok şükür şimdi bu benzerlik yok. Muhalif gazetecileri işsiz bırakıp hapse atıyoruz sadece!)

 

“Garpçı cereyan da bu savaşa (Balkan Savaşları ile Balkanların kaybı) kayıtsızlık göstermemiştir: Bu savaş ilahi bir ceza değildir. Asıl düşman içerdedir ve  bu müthiş düşmanın birçok ismi vardır: Cehalet, gerilik, uyuşukluk, hurafelere inanış.”,

 

(100 yıldan fazla süre geçti ne değişti? Çaput bağlamaya devam! )

 

 

“Her hal ve karda, zamanın isteklerine uygun, milliyetler üstü veya çeşitli milletleri ve hatta devlet şekillerini barındıran bir ‘müşterek ülke’ ya da ‘camia’ (commonwealth) formülüne varılamamıştır.”

 

(Aradan geçen bunca yıldan sonra bir “biz” fikrine ya da birleştirici bir ideale ulaşmak söyle dursun giderek daha da küçük bölümlere ayrıldığımız kesin. Ama artık kim  bizim “biz” olduğumuzu söyleyebilir. Ortak acı, ortak sevinç, ortak ideoloji var mı? “Tek bayrak, tek dil, tek din (mezhep), tek vatan” söylemi bile aslında elden kayan bir gerçekliğin itirafı niteliğinde.)

 

 

“Otuz yılı aşkın bir mutlakıyet idaresi sonunda, istibdat (baskı) disiplininin dondurduğu bir kitleyi bağlayacak yeni manevi (ethique)-(etik, ahlaki)-değerler bulmak çok zor bir mesele olmuştur.”

 

(Hırsızlık kötüdür. Adaletsizlik kötüdür. Masumiyet karinesi esastır. Rüşvet iğrençtir. Sübyancılık mide bulandırıcıdır. Tecavüzün mazereti olamaz… Böyle ortak değerlerimiz kaldı mı? “6 yaşındakilerle evlenilebilir” ve “mini etekliyse tecavüzü hak etmiştir” diyen insanlar var çevremizde. Bunlarla “biz” olmak mümkün mü?)

 

 

“…Bu bakımdan kitle muhafazakar çevreleri daha kolay anlamış, bilhassa dini hislerinin istismarı yolundan kendisine tesir imkanları daha fazla olmuştur.

 

(2015’in Türkiye’sini  değil, yüz yıl önceki son dönem Osmanlıyı anlatıyor! Biri dini hislerin istismarı  mı dedi?)

 

Şu cümle ise yüzyılların değişmez gerçeğini belirterek günümüz Türkşye’sine ışık tutuyor:

 

“Cehaletle taassubun ‘istibdadın iki kardeşi’ olduğu bu suretle ortaya çıkmıştır.”

 

Şu cümle ise, 100 yıl önceden ziyade  2015’i en iyi tarif eden cümle değil mi:

 

“İktidar, yerine geçecek kuvvetin kendisinden intikam alacağını hesaplayarak, yerini terk etmemek için elinden geleni yapmıştır. Çoğunluğuna güvenerek mevkiini muhafaza için meşru, gayrı meşru her türlü tedbire başvurmuş, iktidar kalesini alınmaz derecede kuvvetlendirmiştir.”

 

Vay canına. Sokaktaki adamı çevir, bu sözün hangi Türkiye için söylendiğini sor, kimsenin aklına 2. Meşrutiyet dönemi gelmez. Tarih gerçekten çok ilginç bir bilim dalı.

 

Daha birçok benzerlik var. İnanılmaz geliyor. Daha zinde ve bütüncül bir emperyalizmin karşısında 200 tane eskimiş savaş uçağı, 15 yıldır paslanmış bir askeri mekanizma ve gericiliğe teslim bir kurmay heyeti ile çok fazla şansımız var gibi gelmiyor bana. Dolayısıyla öngörülerim şöyle:

 

1-Giderek ısınan iç savaş koşulları, daha koyu faşizm, süs halindeki parlamento, tek adam yönetimi.

 

2-Silahlı kuvvetleri, moral açıdan tamamen çökmesi için 1-2 yıl içinde daha büyük askeri başarısızlıklarla yüzleştirme.

 

3-Yeni anayasa ile küçülen Türkiye.

 

İktidarı ele geçirenlerin bütün kurumları ya ele geçirip ya da pasifize etmesi ile denetimsiz kalmalarının aynı sonuçları verdiği bir tarih ile karşı karşıyayız. Benzerlikler karamsarlığı artırıyor ama daha “biz” olan insanlardan oluşan  farklı bir Türkiye’ye geçiş yapacağımız bir dönemin de başlangıcı olacak bu dönem.

 

Peki tarihte olup bitenlerle benzerlikler bulup iyimser olmak mümkün mü? Şimdi bu soruya “hayır” yanıtı veriyorum.

 

218-Harold Lamb’ın Emir Timur adlı biyografik romanını Timurlular ile ilgili verdiğim bir dersten dolayı okudum.

 

 

(İlgi Kültür Sanat, 5. Baskı, İstanbul 2009)….Kitap, başından itibaren Timur’un hayatını ve kişiliğini gerçekçi bir dille ve tarihsel olaylara uygun bir biçimde ele almayı başarmış. Kitaptan arta kalan en önemli bilgi ise Timur’un gerçek bir askeri deha oluşu ve acımasızlığı. Askeri deha oluşunu da abartmamak gerekiyor. O dönem (Ortaçağda) savaş sahasında taraflar genellikle aynı silahları ve teknolojiyi kullandığından savaşın sonucunu, yorgunluk ve savaş sahasında yer seçimi gibi faktörler dışarda bırakılırsa, ordulardaki asker sayısı belirliyordu. Timur ise girdiği savaşlarda hem daha büyük ordulara hükmetti hem de fil gibi dönemin tankı sayabileceğimiz farklı silahların değerini bildi ve bu farklı silahları kullanarak üstünlük elde etti. Ankara Savaşı’nda ise her türlü hileyi kullandı. Osmanlı ordusunu susuz bırakmayı bile hesap etti. Osmanlı ordusunu yorgunken savaşa mecbur etti. Adam satın alma, rüşvet gibi yollara başvurmaktan çekinmedi. Bir kaleyi fethederken “teslim olursanız kanınızı dökmeyeceğim” dediği ve sözüne inanan kale ahalisini boğdurduğu, böylelikle kanları dökmediği için sözünü tuttuğunu iddia ettiği rivayet edilir Timur’un. Timur söz konusu olduğunda “yok olmamıştır” diyemiyoruz.

 

Kestiği insan kafalarından piramit yapmayı seven bir lider Timur. Ortaçağ’ın acımasız ortamı içinde bile fazla kan dökücü. Sevenler sevebilir ama ben sevemedim.

 

219- Hazarlar, tarih ile ilgilenenler ve tarihi kitap okumayı sevenler için her zaman ilgi çekici bir konu oldu. Hanedanın Hıristiyanlık ve İslamiyet arasında bir denge tutturmak için Yahudiliği seçtiği söylenir. Tarihte Yahudiliği seçen bir Türk kavmi olması, güçlü bir medeniyet kurması kadar yıkıldıktan sonra bu Yahudi Türklere ne olduğu sorusu konuyu hep çekici kıldı. Bu konuda benim okuduğum en doyurucu kitap ise geçenlerde raflar arasında keşfettiğim ve okuduğum Hazar İmparatorluğu VII.-XI. Yüzyıllar Atlı Bir Kavmin Gizemi adlı kitap oldu. Bir tarih kitabının olmasa olmazı diyebileceğimiz, kronolojik tablolar, haritalar, önemli ve ilginç noktaların ayrıca ele alınması gibi noktalar çok başarılı.

 

Örneğin bölümlerden birinin başlığı şöyle: “Stalin ile Hazarların Tuhaf İlişkisi.” Bir başka bölüm ise Arthur Koestler’in 13. Kabile adlı kitabına yanıt niteliğinde: “Arthur Koestler ve Hazarlar: Bir Saplantının Öyküsü.” Kitabın sonunda bir de “Halklar Sözlüğü” var. Gerçekten harika bir tarih kitabı.

 

 

220-Tarihi roman okumak isteyenler çoğu kez tarihi bilgi edinmek isteyen insanlar. Böyle bir ihtiyaç olunca piyasada yığınla “tarihi roman” dolanıyor. Çoğu hamaset edebiyatı ya da gizli tarihi spekülasyonları, komplo teorilerini tarihi roman formu kullanarak sunmaya yönelik. Çoğunlukla ortaya ne doğru düzgün roman olan ne de doğru düzgün tarihi bilgi veren kitaplar çıkıyor bu yüzden.

 

İki Cihangir Sultan Yıldırım Beyazıt ve Topal Timur ise tarihteki önemli bir olayı bu kez temel 2. kaynaklara dayalı olarak ama roman tadı verecek ve yeni kuşaklara önemli bir tarihi olayı eli yüzü düzgün bir biçimde aktarmak amacıyla yazılmış, kaynakçası olan, göreceli olarak okunması kolay bir tarih kitabı. (Akçağ Yayınları, 1. Baskı, Ankara 2014)

 

221- NTV Yayınları, kendine has bir yol tutturdu ve bu yol üzerinde başarılı bir yayıncılık yapmayı sürdürüyor. Değişik kategorilerdeki yayınları arasında çizgi roman türünde yayınlar en başından ilgimi çekiyordu. Bir konuyla ilgili özet bilgi almak için okunabilecek türde yayınlarından birisi de Aydınlanma. Cep Kaynağı dizisinden çıkan bu kitap aslında Aydınlanma dönemini çizgiler yardımıyla çok özet biçimde aktarıyor. Daha çok lise öğrencileri için, konuya ve döneme yabancı olan okuyucuya kısaca bilgi vermek amaçlanmış. Ama bizim ülkemizde maalesef üniversite öğrencilerinin düzeyine uygun demek zorundayız.

 

Konuyu sunarken çizgilerden yararlanmakta temel amaç ise okuyucuyu sıkmadan bilgilendirmek. Ve bu işi ustalıkla yapıyor kitap. Dönemin havasını, mekanlarının özelliklerini, kişilerin giyimlerini ve hangi düşünürün nasıl bir insan olduğunu, nasıl göründüğünü bu çizgilerle kabaca anlayabiliyoruz. Aydınlanma, Aydınlanma Dönemi’nin genel çerçevesini, başlıca temsilcilerini ve eserlerini, bu eserlerin temel izleklerini verirken tam bir tanışma kitabı kimliğine bürünüyor.

 

Dönemin düşünürlerinin genellemeleri, radikal düşünüşleri ve yüksek özgüvenleri hemen dikkat çekiyor. Aydınlanma döneminin bir düşünce patlaması dönemi olduğu da çok iyi vurgulanıyor. Bu düşünce patlaması içinde ortaya konulan bazı yaklaşımların günümüze kadar uzanan etkileri ve kapsayıcılığı rahatlıkla görülebiliyor. Örneğin Jean-Jacques Rousseau, yaşadığı döneme ilişkin gözlemlerinden yola çıkarak şöyle diyor İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Temeli ve Kökeni adlı eserinde:

 

“Olmak ve görünmek tamamen farklı şeyler haline geldi; şatafatlı gösteriş, düzenbazlık ve bunlarla yan yana giden bütün ahlaksızlıklar ortaya çıktı. Diğer yandan, önceleri özgür ve bağımsız olan insan artık birçok yeni gereksinimlerin zoruyla bütün doğaya ve özellikle de  diğer insanlara boyun eğdi; diğer insanların efendisi olanlar bile kısmen köleleşti: Kişi zenginse başkasının hizmetine muhtaçtı; fakirse yardımına; orta halli olanlar da başkaları olmadan yapabilecek durumda değildi… Kısacası, bir yanda rekabet ve yarışçılık diğer yanda çıkar çatışmaları, başkasının zararı uğruna hep kendi çıkarlarına yönelik gizli bir arzu. Bütün kötülükler mülkiyetin ilk etkileri ve artan eşitsizliğin ayrılmaz parçalarıdır.” (s. 82)

 

200 yıldan fazla bir süre geçmesine rağmen bugünü de kavrayan bir çözümleme değil mi?  Aynı sayfadaki şu gözlem de 200 yıl öteye savrulmuş bir gerçekçilik kapanı gibi:

 

“…(Zenginler) ünvanlarının keyfi ve düzmece olduğunu biliyorlardı; öyleyse güç kullanarak edindiklerinin başkalarınca yine güç kullanarak ellerinden alınmasına şikayet etme hakları olmayacaktı.”

 

Adaletin olmadığı, gücü gücü yetene düzeninin ilelebet gitmeyeceği, mutlaka güç unsurunun devreye gireceğine ilişkin harika bir tespit. Sanki günümüz için söylenmiş gibi. Bir taraftan da Fransız Devrimi öncesi gerçek bir bilim adamı olarak müthiş bir gözlem gücüyle toplumdaki rahatsızlığın kokusunu aldığına ilişkin önemli bir bilgi sunuyor Rousseau. Aydınlanma Dönemi ile Fransız Devrimi arasındaki ilişki ve zamansal art ardalık, düşünsel patlamaların, ideolojik birikimin hem toplumsal düzenden türediğini, hem de toplumu şekillendirmede önemli bir işlev gördüğünü anlamamıza yardımcı oluyor. Bir çok anektot ve karikatür ile süslenmiş Aydınlanma Dönemi’ni en iyi özetleyen cümle ise Kant’ın “Bilgi edinmeye cüret et! Kendi aklını kullanma cesaretini göster!” sözü olsa gerek.

 

 

222- Bu dönem okuduğum önemli çizgi romanlardan biri de Genç Mustafa. Kitap okumayı hiç sevmeyen bir kuşağa öğretmenlik yapıyorum. En azından hem okumaya yaklaştırmak hem de Mustafa Kemal’i bir parça daha yakından tanısın diye başlangıç niteliğinde bir kitap olarak tavsiye etmiştim bir öğrencime. Sonra ben tekrar okudum. Yalın Alpay senaryolaştırmış, Barış Keşoğlu çizmiş.

 

    

 

Mustafa Kemal Atatürk’ün aktif askerlik hayatı öncesinde, henüz bir askeri öğrenciyken başlayan özgürlük mücadelesinin pek üzerinde durmadığımız safhaları bu kitapta çizgilerle farklı bir görünürlük elde ediyor. Örneğin Zülüflü İsmail Paşa’nın Harp Akademisi’nde öğrenciyken Mustafa Kemal’i, 2. Abdülhamit istibdatına karşı öğrenciler arasında yaptığı örgütleyici çalışmalardan dolayı sorguya çekerken dövdüğü sahneler insanın tüylerini diken diken ediyor. Bir taraftan da Mustafa Kemal’i gerçek bir tarihsel kişi olarak algılamamıza hizmet ediyor. Mustafa Kemal’in Jean Jacques Rousseau’dan yaptığı alıntılarla süslü konuşmaları bile onun, daha genç bir öğrenciyken bile yaşadığı dönemi sorgulayan, özgürlüğe düşkün, halkın çıkarlarını en yükseğe koyan bir bilince sahip olduğunu gösteriyor. Rahat durmuyor ve hep bir şeyler yapılması gerektiğini düşünüp harekete geçiyor.

 

Öğrenci arkadaşlarına söylev çekerken söylediği şu sözler tarihler üstü neredeyse: “İnsan için en büyük felaket, başka bir insanın insafına teslim edilmiş olmaktır. Zira orantısız güç, çoğu zaman sahibini keyfi davranışlara ve egemenliğe yöneltir.” (s.58) Bu sözler 20. Yüzyılın başı için mi , yoksa 21. Yüzyılın başı için mi söyleniyor, insan şaşırıyor. 2010 yılında yayınlanmış, renkli, hoş bir tarihiçizgi roman çalışması. Umarım Mustafa Kemal’in Şam’a tayini ile biten dönemden sonrasına ait sayılar da yayınlanır.

 

223-Çizgi roman okumayı bırakamıyorum. Geçtiğimiz günlerde hem Julia’nın 8. Sayısı çıktı hem de Ken Parker’in 53. Sayısı…Julia da yayın seyrekliği açısından Ken Parker’e yetişti. Bu durum çizgi roman okumayı sevenlerin yeni kahramanların peşine düşmelerine neden oluyor.

 

Ken Parker’in 53. Sayısının çizeri Giorgio Trevisan. En güzel çizimlerle ortaya çıkmış Ken Parker  sayılarından biri: Öncüler. Senaryo da çok güzel ve tek tek her karenin hakkı verilmiş. Böyle ustalık işi çizgi romanlar hem okumayı hem bakıp incelemeyi bir zevk haline getiriyor. Özellikle Giorgio Trevisan’ın insan yüzleri çizimlerine bayıldım.

 

Bu sayıda Ken Parker’in yanında taşıdığı küçük kütüphanesini oluşturan birkaç kitap hakkında da bilgi sahibi olabiliyoruz. Her zaman hak ve adaletin yanında olan Ken Parker’in kitaplarını okuduğu yazarlar arasında Hawthorne, Poe ve Merville de var. (s.59) Benzersiz bir çizgi roman kahramanı Ken Parker gerçekten.

 

224-Çizgi roman demişken, İhsan Oktay Anar’ın önemli romanı Puslu Kıtalar Atlası’nın çizgi roman hali İletişim Yayınları tarafından yayınlandı. Çizgiler İlban Ertem’e ait. Henüz okuyup bitiremedim, ama göz attığım kadarıyla çizgi roman tutkunları için çok güzel bir eserle karşı karşıyayız.

 

225-Yaşar Kemal vefat etti. Büyük bir romancıydı. Ama bana göre daha çok “Büyük Köy Romancısı” imajıyla kaldı. Dönüp tekrar okusam sadece Binboğalar Efsanesi’ni okumak isterdim sanırım.

 

Çocukluğumda Milliyet Çocuk Dergisi vardı. Orada İsmail Gülgeç’in çizgileriyle Yaşar Kemal’in büyük romanı İnce Memet’in  çizgi roman hali yayınlanmıştı. Keşke Yaşar Kemal’in ardından kitaplarını yayınlarken İnce Memet’in bu çizgi roman hali de tekrar yayınlansa. İsmail Gülgeç’i de anmış oluruz bir taraftan. (Ölümü 2011)

 

 

226-Bukowski, Amelia Nothomb, Paul Aster, Thomas Bernhard ve Yalçın Küçük… Yeni kitapları çıktığında almamazlık edemiyorum. Bu listeye başka yazarlar da ekliyorum zaman zaman elbette. Ancak epeydir bütün bu yazarların yeni kitaplarını özlediğimi düşünüyordum. Yeni yılla birlikte sevdiğim yazarların eserleri akın etti kitapçı vitrinlerine.

 

Önce Paul Aster adını gördüm: Babamın Tanrı Olduğunu Sanırdım. Tam da Paul Aster’e yakışan bir ad. Radyo Hikayeleri alt başlığı var (Can Yayınları, Ocak 2015). Şimdilerde hayatımızdan çıkmak üzere olan bir alet radyo. Telefon Hikayeleri ise belki hiç olmayacak.

 

Paul Aster’in sadece kitabın editörlüğünü yaptığı gerçeği hayak kırıklığı yaratmadı değil. Ama olsun; sonuçta onun beğendiği öykülerle onun yazdığı öyküler arasında yine de bir yakınlık kurmadan edemiyorum. En çok Kırmızı Defter’deki öykülere benziyorlar. Öyküler Hayvanlar, Nesneler, Aileler, Komedi, Yabancılar, Savaş, Aşk, Ölüm, Düşler ve Düşünceler gibi bölümlere ayrılmış. Paul Aster’in editörlüğünde bir radyo programında okunmak üzere gönderilmiş binlerce öykü arasından Paul Aster’in seçtiği öykülerden oluşuyor. Çok kısa öyküler. Çoğu yaşanmış olaylara dayanıyor. Amerika Birleşik Devletleri’nin her köşesinden gönderilen ve her köşesinde yaşanan öykülerle değişik bir Amerika panoraması ortaya çıkmış bu kitapta. Okuması eğlenceli. Anlatılanların gerçekten yaşanmış oluşu bu kez okurken etkiyi güçlendiren bir unsur olmuş diyebilirim. Ama elbette öyküleri okunur yapan en önemli şey, böyle bir seçkinin muazzam bir coğrafi genişlikte yaşayan, muazzam bir insan çeşitliliğine dayanması. Gerçek olana gerçekçilik katmak gerekmiyor. Öykülerdeki naiflik ve öykülerin her anlatıcının kendince önemli gördüğü bir tema etrafında kurgulanması, bizi edebiyatın köklerine, anlatmanın, sadece aktarmak olduğu saflık dönemine doğru bir zaman yolculuğuna çıkarıyor sanki. Ama bu geçmişteki saf edebiyatın kokusunu alacağımız yolculuk, aynı zamanda günümüz Amerika Birleşik Devletleri haritası üzerinde de yaşananlardan, anımsananlardan ve unutulmayanlardan oluşmuş insan malzemesini tanıtıcı başka bir yolculuğa eşlik ediyor.

 

Ben Paul Aster’in beğenisini beğendim açıkçası. O da öykülerden etkilenmiş. Şöyle diyor önsözde:

 

“Hepimizin görünenden derin yaşamları var. Hepimiz bu dünyanın parçası olduğumuzu, ama ondan sürgün edildiğimizi hissediyoruz.” (s.20) Alt alta yazılsa şiir gibi cümleler böyle. Günümüzde çoğu insan sanat adına “söz” söylemenin sadece “ünlü” insanların işi olduğuna iyiden iyiye inanır oldu. Bu kitap biraz da bu gün ışığına çıkamayanların sözcülüğünü yapıyor.

 

Son bir sözü söylemeden geçemeyeceğim. Kitabın kapağında “Radyo Hikayeleri” denilmiş olmasına rağmen sağ alt köşedeki “Can” logosunun altında “öykü” yazmış. Belli bir tür için iki farklı ifadeyi aynı kapakta yan yana kullanmak bence yanlış olmuş. Keşke bu kez “öykü” diye ille de kitabın türünü belirleyecek bir ifadeye yayınevi yer vermeseydi. Yılların kapak tasarımını değiştiren Can Yayınları bize bu kitapta herhalde ilke gereği hem hikaye hem öykü olduğunu söylemiş oluyor. Birinden biri fazla. “Yılların kapak tasarımından vaz geçerim ama kapakta eserin türünü mutlaka belirtme ilkemden asla taviz vermem” tavrı da devrimcilikle tutuculuk arasında bir salınıma işaret ediyor. Editörlük ve kitap tasarımı konuları hala sorunlu edebiyatımızda.

 

227-Editörlük sorunları deyince yakın zamanda başka can sıkıcı örnekler de çıkıyor karşımıza. Türklerin Tarihi, İlber Ortaylı Hocanın (büyük olasılıkla) konuşurken kayda alınan, sonra kitap haline getirilen bir metin. (Timaş Yayınları, İstanbul 2015) Bize yeni bilgiler getiriyor, bilgi kapıları açıyor; diğer bütün kitapları gibi, ama editörlük sorunları bu kitapta da var. Hatta vahim boyutlarda. Örneğin daha kitabın hemen başlarında, 19. Sayfada şöyle bir cümle var: “7. Asırda insanlar bizim yurdumuza ‘Türkiye’ demekteydiler. İtalyan kaynaklarında bunu görürüyoruz.” (s.19) Oysa biliyoruz ki bu adlandırma 11. Yüzyıldadır. Kaldı ki kitabın 17. Sayfasında da şu söyleniyor: “ Demek ki Anadolu 11. Asır sonlarından itibaren ve 12. Asır boyunca Türkleşmiştir.” Üstelik 19. Sayfada bir de şu cümle var: “7. Asrın sonunda başlayan ve ilk önce Anadolu’dan geçen Haçlı Seferleri…” Bu cümlede de aslında İlber Ortaylı 11. Asır demiş olmalı, ama konuşma kayıtlarını çözümleyenler her iki yerde de 11. Yüzyıl söylemini 7. Yüzyıl olarak kağıda geçirmişler. Bu kadar vahim bir hatayı İlber Ortaylı adına yapmak gerçek bir yayıncılık sorumsuzluğu. Bir otoriteyi okuyan, bilgilenmek isteyen kişilerin ilk anda yanlış bilgilenecekleri ve “Ama İlber Hoca öyle yazmış” deme olasılığı ne kadar ürkütücü. Burada da konuşma kayıtlarını kağıda döken, onları okuyan, denetleyen kimse olmamış. En azından İlber Ortaylı Hocanın adına yakışmadı. Timaş’ın tarih kitapları bölümünü yönetenin de kitabın editörünün de görevlerini iyi yapmadığı açık. Maalesef en büyük tarihçilerden biri, en büyük yayıncılardan biri bir araya geliyor ama yine de tatmin edici bir kitap çıkmıyor ortaya.

 

228-Ancak İlber Ortaylı Hoca ile ilgili sevindirici bir başka kitap haberi var. İlber Hoca’nın bu kez gerçek anlamda akademik yönteme uygun biçimde yazılmış makalelerinden oluşan kitabı Batılılaşma Yolunda, İnkılap Yayınları arasından çıktı. İlber Hocanın değişik dergi ve Armağan kitaplarında yayınlanmış makalelerinin bir araya getirilmesiyle ortaya çıkmış bir kitap ve kesinlikle okunması gereken bir tarih kitabı. Bizde değerli bilim adamlarımızın böyle makaleler toplamı biçimindeki kitapları çok nadiren piyasaya çıkıyor. Çoğunlukla en önemli isimlerin en önemli makaleleri dergilerde kalıyor ve çok sınırlı okuyucuya ulaşıyor. Zaten son yıllarda akademik dergiler kitapçılara girmiyor bile. Özellikle büyük üniversitelerimize bağlı enstitülerin çıkardıkları bilimsel dergiler çok dar bir çevreye ulaşıyor, hatta konuyla ilgili diğer üniversitelerdeki akademisyenlerin bile çoğunlukla haberi olmuyor.  Batılılaşma Yolunda, bu açıdan diğer İlber Ortaylı kitaplarından çok farklı. Hocanın deyişiyle “Osmanlı İmparatorluğu’nun Tanzimat asrında bazı ana problemlerin etrafında yazılan makalelerden oluşuyor.” Tarihle ilgilenen herkesin okuması gereken bir kitap.

 

229-Parantez Yayınları Bukowski’nin kitaplarını yeni yılda yeni kapaklarla yeniden basmaya başladı. İlk gözüme çarpan Günler Tepelerden Aşağı Koşan Vahşi Atlar Misali oldu. Yıllar önce sarı kapaklı bir baskısını hatırlıyorum. Yeni baskısını da aldım ve kütüphanede diğer baskıların yanına koydum. Ancak diyebilirim ki açık ara Bukowski’nin en beğenmediğim şiirlerinden oluşmuş kitabı. Dolayısıyla da geçen 22 yıl boyunca (Bukowski ile tanışmam 1993 yılıydı ve sonradan öğrendim ki ben Bukowski’yi keşfettiğimde henüz hayattaydı.) tekraren en az okuduğum kitabı Günler Tepelerden Aşağı Koşan Vahşi Atlar Misali idi. Yeniden okurken bu duyguyla daha dikkatli okudum, ama düşüncem yine değişmedi.

 

 

230-Jean-François Duval’in  Bukowski ve Beat Kuşağı adlı araştırma kitabının orijinal tam baskısı yine 6.45 Yayınları tarafından çıktı. Benim gibi Bukowski hayranları için kaçırılmaması gereken bir kitap olduğu için satın alırken tereddüt etmedim. Daha önceki iki baskıyı da almıştım. Ama bu baskılarda başlıktaki Bukowski adı kitaptaki Bukowski ile ilgili bölümlerin hacmiyle örtüşmüyordu. Bu 3. Baskı ise kitabın adına yakışan bir Bukowski içeriğine sahip. Özellikle bu kitap için Bukowski’nin yazar Duval ile yaptığı söyleşi, kitabın en ilgi çekici kısmını oluşturuyordu benim için. Yeniden bir Bukowski dalgası ile karşı karşıyayız. Yeni kuşakların Bukowski ile tanışması için çok önemli fırsatlar vaadeden bir dönemdeyiz.

 

231-Yakın zamanda iki önemli kitap daha okudum. Bunlardan birincisi Yılmaz Dikbaş’ın Gelin Yüzleşelim adlı kitabı (Nergiz Yayınları, Ekim 2014).

 

Her söylediğini beğendiğimi söylemeyeceğim yazarın, ama bu kitabında kullandığı kaynaklar yanlışlanmadıkça söylediklerine              “niye söyledin?” diye itiraz edemeyiz. Bir kitabı yazarının başka işleri dolayısıyla yargılamamalıyız diye düşünüyorum. Örneğin Balzac kralcı diye herhangi bir romanını kötüleyemeyiz. Her kitabın kendi başına değerlendirilmeye hakkı vardır. Dünya görüşünü beğenmediğimiz ama eserlerini severek okuduğumuz nice yazar var sonuçta.

 

Son zamanlarda gerici çevrelerde hep söylenen bir söz var: “Tarihimizle Yüzleşelim”. Amaç Cumhuriyet değerlerini ortadan kaldırmak, Türkiye’nin 200 yıllık batılılaşma, çağdaşlaşma çabalarını raydan çıkartmak, emperyalist güçlerin planlarına ideolojik katkı sunmak. Aslında son 15-20 yıldır bu 2. Cumhuriyetçi Neo-liberal aydın bozuntularının çabalarını, cahil cüretlerini ve herkesi aptal sanan sinir bozucu gevezeliklerini ciddiye bile almamak gerek ama, zaman zaman aydınlanma ruhuna ve cumhuriyet değerlerine bağlı, laikliğe inanan, çağdaş, özgürlükçü, batılı insanların çoğu gibi bu entelektüel birikimi son derece sınırlı aydın bozuntularına yanıt vermek, doğruları göstermek için bir istek duyduğumuz da doğru. Yılmaz Dikbaş bu kitabında bunları büyük ölçüde başarmış.

 

Kitapta sadece herkesin, bu arada gericilerin en iyi bildiği temel kaynakları kullanarak itirazların önünü kesmeyi hedeflemiş. Önsözde şöyle söylüyor bu yüzden: “Bu kitabımda verdiğim bilgiler bazı çevreleri, bazı kişileri rahatsız edecektir, biliyorum. Ancak, bu kitabımda verdiğim bilgilerden birinin bile doğru olmadığını hiç kimse söylemeyecektir.” Bazı başlıklar doğru bilinen bazı ideolojik koşullanmaları yıkacak cinsten. Örneğin hep örnek gösterilen Mevlana ile ilgili birinci bölüm, son zamanlarda çoğalan, ama aslında sadece slogan okuyan ve slogan birikimli genel bir çoğunluğun bizi inandırmaya çalıştığının tam zıddı bir Mevlana portresi çiziyor. İkinci bölüm Osmanlıyla Yüzleşelim başlığıyla içi boş, kof Osmanlıcılık anlayışını gerçeklerle kuşatıyor neredeyse. Üçüncü bölüm Hadisler ile ilgili. Son zamanlarda herkes her davranışı için bir hadis keşfetmeye çalışırken önemli bir değerlendirme içeriyor bu bölüm. Ve son olarak da Din Ticareti başlıklı bölüm de din sömürüsünün ve  din ticaretinin doruğa vardığı günümüzde bazı siyasetçilerin ve sakallı yaratıkların halkı kandırmak ve iğrenç ve aşağılık kapitalist düzene sessiz kalması için dibine kadar kullandıkları “dincilik” karanlığının ipliğini pazara çıkarıyor. Ve meydan okuyor: Cesaretiniz varsa kaynaklarıma itiraz edin. Sıkıyorsa “yalan” deyin. Bütün kitap bu iddiayı paranteze alıyor neredeyse. Gericilikle ilericilik savaşı aslında yalanla gerçeğin savaşı bir taraftan da. Ahlaksızlığın en çok iki yüzlülük ve çifte standart olarak belirdiği günümüzde “Tarihimizle Yüzleşelim” deyip duran şarlatanlara tokat gibi bir yanıt: İyi o zaman Gelin Yüzleşelim! Gerici saldırılara karşı “Dalgakıran” kitap.

 

232-İkinci kitap Ahmet Mümtaz İdil’in  Saygın Kel Adamın Ölümü  adlı kitabı (ka kitap yayınları, Şubat 2015).

Rusça bilen ve Oda tv’den tanıdığımız gerçek bir aydın Mümtaz İdil. Saygın Kel Adamın Ölümü ise okumayı çok seven Mümtaz İdil’in okuduğu kitaplardan yola çıkarak yazdığı yazıların bir toplamı. Kitabın başında Mümtaz İdil de belirtiyor bu durumu. Çorum’da geçen dört buçuk yıllık emeklilik öncesi memurluk günlerinde, “okuma eksikliğini” gidermek için “didik didik” ettiği kitaplardan yansıyanlarla örülmüş Saygın Kel Adamın Ölümü. Her kitap sever gibi Mümtaz İdil de okudukça kendini daha eksik ve bilgiye giderek daha aç hisseden biri.

 

Kitaptaki denemeler gerçekten okuma tutkunu birinin kaleminden çıktığı hemen belli olan doyumsuz tattaki denemelerden oluşuyor. Yazarlar, kitaplar, anektodlar, ilginç hikayecikler…Keyifli bir okuma serüveni sunuyor bu kitap. Bir yerde şu cümlenin altını çizmişim: “…zira Amerikan edebiyatı (nın), Avrupa edebiyatının yanında çok zayıf kaldığını düşünüyordum.” (s.115) Doğrusu bu düşünceye katılmıyorum. Ama insanların bu tür yaklaşımlarda bulunmalarını seviyorum. Kendisiyle bu konuyu söyleşmek isterdim. Bence Amerikan Edebiyatı da Avrupa Edebiyatı kadar güçlü bir edebiyattır. Gerçekten okunması çok zevkli bir kitaptı.

 

233-Yalçın Hoca’dan yazının başında söz etmiştim. Hapisten çıktıktan sonra Yalçın Hoca cumhuriyet değerlerine karşı olanlara doğru “kitap sıkma” işine kaldığı yerden devam ederek önce Çıkış’ı çıkardı, daha sonra da Fitne’nin yeni baskısı vitrinlerde boy gösterdi. Her iki kitap da Tekin Yayınevi tarafından yayınlandı.

 

Çıkış, Yalçın Hocanın bugüne kadar yazdığı en eklektik ama aynı zamanda en kavgacı kitap. Neredeyse bir menifesto niteliğinde. Fransız İhtilali öncesi yazılmış bir kitabı andırıyor! Önsözdeki şu cümle kitabın yazılış gerekçesini eleveriyor : “Cumhuriyet, müttefik cumhuriyet düşmanlarının, saldırısı karşısındadır.” (s.19) Ama umutlu Yalçın Hoca: “Çok zayıf çıktılar. Güçlü çıkan cumhuriyettir.” (s.19) Önsözün sonunda Yalçın Hoca’nın Atatürk’ün Bursa Nutku’na yer vermesi de anlamlı.

 

234-Daniel Martin, İngiliz yazar John Fowles’in yakın zamanlarda yayınlanmış hacimli romanı. Büyücü’yü okuyup büyülenmiş bir okuyucu olarak Fowles’in yine hacimli bir kitabının yayınlanması bile kendi başına heyecan vericiydi. Şimdi okumaya başladım. İnsanın önünde mutluluk duyacağı böyle yüzlerce sayfanın olduğunu bilmesi bile o sayfaları yavaş yavaş kat ederken aldığımız mutluluk kadar büyük. Böyle yazarlar ve kitaplarla tanışmış olmak hayatın büyük mutluluklarından biri.

 

235-Öyküleriyle farklı bir kulvar yaratan Amerikalı yazar Raymond Carver’in yeni bir öykü kitabı daha yayınlandı: Fil (Can Yayınları, Mart 2015). İnsanın her daim yalnızlığı üzerine giydirilmiş cümlelerden oluşan öyküler yazıyor Raymond Carver. En çok da evlilik kurumunu yıpratıyor. Ayrılmak üzere birleşen yolların aynı kolaylıkla tekrar ayrılamaması… Yollar ayrılsa bile anıların pençe gibi bizden kopamayan izleri…Yalnızlıktan geliyoruz yalnızlığa gideceğiz. Raymond Carver’in öykü dünyasında düzenin ezdiği, sıkıştırdığı, ittiği insanlar birbirleri için karanlık bir hapisanenin diğer mahkumları oluyorlar hızla. Kitaba adını veren Fil adlı öyküyü ayrı bir sevdim.

 

Ayça Sabuncuoğlu çevirmiş bu kez öyküleri. Ben memnun kaldım açıkçası. Bir yerde Türkçeye katkı sayılabilecek yeni bir sözcük gördüm: Tesellisiz. Şu cümlede geçiyordu: “Diyor ki: Çok uzun bir süre, tatlım, tesellisiz haldeydim. Tesellisiz, diyor. Bu kelimeyi küçük not defterine kaydet. Deneyimlerime dayanarak sana söyleyebilirim ki, dilimizdeki en hüzünlü kelime bu.” (s.55-56) Türkçenin en hüzünlü sözcüğü hangisi gerçekten? Daha önce düşünmemiştim.

 

236- En Önemli 50 Tarihçi, benim gibi tarihle ilgilenenler için önemli bir kitap. (Etkileşim Yayınları, Eylül 2014) Adını hep duyduğumuz, birçoğunun eserlerini okuduğumuz önemli tarihçiler yanında adını ilk kez duyduğum tarihçiler de var. Örneğin Christine de Pizan (d. 1395- ö.1430). Yine Şeyh Anta Diop (d. 1923- ö.1986) bunlardan bir diğeri. Michael Foucault ve Thomas Kuhn da listede var. Bunun yanı sıra Bernard Lewis ya da İmmanuel Wallerstein gibi isimler yok. Tabi Türk tarihçiler de listede yoklar. Herkese göre değişir ama sadece 20 kişilik bir Büyük Türk tarihçileri listesi yaptım hemen ve şöyle oluştu:

 

1-İbn Haldun (1332-1406)

2-Abdülhak Adnan Adıvar (1882-1955)

3-Ahmet Bedevi Kuran (1886-1966)

4-İsmail Hakkı Uzunçarşılı (1888-1977)

5-Mehmet Fuad Köprülü (1890-1966)

6-İsmail Hakkı Danişmend (1899-1967)

7-Ömer Lütfi Barkan (1902-1979)

8-Akdes Nimet Kurat (1903-1971)

9-Enver Ziya Karal (1906-1982)

10-Mustafa Akdağ (1913-1973)

11-Osman Turan (1914-1978)

12-Tarık Zafer Tunaya (1916-1991)

13-Halil İnalcık (1916-…)

14-Faruk Sümer (1924-1995)

15-Kemal Karpat (1924-…)

16-Yalçın Küçük (1938-…)

17-Erdoğan Merçil (1938-…)

18-Mehmet Ali Kılıçbay (1945-…

19-İlber Ortaylı (1947-…)

20-Şevket Pamuk (1950-…)

 

Bir çok itiraz gelecektir haklı olarak. Bu satırları okuyanlar bu konuda düşüncelerini söylerlerse sevinirim. Elbette 50 Önemli Türk Tarihçisi diye bir kitap yapılsa daha iyi olurdu. Bu kitabı düşünüp, tasarlayıp yayınlayan yayınevi özel bir teşekkürü hak etmiş olacaktır eminim. Türk Tarih Kurumu bunu üstlenebilir bence. Çoğu tarihçimizin nasıl bir hayat sürdüğünü derli toplu bir biçimde bilemiyoruz. En azından eserlerinin listesi, fotoğrafları, öğrencilerinden ve ailesinden hatıralar da eklenebilir böyle bir kitaba. Kitabın hacmi sorun olmazsa mutlaka önemli makalelerinden de bir örnek de yer almalıdır diye düşünüyorum. 50 Önemli Türk Eleştirmeni, 50 Önemli Türk Romancısı, 50 Önemli Türk Mimarı, 50 Önemli Türk Ressamı, 50 Önemli Türk Şairi, 50 Önemli Türk Öykücüsü gibi eserlerle gelişen bir kitap dizisi bile olabilir. Kültür Bakanlığı… Var(mıy) dı bu ülkede (?).

 

237- İş Bankası, muhteşem kitaplar yayınlıyor. Kitap tutkunları için Okunması Gereken 501 Kitap bunlardan biri. Çok beğendim. Kitaplar değişik kategoriler içinde ele alınmış. Her kitaba bir sayfa. İnsan hemen okunması gereken bu kitaplardan kaç tanesini okumuş olduğunu anlama isteği duyuyor. Henüz bitiremedim ama güzel bir istatistiki çalışma çıkartabilir her okuyucu kendisiyle ilgili. Kitaplarla ilgili istatistikleri severim. Kitabı karıştırıken Türkçeye çevrilmemiş kitaplar arasında Rose Macaulay’ın Trabzon Kuleleri adlı romanı ilk anda ilgimi çeken kitap oldu. Kitaplar hakkında bir kitap. Bir kitap ansiklopedisi. Kitap tutkunları için gerçek bir eğlence.

 

238- İş Bankası Kültür Yayınlarınca çıkartılan diğer muhteşem eser biyografi dizisinin 29. Olan Robespierre. Fransız İhtilali’nin bu önemli isminin hayatı tarihin önemli bir dönemi hakkında da bilgi verici bir okuma yapmak demek.

 

Kitaplarla olan maceralarım bitmedi, bitmiyor. İyi ki varlar.

 

Herkese bol kitaplı günler…

 

Ulvi Özdemir

Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)