
“Gezmek, aynı zamanda yaşamaktır.” dedim; istekle, sevinçle düştüm yollara.
Evet, gezmek, görmek değildir yalnızca. Bu yüzden elimden defterim ve kalemim eksik olmaz hiçbir gezimde.
Görmek bir yana, salt bakmakla yetinenlere her zaman aynı şeyi söylerim: “Haydi AVM’lere marka için aş ermeye.”
Ama ben istifimi hiç bozmam. Zaten okuyarak çıkarım her geziye. Edebiyatını ve şiirini de okurum. İnsanını tanımadan, hiçbir coğrafyanın ruhuna giremezsiniz.
Tuttuğum notlar, yazıya döküldü, sanırım altmış, altmış beş kitap sayfası bir yazı çıktı ortaya. Bu yazıdan, 6 Kasım 2014’ün öğleden sonrasını kapsayan bir bölümünü sunmakla yetineceğim. Benim için bu gezinin en can alıcı bölümünü. Manastır ve Resne’yi. Struga’da bir akşamüstünü…
MANASTIR
Kalkandelen’den (Tetova) Manastır’a doğru indikçe, yolculuk, sanki Ege’yeymiş izlenimi bırakıyor bende. Bitki örtüsü maki.
Harita bilgime göre, şu karşı dağlar, Necati Cumalı’nın “Viran Dağlar”ı olmalı. Viran Dağlar’ı okumadan, o yiğit Zülfikar Bey’le selamlaşmadan, ben roman okumayı severim, Türk edebiyatını bilirim demek, neye tirit olur bilemem.
Adını, ünlü Kırgız destanı Manas’ın adından, kahramanından alan Manastır’ın adı, artık Bitola. Rehberimiz Ali Göktürkler, ısrarla Manastır’ın bir Kırgız şehri olduğunu söylüyor.
Bilgisunarın (internet) ünlü bilgi deposu “Vikipedi”, başka ise bir açıklama getiriyor. Grekçe Monastíri adından geliştiği düşünülmekte(ymiş)! Bu söylenceli dünyada, kuşkusuz herkes kendine yontacaktır.
Bitola, “bizim aile” anlamına geliyor. Şimdi bizim aileden mi bilemem; ama bizim anısı zengin geçmişimizden olduğuna kuşku yok.
Atatürk’ün “Askeri İdadi”yi okuduğu, kimliğinin oluştuğu kent.
Barbaros Hayrettin Manastırlıdır. İlker Başbuğ’un ailesi de…
Atatürk’ün düşün öncüleri, Resneli Niyazi ile Strugalı İbrahim Temo da bu bölgenin çocukları. Atatürk’ün yakın çalışma arkadaşlarının birçoğu da bu coğrafyadan. Ohrid’den Selanik’e uzanan bu “hürriyet coğrafyası”ndan. Örneğin, Ohridli Niyazi, Atatürk’ün çevirmenidir; çok dil bilen ve çok zeki biri.
Dil öğrenmek, bu coğrafya insanının tutkusu. Rehberimiz Ali Göktürkler de Türkçe, Makedonca, Sırpça, Rusça, İngilizce biliyor. Yurtseverliğin “felsefe”siyle yoğrulduğu belli.
Mustafa Kemal, “misak-ı milli” sınırlarını, Selanik - Beyaz Kule’de Rauf Orbay’la rakı içerken çizmiştir. Tarihi okumak, dediğimiz işte budur. Tarih sonradan okunmaz yalnızca; değerli olanı, Mustafa Kemal gibi okuyabilmektir.
Manastır’da ilk işimiz, elbette Askeri İdadi’yi gezmek oluyor. Üst kat iki bölüm. Bir bölümü Makedonya’nın tarih ve etnografya müzesi. Dolaştım, birkaç fotoğraf çektim. Hiç de yabancısı olmadığımız bir kültür. Giyim kuşamıyla, yaşam biçimiyle…
Üst katın II. Bölümü “Mustafa Kemal Atatürk Anı Odası”. Daha kapıdan girerken farklı bir duygu evrenine girdiğinizin ayrımına varıyorsunuz. Tok sesi yankılanıyor salonda, Rutkay Aziz’in, Atatürk’ü anlatıyor. Saygılı bir sessizlikte. Soldaki ilk kapının girişinde, bizi, Mustafa Kemal’in idadili (liseli) heykeli karşılıyor. Gezi grubumuzun saygı duruşuyla başlıyor bu bölümü ziyaretimiz.
ANI DEFTERİNİ İMZALIYORUM
Anı defterini imzalıyorum. Sırada bekleyenleri üzmemek için, ancak şunları yazabiliyorum: “Aziz Atam, Sorumluluğumuz büyük. Ülkemizin yüzünü güldürmek zorundayız. Anını yaşatacağız ‘barış’ ve ‘ulus’ ülküsüyle. 6 Ekim 2014 – Tahsin Şimşek”
Fotoğraflarda Atatürk’ün bütün yaşamından kesitler. Büyütülmüş nüfus cüzdanı. Birkaç fotoğraf çekiyorum, belleğime kazıdıklarımın ipucu olsun diye. Fotoğraflarda, çağdaşlaşmaya can atan kadınların yaşam dolu görüntüleri dikkati çekiyor. 2000’li yılların sıkmabaş Türkiye’siyle ne yaman çelişki.
İdadide son işimiz, çıkışta, kapı önünde bir kez daha toplu bir fotoğraf çektirmek oluyor.
Bu arada rehberimizden bir anısını dinliyoruz.
Üç dört yıl önce bir emniyet grubuna rehberlik yapmaktaymış. Gezi grubunda yer alan on dört polis, Atatürk’ün okuduğu bu askeri idadiye girmek ve burada saygı duruşunda bulunmak istememiş. Bu durum karşısında Mustafa Kemal sevdalısı rehberimiz, “ülkesinin tarihine ve önderine saygı duymayan”lara hizmet veremeyeceğini söyleyip çantası omzunda alıp grubu terk etmiş. Bir skandala, rezalete neden olacaklarını gören polisler, ne olur ne olmaz deyip geri adım atmak zorunda kalmışlar. Çaresiz emniyeti kapatıp(!) idadiyi gezmeye razı olmuşlar. Rehberimiz de öfkesini, onları beş dakika saygı duruşunda tutarak yatıştırmış. Evet, bu da Fetullah dünyasından malum bir kesit.
Sonra Şirok Sokak’tayız. Huzur veren bir yaya caddesi. Karşıda Babadağ. Ben de bir Babadağ eteğinde büyüdüm; Karacasu’nun karşısındaki Babadağ eteklerinde… Hoş bir duygu.
Atatürk’ün sevgilisi Eleni Karinte’nin evinin önünden geçiyorum. Bir Verona’da gördüğüm Jüliet’in evini anımsıyorum. Bir liseli yıllarımı, ne pır pır bir yürektir. Sevgilinin penceresi altından pır pır bir yürekle geçmek.
Şimdi de Eleni Karinte'nin mektubunu anımsayalım; yıllar sonra Atatürk'e yazdığı o aşk mektubunu:
“Çok seneler geçti, ben halen her gün senden haber bekliyorum. Herhangi bir zamanda mektubumu alırsan, beni hatırla. Kâğıttaki gözyaşlarımı görebileceksin. Yıllar ve olaylar geçiyor, seninle ilgili çok şeyler konuşuluyor. Mektubumu okurken, başka kadını seviyorsan, mektubumu yırt.
Manastırlı Eleni Karinte, bir gün tanıdığı ve aşık olduğu adama bütün ömrünü harcamıştır. Benim seni sevdiğim kadar, o kadını o kadar çok seviyorsan, kendisine hiçbir şey söyleme, senin kadar mutlu olmasını diliyorum. Fakat, balkondaki kızı hatırlıyorsan ve başkasını sevmiyorsan, seni beklediğimi ve ömrüm boyunca bekleyeceğimi bilmeni istiyorum.
Döneceğini, beni unutmayacağını biliyorum. Babam vefat etti. Beni senden ayırdığından tam bir yıl geçti, beni eve kapattı ve bir ay çıkmama izin vermedi. Ağladım, biliyorum ki tüm kilitleri ve hapisleri boşuna harcadı. Beni evlendirecekleri adamı sadece bir kez gördüm ve kendisi bana onu sevebileceğimi söyledi. Ben kendisine, 'Hayır, ben sadece ilk aşkımı seviyorum' dedim. Babam beni hiç bir zaman affetmedi ve ben de kendisini affetmedim. O zamanlardaki gibi artık genç ve güzel değilim. Ebediyen seni seven ve seni bekleyen, Eleni Karinte'n.”
Bu topraklarda aşk da yadsınmıyor; elbette “dün” de. Kaşla göz arasında kiliseyi cami, camiyi kiliseye dönüştürüvermek yok. Osmanlı’dan kalıt, hem İshak Paşa Camii hem Yeni Cami restore ediliyor. Ama şaşırtıcı şeyler de olmuyor değil bu pusulasını şaşırmış dünyada. Manastır’ın ortasında görmeyi umduğum çeşme, artık eski bir Osmanlı çeşmesi değil, şadırvan da değil.
Suların fışkırdığı metalik ve bir absürt bir yapı olup çıkıvermiş. Bu da transparan yapı sevdasının bir yan ürünü olmalı. Ama yakınlardaki tarihi saat kulesi gerçekten anı değerini koruyor.
“Balkanlar bizim tarihimiz. Manastır’ın küçük bir Orta Avrupa kasabasınınkini andıran ana caddesi, Manastır halkının bugün bile Fransızca ve piyanoya düşkünlüğü oradaki askeri idadide okuyan genç Mustafa Kemal’in kültür anlayışının nasıl şekillendiğini açıklıyor. (EDS)” İlber Ortaylı’nın bu değerlendirmesini gezi öncesi iyi ki okumuşum. İdadi, Şirok Sokak, Eleni’nin evi, insan davranışları; evet her şey bu saptamayı bir kez daha pekiştirmemi sağladı...
“Manastır”, duygu yoğunluğu yaşadığım bir kent. Her kentte yaşanmıyor böyle duygular. Bu gezide dört kent şiirle merhaba dedi bana: Manastır, Struga, Mostar, Belgrat. O halde bu noktada benim de size şiirle merhaba demem gerkiyor:
Yeni çıkıvermiştik
Askeri İdadi’ye uğrayıp
Adımlarım Hürriyet Kasidesi
Yakınlarda olmalı Resneli
Yoldaş gölgemdendi ilk ses
Gezmek yaşamaktır anca
Şirok Sokak’tayım şimdi
Karşıda Babadağ
Kolumda Mustafa Kemal
Eleni’nin kapısı örtük
Birlikte tutturduk
O eski türküyü
“Manatır’ın ortasında var bir çeşme”
Nerde o eski çeşme
Söyleyin hangi kız
Hangisinden seçme
Burası Manastır değil artık
Ne zamandır Bitola
Manas’ın ruhundan hele
Korkmanın işi midir yoksa
Bütün bunlar böyle
Ah Manas
Kırgız atınla doru
Çıkıversen şu yan köşeden
Mustafa Kemal de geri dönse
Kolunda ufuk coşkusu
O kızıl sakal
Barboros Hayrettin’le
Yine haber salsak
Manastırlı Hamdi’yle,
Telgrafın tellerine kuşlar konar mı
Acaba zaman üzre
Dolaşır bir mektup
Aşkı nicedir sırlı dillerde
'Hayır,
Ben sadece ilk aşkımı seviyorum'
- Bekleyen sen misin yoksa
Liselim, güzelim
Eleni’msin hâlâ
Ah hâlâ…
(20 Kasım 2014)
Direniş coğrafyasının batı ucundayız. Ohrid, Manastır ve Resne’de. Doğusu Yunanistan’ın kuzeyi; Florina’dan Selanik’e... Benim için bu gezinin en büyük eksiği, direniş coğrafyasının, gezi programımızda tümüyle yer almaması.
Şimdi yolculuk Resne’ye. Hürriyet kahramanı Resneli Niyazi’nin kentine. Yol boyu, her taraf elma ağacı. Otuz altı çeşit elma yetiştiriliyormuş. Çekirdeği görünen elmanın bile olduğu söyleniyor. Balkanlar deyince ilk akla gelmesi gereken “börek” olmalı kuşkusuz; yalnızca ağız biraz farklı “bürek”; tabelalarda “byrek” olarak karşınıza çıkıyor. On beş çeşidi var. Lahana böreği bile. Dillere destan olanı “Bosna Böreği” Resneli Niyazi, bu coğrafyanın destan kişilerinden, “Hürriyet Kahramanı”. II. Meşrutiyet’in ilanına yol açan ayaklanmanın lideri. Sanat beğenisi üst düzeyde bir toplum önderi. Fransa’dan mimar getirip bir saray yaptırıyor kendine. Sarayın karşı çaprazında eski evi; o da çağına göre görkemli bir konak. “İçinde üç gün üç gece” yatmadan, Arnavutluk’un Avlonya limanında, İstanbul’a gitmek üzereyken yaveri tarafından öldürülüyor. 17 Nisan 1913’te. Her ülkenin tarihinde Brütüs’ler vardır. Bu olay, “Ne şehittir ne gazi, pisi pisine gitti Niyazi” deyiminin kaynağıdır. “Sen de mi Brütüs”ün yeni bir türü. Yada “Besle kargayı, oysun gözünü” demenin…
Çok az kalıyoruz Resne’de. Göz açtırmayan bir yağmur. İster istemez Struga’ya doğru yola çıkıyoruz. Struga’nın “nehir yatağı” anlamına geldiğini anımsıyorum. Ohrid-Struga arası, nedense Marmaris, Datça dolaylarının Akdeniz’e bakan kıyılarını anımsatıyor bana. Yeşil ve mavi, birbirini kucaklıyor. Öteki bölgelere göre gelişmişlik, daha belirgin. Tito’nun yazları kaldığı otelin önünden geçiyoruz.
Otele girmeden, soluğu Drim Irmağı üzerindeki köprüde alıyoruz. Yanımda, dokuz gün önce ölen dostum, ağabeyim Metin Demirtaş’ın yolluğu. Şairin yolluğu, elbette şiir. 1978’de Struga Şiir Akşamları’na konuğu olduğu günlerde kaleme aldığı iki şiir: “Struga Şiir Akşamları’ndan İzlenimler” ve “Struga’da Yunan Ozanlarıyla”.
STRUGA ŞAİRLER KÖPRÜSÜNDE
Önce kısa bir konuşmaya yapıyorum. Söze, köprü başındaki tabelayı göstererek başlıyorum: Struga Poetry Evenings. Struga Şiir Akşamları’nın tarihçesine, Türkiye’den ilk katılan şairin 1965’te Özdemir İnce olduğuna, 1974’te Dağlarca’nın “Altın Çelenk”le onurlandırıldığına değiniyorum önce. Metin Demirtaş’ın Hasan İzzettin Dinamo ve Arif Damar’la birlikte konuk olduğunu anımsatıyorum. Metin Demirtaş’ın yaşamını, sanat anlayışını özetliyorum. Birlikte olduğumuz günlerden söz ediyorum. İzmir, Söke, Karacasu, Afrodisyas ve Antalya günlerimizden.
Sözü, “Şiirin Kanadında Mektuplar”a getiriyorum. Metin Demirtaş’la Ataol Behramoğlu’nun ortak yapıtına… Bu etkinlik ve coğrafya ilgili anıları, Behramoğlu’nun “Başka Gökler Altında “ adlı yapıtında bulabileceğimizi belirtiyorum.
Sözlerimi kanatlandırıp şu tümceyle bitiriyorum: “Burası, dünya şiir platformunun en önemli birkaç mekânından biridir; bu etkinliğe katılmak, her şairin ertelenemez düşüdür, benim de.”
Salt Metin Demirtaş’ı düşünüp hayal ederek, dahası elini omzumda hissederek “Struga Şiir Akşamları’ndan İzlenimler”i okuyorum:
Struga’nın ışıklı köprülerinin birinde
Dilimde Nâzım’ın hasret şiirleri
Alnımda mavi serinliği suların
Kırlangıçlar ve martılarla
Kederli bir tadı var köprülerden geçmenin.
Kaç gün oldu ki memleketten ayrılalı
Turnalar gibi nazlı ve derin
Hasret geçiyor şiirin ilk dizesinden
Andım seni yaş dolu gözlerle
Ey koca göçmen, ey sevgili nazım
Yaşayarak yangını şuncağız ayrılığın.
Dövülmüş acılı Afrika toprağını
Agustino Neto’ yu anımsatan
Karaderili bir ozan geçti az önce yanımdan.
El salladım durdu, baktı
Sevecen kıvırcık bir gülüşle
Gülerken kara yüzünde dişleri
Yanık anızlardan havalanan güvercin sürüleri.
Ohri sokaklarındayız
Vietnamlı ozan Şe Lan Vien’le.
Karanfil kokuları barikatlar kurmuş yolumuza
Her halka kurban olurum Vietnam halkına iki defa
Makedon halk türküleri söylenen güneşli bir meyhanede
Erik rakısı içiyoruz Filistinli bir şairle.
Acılı bir halkın oğlu olarak
Ne denli şen şakrat
Dillerimizi bilmiyoruz.
Ama konuşmadan da anlatabileceğimiz
Ne çok şey var aramızda
Ezilen halkların acıları, umutları, göz yaşları
Ve son sözleri kavgada düşüp ölenlerin
Ortak kederi ve sevincidir şiirlerimizin.
Ohri Gölü ürpermede, akşam oluyor.
Karşıda derin ve suskun Pindos Dağları
Ve tek tük yıldızlarıyla Arnavutluk ufukları
Ve yurdum uzakta
Öldürülmüş civan oğullarıyla
Kanlı bir mısra gibi
Uzakta….
Ohrid, Struga 1978
Şiiri okurken, bir yandan da arkadaşlarımın yaşadıkları duygu yoğunluğu izliyorum, nasıl hüzünlendiklerini gözlüyorum…
Her şeye karşın okuduğum şiirin, yüzlerde dinginlik ve erinç olarak yansımasına sevindim... Şiirin ve sözün gücüne, bir kez daha tanık oldum; vasiyete dönüşen bir görevi yerine getirmekten sonsuz bir huzur duydum. Şiirden umut kesilmeyeceğini bir kez daha gördüm.
Özenli her şair, topluluk önünde okuyacağı şiiri seçerken, grubun kültür dokusunu, duygu dünyasını dikkate alır. Karşımda eğitimciler vardı. Buraya, Manastır’ı gezerek gelmiştik. Resneli Niyazi ve Mustafa Kemal’den eklenen taze anılarla yeni zenginlikler kazanmıştık. Dahası, Metin Demirtaş’tan okuduğum şiir de toplumsal içerikliydi. “Bizim de dağlarımız vardır CHE’ dizesine göndermeler yapıp gençlik günlerimize yolculuklar yapmıştık. Öte yandan emperyalizmin Yugoslavya’yı un ufak edişi içimi acıtıyordu. O halde okuyacağım “kendi şiirim” de bu havayla, ortamla ötüşmeliydi. “Cumhuriyet Kuşağı”nı bu nedenle seçtim:
Bağlantı
Biz o evlerde büyüdük
Damına tuz atılan
Ak toprakla sıvalı
Kiliti hiç bilmeyen o kapılar
Arkası, sadece geceleri dayaklı
Biz ne savaşlar yaşadık
-Düşman, artık İzmir'den de öte
Yüreğimizi hiç eskitmedik
Gecelerce iplik büküp
Kara dimiden donlar
Ak astarlı işlikler diktik
Herkes kendine terziydi
-Cumhuriyet hepimize
Eskidi pantolonlarımız
Süvarilik geçirdik
Yamalıydı fistanımız
Nalçalı ayakkabılarla
Hem ne acılar ezdik
Bilmedik, hiç ezilmeyi
-Biz, bir Cumhuriyet'i bildik
Tabanlarımız yarılır
Ellerimiz çatlardı koşuşturmaktan
Her yarığa zift koyduk
Soğan dövdük ağrıyan yerimize
Karahayıt yakıları vurduk
Kızgın tuğlalara oturduk
Ağrıdıkça karnımız ah,
Ama düşman sofrasına
Hiç mi hiç oturmadık
-Çaremizdi Cumhuriyet
Hiç gök ekin çiğnemedik
Buğdayı şehirliye
Yumurtayı beylere sattık
O arpa ekmeğiyle yediğimiz
Sıcacık paparayla yattık
Horozu mu
Onu sadece damada keserdik
-Biz, biz hiç kesilmedik
Aşılanmayı bekleyen çöğürdük
Ocakta pelit közlerdik bazen
Hasırlara armutlar yardık
Katığımız pazar ekmeğiydi
Ağzımızda, ak tülbentten
Sorup sorup emdiğimiz
Kuru lokma, anamızın çiğnediği
Daha, daha dünkü bebeydik
-Cumhuriyet, hep gözümüzün bebeği
Bir şiir tohumunun, yüreğe düşmesiyle, filizlenip gövermesi arasında ne kadar zaman geçer? Bunu şairin kendisi de bilemez. Üstelik her şiir, sürekli bakım ister; budanıp, tazelenmek. En azından okur önüne çıkıncaya kadar. Çoğumuz bilir, Üsküp’ün çocuğu Yahya Kemal, “Açık Deniz”e son noktayı, on beş yılda koymuştur. Nice usta, kitaplarının ikinci, üçüncü baskılarında, şiirlerinde küçük değişiklikler yapmıştır. Metin Demirtaş’ın şiirlerinde de görürüz bunu. Örneğin, “Umutsuzluk Yasak”ta.
Evet, şiir, yetkinlik (mükemmellik) arayışıdır. O yetkinliğe ulaşılamadığı içindir ki, aynı konu binlerce kez söze dökülmüştür. Kays’tan Shakespeare’ye, Dante’den Yunus’a, Neruda’dan Nâzım’a…
“Struga Şairler Köprüsü”nde yaşananlar, aşağıdaki dizeleri yazdırdı bana. Zaman onu da değiştirir mi bilmem.
Struga “Şairler Köprüsü”ndeyiz
Yirmi - yirmi beş şiirsever
Meraklı üç beş Makedon
Yerli yerinde “Struga Poetry Evenings”
Hatırladın mı 1978’in Metin’ini
Altta akan gürül gürül Drim suyu
Ya sen Ohrid Gölü
Ne olur yolladığım selamı
Adriyatik’e boşaltma
Dinamo’yla Damar çoktan gittiler
Demirtaş’tım eyvallah
Beni de eritti zaman
Şunun şurasında dokuz gün evvel
Çok özlemiştim oraları
İbrahim Temo’yla Derviş Hima tanığımdır
Şiirli büstlerinden bakan
Ve Pindos’ta dolaşan bulut
İki adım ötesi “Arnavut ufukları”
Evet, ufuklardır düşlerimizin tanıkları
Alın Tahsin’le gönderdiğim yolluğu.
“Ezilen halkların acıları, umutları, gözyaşları
Ve son sözleri kavgada düşüp ölenlerin”
Ağabey kardeştik biz
Umutları gürbüz” Cumhuriyet Kuşağı”
“Hasırlara armutlar serdik” karnede
Ve “Hiç gök ekin çiğnemedik” tarlada
Ne çok severdik ahlat ağaçlarını
Onlar ki şairin ve yaşamın sabrı
Şimdi CHE’le bir başına dağ dağ
“Türkülerde Gezer Adları”
Ağabey kardeştik evet biz
Ülkemin
“Hazırol Kalbim” diyen iki oğlu
İttihat ve Terakki’yi bilen
Cumhuriyet’le büyüyen,
Zaman içinde “ittihat”ı unutup
Salt “terakki”siyle yetinen
Sabırsız ülkemin
Dostlar
“Kanlı bir mısra gibi” kalsın aklınızda
Şeytan alıp götürürse bir gün barışı:
Görün şu Yugoslavya’nın halini
Darağaçlarında haykırdıkları başka mıydı sanki
Boğazlıyan Kaymakamı Kemal’le
Bütün o karayağız Deniz’lerin…
(22. Kasım 2014)
Akşam yemeğine huzurlu indim. Manastır ve Resne nicedir gerçekleşmesini beklediğim gezi düşümdü. Metin Ağabey’in vasiyetini de kendisine yakışan bicide yerine getirmiştik.
Yemek’te Nazilli’den dostum Ali Kandemir’le karşılaşmak ve söyleşmek ayrı bir keyifti. Üstelik şarabın hasının bulunduğu bir mekândaydık. “İndim havuz başına / Bir kız çıktı karşıma”yla başlayıp “Zeytinyağlı yiyememem amam”la devam eden Türk müziği geçidi de başlayınca, keyifler iyice yerine geldi. Arkadaşlar, önce halaya durdular, sonra “Şinanay yavrum şinanay”la ne varsa döktürdüler.
Salonda Makedon’u da var Türk’ü de, Alman’ı da var Rus’u da… Cebimdeki öteki Metin Demirtaş yolluğu, “Struga’da Yunan Ozanlarıyla” ha bire ben burdayım diyordu. Çıkarıp sessizce okudum:
Yunan ozanları
Ayrı ve uzak bir masada
Yakın olmamız gerekirken
Neden böyle uzaktan uzağa?..
Martılar ki bizde yuva yapar
Yunan adalarında uçurur yavrularını
Ve halklarımız ki bir zamanlar
Aynı ağaçlardan derlediler zeytini
Aynı tarlalarda bağdaş kurup
Aynı seher yelinde soğuttular testilerini
Ve yan yana kurulan düğünlerde
Aynı sevda ve kederle
- İncitmeden bir tek papatyayı –
Diz vurdu yere
Sirto ve Zeybek
Harman yerlerinde
Keyifle savurup tınazları
Soğanı
Şehvetle kırıp dizlerinde
Aynı fukara sadelikle
Peynir ekmek yediler
Ve tütünü
O sarışın
Ağulu kızını
Çatalkara parmakların
Nazlı, ince hünerini
Tatlandırıp türküleriyle
Aynı eda ile of çektiler
Aynı kadeh tutuşla içildi
Mastika ve üzüm rakıları
Ve çekildi nöbetleşe
Ve çekiliyor hâlâ
Faşizmin acıları
Bundandır bilirim
Ne anlatır Yunan şarkıları
Ne söyler Maria Faranduri
Ve Ritsos’un şiirleri
Ohrid, 1978
İki ülke aşırı insanlar, dost da; yıllarca iç içe yaşamış, zeybeği birlikte oynamış, aynı sofraya oturmuş, hovardalığı birlikte çıkmış iki halkın insanı, hele ozanı birbirinden niye bir merhabayı esirger? Yıllarca Tito yönetiminde dünyaya parmak ısırtan bu coğrafyanın halkları da birbirlerine düşmediler mi? Bir ülkeden yedi sekiz ülke doğmadı mı?
Tito: “Ben öldükten sonra Yugoslavya parçalanabilir. Ama emperyalizm, Anadolu’da duvara çarpacaktır.” diyordu. İki Irak savaşına, Türk askerinin başına geçirilen çuvala, 36. paralelin kuzeyinde kurulan bütün tezgâhlara, otuz yılı aşkın süredir süren kanlı kavgaya karşın, Tito’nun haklı çıktığını görmek sevindirici.
Bu gezi, aynı zamanda ülkedeki ayaklanmadan haber alma telaşıyla geçti. Uzaklardayız, ama 6-7 Ekim’de yaşananlardan bir biçimde haberimiz var. Nasıl unutulacak bunca yaşanan?
Burada sosyalizmin büyük önderi F. Castro’nun 1994’te yaptığı şu uyarıyı anımsıyorum: “Türkiye’deki olayları yakından izliyorum. Umarım ve dilerim ki, sizin oradaki Kürt hareketi, Yankee’nin (ABD) petrol bekçisi olmaz.”
Tahsin Şimşek
Gerçekedebiyat.com