SÖZCÜKLER

Temmuz Ağustos 2014, N. 50

Bir edebiyat dergisi, daha ikinci sayfasında karikatürle başlıyor.  “Merhaba” yazısından sonra 4. sayfasında da Selçuk Demirel’in  “Facebook” adlı çizimi; ki oldukça politik çizimler. Anlaşılan okuru bölgenin ve ülkenin politik durumuna ısındırıyor.

Biz de bu "politik" iştahla okumaya başladık dergiyi!

Cevat Çapan’ın “Ballıdağ Eteklerinden” şiirini dönüp birkaç kez okudum ezberlemek ister gibi. Neydi çeken? Belki şiirimizde uzun süredir görmediğimiz ve susadığımız bir iç ses vardı. İmgelerin bir öykü içinde ürpertici tınısı vardı. Şiirin bir hikâyesi vardı; bütündü. Belki doğa, antik dönem düşünürlerinin söylemine dayanak olur gibiydi. Belki zaman içinde atla gezinti hoşuma gitmişti. Ama kesinlikle “Merhaba” yazısında açıklanmaya çalışıldığı gibi, “Cevat Çapan, geçmişindeki Giritli olma özelliğine, günümüze dek ulaşan kültürel halkalar ekleyerek bakıyor.” değildi. Dergilerde hele giriş yazılarında düzyazı için küçük bir açıklama uygun düşüyor ama şiiri böyle açıklamak, şiirin engin dünyasını sınırlamak da nedir? Bu, okudukça büyüyen bir şiir.

Ferit Edgü’nün “Yazarlar Çizerler” başlıklı denemesi –benim için “deneme”– eleştirel bir içerik taşıyan bir şiir tadında; ama ülkemizin bu sert ikliminde çok naif geldi bana.

“Düllo serbest kalsaydı

yazar kalmazdı.”!

 

“Derin bir yazarla

sığ bir yazar arasında

hiçbir benzerlik yoktur.

Biri gerçeği dile getirmek

için çıkmıştır yola;

yazdıklarının sahi olmasından öte

hiçbir şey istemez,

öbürü yalnızca ünü düşünür.

Ünü yani best seller olmayı.”

Cemil Kavukçu’nun “Yokada” anlatısı, yine mi kasaba, yine mi sondaj gemisi, yine mi “ada” yine mi “abi” dedirtmesine karşın okumadan geçemediğim yazılardan biri oldu. Sanırım içerikten çok, Türkçe’nin kullanıldığı o güzelim ritmin tadına varmak hoşuma gidiyor.

Anne tarafından Giritli olduğu anlaşılan Cevat Çapan’ın “Girit’den Bir Asma Çubuğuyla Gelenler” adlı yazısına rastlayınca Sözcükler’in giriş yazısında Çapan'ın şiiri değil de düzyazının kastedildiğini anladım. Yanılmışım; özür.

Emin Özdemir’in müthiş yazısı “Düşlemsel Oyunlar”a daldım. Emin Özdemir, bu ülkede, “yaşıyor, onun için biz de yaşayabiliriz” ya da “yazıyor, demek ki edebiyat daha bitmedi” dedirten kıvanç duyduğumuz bir büyük değerimiz.

Herkesin mutlaka okumasını istediğim yazısında, televizyonu “düşlemsel oyunlar”ın merkezine koyarak “Ülkenin yazgısını elinde bulunduran birisinin açık hava toplantısı”ndaki konuşmasından söz ediyor. Konuşmacının sesi (Recep Tayyip Erdoğan elbette!) “…giderek sertleşiyor, kibir, gurur, büyüklenme var tınısında. Sözcükler hırçınlaşıp yırtıcılaşıyor ağzında… Dinledikçe ürperiyorum. Neler söylemiyor ki… Ülkenin kurtuluş, kuruluş yıllarını yerin dibine batırıyor; nefret yüklü bir tonlamayla ‘zulüm yılları” diye nitelendiriyor… Bunca yıl sözcüklerin arasında yaşlandım, onların vicdanını kanatan, içlerini boşaltan böyle bir ağız görmedim. Yalanın bin rengine boyanmış sözlerle katran karası bir karanlık yayıyor beyinlere…” diyor, Emin Özdemir.

“Daha fazla izleyemiyorum. İçimdeki öfke kabardıkça kabarıyor; öfkem yeni bir düşlemsel oyun kurgulatıyor bana. Aradan birkaç yıl geçmiş, ‘iktidar’ değişmiştir. Konuşmacı, ülkenin yazgısına egemen olduğu yıllardaki eylemlerinden ’Yüce Yargıçlar Kurulu”nda yargılanıyor…”

İnanamadım; içimde serin bir dere çağıldadı; yeniden okudum. “Düş”ü bile güzel bir olay. Etme bulma dünyası; neden olmasın? Cennet de cehennem de buradadır! Robespierre de en iyi yoldaşı Danton’u Concorde meydanında giyotine gönderdiği 5 Nisan 1794’de kendisinin 4 aylık ömrü kaldığını ve  28 Temmuz 1794’de aynı giyotinde başının kesileceğini bilmiyordu! Çağımızda siyasal oyunlar Roma döneminden beri aynı hız ve şiddette sürüyor bence. Cephede değişen bir şey yok!

Yargılamayı bir buçuk sayfa kadar devam ettiriyor Emin Özdemir. Ne büyük zevk! Bitmesin istiyorum yargılama! Necati Tosuner'in özlemiyle: "Yargılanmasını görmek istiyorum!"

Drago Jançar’ın “En İyi Avrupa Öyküleri” başlıklı yazısı “Avrupa edebiyatı” gibi bir olgunun olup olamayacağı üzerine kendisine sorulan soruları yanıtlamak amacıyla ve aynı başlıklı bir antolojinin yönetmenliğini yaparken yazdığı “önsöz”. Bu günlerde özellikle yazar ve şairlerimiz olmak üzere herkesin okumasını istediğim bir çeviri bu. Yalnız Sözcükler’e değil konunun temel sorunsalını kavrayarak çevirmiş Sina Baydır’a teşekkür etmek gerekiyor. 

Jançar, Alman edebiyatının “derinliğini”, İngiliz edebiyatının “esprisini”, Fransız edebiyatının “sanat gücünü”, Rus edebiyatının “duygusallığını” illa birleştirmek mi gerekir, diye soruyor. (Buna Polonya, İrlanda, Sırp, Estonya, Katalan edebiyatını vs. ekliyor ama Türk edebiyatı aklına bile gelmiyor; "Batı"nın bizi nereye koyduğunun açık göstergesi; kendimizi kandırmayalım.)

Soruyor ve Avrupa’da edebiyatın yaşadığı sorunlara dalıyor. “… Okur tarafından çaba gerektiren yerel veya yabancı edebiyat (çeviri veya değil) herhangi bir dil kullanımı deneyimine eşlik eden ‘tematik’ yapıtlar sadece küçük bir azınlığın tercih edeceği lüks oldu… Edebiyatları milletin iç derinliğinden kaynaklandığından, otantik bir ‘genius loci’ ifadesi olduğuna emin olan yazarlar, çevrelerindeki ucuz edebiyata tiksintiyle bakmaktadırlar…. ‘Büyük’ ve ‘derin’ edebiyatla alay etme yöntemi geliştiren yazarların çoğunun üzüntü duyduğu husus… bir yandan ‘piyasa’ya sayısız sabun köpüğü öykülerin çıkarılıyor alması, öte yandan sayısız dedektif hikâyelerinin yedi ölümcül günahı derinlerden bulup çıkarıyor ve ayrıca sayısız cinayet, siyaset ve tarih konularını işliyor olması, arada bir, taze yüzlü özgün kahramanları yaratabilen birkaç yetenekli yazarın çıkması…” gibi eleştirel bir dille, cesurca,

Avrupa eksenli bir sorunu ele alsa –ve yazarın bir çok yargısına katılmasam– da, günümüz Türkiyesinde öykü yazınımızda yaşamsal bir sorun olarak duran sorunlara da değinmiş olmasıyla önemli bir yazı.

Perihan Önder-Ridder’in, Ahmed Arif’le mektuplaşmaları iyi bir belge çalışması; Ahmed Arif’i yakından tanımak için de güzel bir çalışma.

Turgut Çeviker, “Gezi Parkı Direnişinin Bir Kuyruklu Yıldız Olarak Portresi” yazısında çok iyi değerlendirmeler yapıyor: “…Yüzeysel olarak bakıldığında beklenmedik olarak tanımlanabilen direnişin arkasında uzun yıllara dayanan baskı, şiddet, yoksunluk, acı, ağıt ve bütün bunlarla mücadele deneyimi yatıyordu… Hareketin kalbi birlik, sevgi ve mizahtı…” Son iki vurgu, “mücadele deneyimi” ve “sevgi ve mizahtı” vurgusu beni çok etkiledi. 4.5 milyar yaşındaki Dünya’da Homo sapiens insanı 160 000 yaşında; “Uygar” dediğimiz dönemimiz şurada 6-8 bin, bilemedin 10 bin yıllık. Gerçekten de gençlerimiz Dağlarca’nın deyimiyle yalnızca  “çağlar öte” değil, Cumhuriyetimizin ilk yıllarından da öte, “Hareket Ordusu” gibi müthişti!

Dergide Yüksel Pazarkaya, “Şiirimizin Dehası Orhan Veli 100 Yaşında” yazısı bu büyük şairimiz hakkında çok yeni bilgi ve düşünceleri dile getiriyor. Orhan Veli’nin Almanca’ya çevriliş serüveni ve Alman şairleri üzerindeki müthiş etkisini kaçımız biliyoruz? İnanamadım; bazı yerleri dönüp yeniden okudum.

Hakan Savaş’ın “Utanma Eşiği 1” başlıklı Nuri Bilge Ceylan sinemasını irdeleyen yazısını Kış Uykusu’yla ilgili değişik düşünceler bulurum umuduyla okudum ama ikinci yazıda bu filmden söz edecekmiş; Ceylan sinemasının tarihiyle ilgili bir yazıydı bu.

Burcu Yılmaz’ın ”Güm.” adlı öyküsü için tek bir sözcük bile yazmayayım en iyisi. Adnan Metin’in “İkircikli Gazel”’inin yalnızca başlığı güzel; çünkü şiire çok uyuyor. Şiir Akif Kurtuluş’un ilk dönem şiirlerinin etkisinde; “alınları” niçin “konuş”ayım ben Adnan Metin! Ozan Çınar’ın “Evde Kimse Yok” öyküsü, bunca gıy gıy da mıy mıy öykü konularının arasında şiddetinin dozuyla etkileyiciydi. Anıl Erdoğan’ın “baba-kız” ilişkisini irdelemesi; iyi bir öyküydü açıkçası. Gizem Aras’ın “Nisa” adlı öyküsü de baba kız evlat problemleri, ilişkileri içinde gezinen bir öyküydü ama aklında ne kaldı derseniz, şu an bir şey anımsamıyorum; öyküyü dün okuduğum halde.

Kadire Bozkurt,  Özgür Puya… dergideki bazı diğer öykü yazarlarından. (Derginin “İçindekiler” bölümüne bakınca gördüm; “anlatı” diye adlandırdığım yazının yazarı Cemil Kavukçu’nun adı “Öykü” bölümünde!) Mehmet Kavuk’un “Misket”, adlı öyküsü “Berkin Elvan’a. Bilemeyecek olsa da” diye adanmış. “Bilemeyecek olsa da”ya ne gerek var dedim birden. Çok kısa eylem tümceleriyle yazılmış ilginç bir öykü. Yakınlarda okuduğum “Türkçe, aslında kısa tümcelere yatkın bir dildir” değerlendirmesi düştü aklıma hemen.

Hasan Varol “Erik çiçeği” ve “Gün”, Alper Beşe “Serez”, Hakan Tabakan, “Mağaramın Duvarı” şiiriyle yer almışlar Sözcükler’de.  Furkan Yiğit Tornacı’nın şiiri “Divine Humanum”’da da Girit izleği var. (Turgay Fişekçi’nin Girit milliyetçisi olduğuna hükmedeceğim artık!) Umut Ünalan’a bir not: Artık şiirde “düş” sözcüğünü görmek bayıyor beni. Yalnız değilim bu yargımda, inanın. Bakın “sözcük” diyorum, “imge” demiyorum. Tükenmiş, eskimiş, çaput olmuş imgeler değil, yeni’dir şiirden beklenen; yeni, yeni, yeni… lütfen; çöküyoruz! 

Ferruh Tunç’un şiirlerini özlemiştim. Dize almak âdetim değildir; şiir bir bütündür ve şiire hakarettir ama “susayan” adlı şiirden alacağım son dize için herkes beni bağışlasın: “ Sevindir hançerinle, şu bozkırda susayan kavunu.”

küçük İskender’in “bizimçocuklar” adlı şiiri her zaman devrimci olduğuna inandığım Türk gençliğinin son bir yıl içinde ölümsüzlüğe göçen kahramanlarına yazılmış bir çağdaş “kaside”- diyelim-; beyitle ve “övgü”olarak yazılmış.

Yazımın başında, Sözcükler’deki karikatürlerin “politik”liğinden söz etmiş ve dergiyi “politik iştahla” okumaya başladığımı yazmıştım. Derginin sonuna geldim; ülkemizin için, sınırlarımız, güneyimiz, kuzeyimiz, içimiz yangın yeri; ama bu ateş, yazar ve şairlerimizi anlaşılan karikatürcü dostlarımız kadar ilgilendirmiyor; isteğim kursağımda kaldı! Doğan Hızlan'ın direksiyonundaki "1980" sonrası edebiyat katliamında "our boys!" başarılı olmuş!

 

KİTAP-LIK, (Temmuz- Ağustos 2014. N. 174)

Dergi, “Editörden”de, “Yitirdiğimiz yazar ve şairlerin kitaplarını, belgelerini, eşyalarını”  niçin koruyamadığımızı irdelerken, “Nihayetinde devlet buyrukçu yaklaşımlardan kurtulmalı, sivil kurumlar da salt hükümetlerden medet ummadan ayakta kalmanın yollarını aramalı.” önerisinde bulunuyor. Bir ulus olabilmenin en önemli kıstaslarından olan büyük bir sorun bu. Bir ülkenin ulus olduğu, müzelerinin sayısıyla doğru orantılıdır da diyebiliriz.

Ekrem Işın’ın "Ruzname (Ocak-Şubat 2004)” başlığıyla yazdığı günlüğü okuduğumda heyecanlandım, şaşırdım: “Yaşadıkça kayboluyoruz bu sınırları yağmalanmış haritada. Kırk kilit vurduk hayatımıza ama yine de ahlak simsarları, biz daha yola koyulmadan boşaltıyorlar heybelerimizi. (…)  Bir zamanlar haysiyetli bir toplumduk. En azından kendimize ait yerli malı bir geçmişi paylaşabilme sağduyusuna sahiptik…”

Epey şiirsel imgeler, temiz bir Türkçe’yle dile getirilmiş özgün düşüncelere yol alıyoruz…  

“Hayatımızın damarlarında entelektüel bir virüs dolaşmakta. En mahrem hücrelerimize pervasızca giriyor, suçüstü yakaladığı hayallerimizi yargılıyor ve sonunda kişiliğimizi şüpheli bir insan kimliğiyle yüz yüze bırakıyor. Kültür dünyamızı esir almış bu hormonlu virüsün ruh işkencesinden bizi kurtarabilecek sabır aşısına şiddetle ihtiyacımız var… Tanzimat’la oturduğumuz uygarlık sofrasından bugün toplum olarak aç kalktığımızı itiraf edelim… Küçük ayrıntıları değil, iri harflerle yazılmış gerçekleri kavrayabilmenin insana özgü bir meziyet sayıldığı günleri yaşıyoruz… Akıl ve mantığı külfet sayan şark liberalizminin önerdiği hayat tarzı, ülkeyi yıkımdan önceki büyük sarsıntının eşiğine son on yılda getirdi… Tarihin ne içinde ne de dışında yer almadan yalnızca tek muhatap olarak sahneye çıkabilme hakkını meşrulaştırmış bu yeni anlayışın tohumlarını, 1980’de yıkılan idealler çağının enkazı altında aramalıyız. Çöküşe doğru giden yolda kaderiyle baş başa bırakılan tecrübe sahipleri, yalnızca olup biteni uzaktan izleyebildiler…”

Sarsıcı, zehir gibi saptamalar!

“…Ülke kaderiyle kumar masasına oturan sarıklı liberaller, ruhu ezik çarıklı demokratlar, bir gece telefonuyla gündem belirleyen medya tiranları, karanlık zamanlara hükmeden patronlar, profesör kadrolu çapsız ulema ve uygarlık hovardası entelektüellerin bu eğlencesini anlayabilmek için, kimlik travmasına uğramış ikbal avcılarını birbirine kenetleyen toplumsal aczi tanımak gerek…”

Yazıya başlarken “heyecanlandım” diye yazmamın nedeni bu yazıyı 2014 Temmuz Ağustosunda yazılmış sanmam. Uzak ve yakın gözlüğün azizliğine uğramanın deneyimiyle tarihe bir daha baktım: “2004”! Evet, 2004 yılında yazılmış bu tümceler. “Son on yıl”da yaşadığımız tahribatın eleştirisi olarak 2014 yılıyla ne kadar rahat okunabilir değil mi?

“Ruzname” başlığına da takıldım. TDK sözlüğüne baktım: “Günlük olayların yazıldığı defter… Olayların zaman sırasına göre yazıldığı defter…”miş anlamı. Sözcük, Farsça asıllı Osmanlıca bir sözcük.

Ekrem Işın bey, bütün anlamları mükemmel biçimde karşılayan “Günlük” yazsaydınız ne eksik kalırdı, merak ettim? Kitap-lık okurları Fars mı? Osmanlı mı? Türk mü? (Onca uğraşıma karşın buraya o iki şapkayı koymak için yarım saat uğraştım üstelik ve başaramadım!)

Dergide Tunç Tayanç, “Orhan Kemal: Sorular, Yanıtları ve Bir Açıklama” yazısı gerçekten müthiş bir çalışma.

Tıpkı Sözcükler’de Orhan Veli’nin tarihin sayfalarında kalmış (1965’ler) bilinmeyenlerini, Yüksel Pazarkaya’nın belgelemesi gibi önemli bir belge/yazıvar.

Bu yıl 100. Yaşını kutladığımız Orhan Kemal’in, “16.8.1953 tarihli Sanat Yaprağı’ndaki ‘Bizde yazar ne yer ne içer?’ anketine verdiğim cevapta şu yanlışlar var…”diye başlayan özyaşamıyla ilgili kendi ağzından altın kıymetinde bir düzeltme mektubu. Orhan Kemal, kendi yazısıyla özyaşamının bugün bile bilmediğimiz bazı noktalarını açıklıyor. Mektubunun sonunu da buraya alayım:

“Yazarlık cehille ve tesadüfle olmaz. Aydınlanmak için de okula mutlaka ihtiyaç yoktur.”

Taş gibi laf; ne diyelim.

Hiçbir öyküsünü okumadığım, adını ilk kez duyduğum –onun suçu yok elbet!– Doğan Yarıcı adlı yazarla yapılan konuşmadan bir tümce başlık olarak alınmış: “Yazarken, okur hiç de umurumda değil açıkçası”!

Yalanın manşete çekildiğini ilk kez görüyorum; Doğan kardeşimiz eğer yazılarını bir yayınevinde bastırmayıp ödüllere filan da katılmasaydı, buna inanırdım elbet. Yayınevleri,sayın yazarın kapısını zorla çalıp, “Ölümü öp yazdıklarını kendine saklama, okur diye bir kesim var, öykülerinizi onlarla biz buluşturmak istiyoruz!” diye zorladıklarını da sanırım iddia edemez!

Yiğit Bener’in “Bir Ömrün Kıyılarındaki Sözlük” adlı denemesi sözcük avcıları ve sözcüklerle yaşayanlar için şiirsel bir metin gibi. Yiğit Bener’in denemelerini seviyorum. Ama roman ve öyküleri için aynı kanıda değilim; bu iş babadan oğula geçen bir meslek değil ne yazık ki. Yetenek gerektiriyor. Keşke o alana (öykü-roman) hiç bulaşmasaydı.

Selçuk Orhan-Mehmet Erte’nin “Pot” adlı edebiyatımız ve tarihimiz üzerine konuşmalarının oluşturduğu metin epey ilginç saptamalar içeriyor. Ancak sonunda “Sanat bir kurtuluş reçetesi vermez…” diyor ki, niçin vermesin diyorum ben de! Koca koca romanları bunun için yazdı Tolstoy, Balzac, Hugo! Yanlış ya da doğru, başardılar ya da başarmadılar, o dev yapıtlara bir amaç için ter döktüler. Selçuk Orhan’ın savı ise şöyle: “Ama sanat bir kurtulmak imkânıdır.” (Olanağıdır demek istemiş sanırım.) Bu da epey sivri bir değerlendirme. Kimden kurtulma? Sanat-çılar kurtulmak mı ister? Kurtulmak isterse neden, kimden kurtulmak ister? Kime neden kurtulma "imkânı" sağlar." "İmkân" sağlıyorsa Filan da falan… Böyle ortadan lafların artık yutulacak yanı kalmadı.

Aras Keser ve Şenay Eroğlu Aksoy'da satır başı (paragraf) sorunu var yanılmıyorsam. Aras Keser, “Gerard Depardieu'yü sever misin?' 'Kim sevmez?'” diye yazacak yerde son tümceyi şöyle satır başı yapsaydı, daha uygun olmaz mıydı:

“Gerard Depardieu'yü sever misin?'

'Kim sevmez?'”

Sayın Aksoy da, “Çukur” adlı öyküsünün sonunda bulunan, “Yadigar’ diye seslendi, ‘Yadigar orda mısın?’ Ordaydım.” yerine, son sözcükte şöyle satır başı yapmayı deneyebilirdi:

“'Yadigar' diye seslendi, 'Yadigar orda mısın?’

Ordaydım.”

Baki Asiltürk'ün Gülten Akın üzerine yazdığı, “Gülten Akın Şiiri: İnsanı Tüm Gösteren Ayna” adlı yazısı önemli bir inceleme. Ne var ki bendeniz şu “toplumcu” nitelemesine bir türlü alışamadım; hiç de kullanmadım. Şairin yazarın sosyalist dünya görüşüne sahip olması onun sanatını tek başına “toplumcu” yapmaz? Hem “toplumcu” ne demek? Benim için Vedat Türkali, Orhan Kemal, Nazım Hikmet, Aziz Nesin birer sosyalist dünya görüşüne sahip saygın, ölümsüz yazar ve şairlerdir. Yapıtlarını incelerken de bu görüşlerinden bağımsız incelemem elbette. Neyse...  Bu sorunu bir yazıda “enikonu” irdelemeyi düşünüyorum. Taylan Kara’nın Aydınlık gazetesindeki yazısı sorunu neredeyse eksiksiz değerlendirmiş zaten. 

Demir Özlü'nün Ankara Adakale Sokağı üzerinden Ahmet Oktay için yazdığı “Adakale Sokağı'nın Çocukları” adlı yazısını tadını çıkara çıkara okumak için sonraya bıraktım.

Uğur Kökden, Serdar Rifat Kırkoğlu, Ozan Çınar, Adnan Özyalçıner, Dilek Çağlayan, Şükran Yücel, Efe Murad, Arif Erguvan gibi bazı yazar ve şairler derginin bu sayısının konukları.

 

VARLIK (Temmuz 2014, N. 1282)

Derginin başyazısı, derginin “sahibi” Osman Çetin Deniztekin tarafından yazılmış. Epeydir Varlık almıyordum; acaba bu ilk yazısı mı Deniztekin’in? Genel yayın yönetmeni ne yapıyor?

Yazısında, “8000 yıllık İstanbul'un...” kültürel dizgesinde Adalar'ın son 60 yıllık değişimini gösteriyor, Deniztekin: “Yarım yüz yıl önce Büyükada'da konuşulan ikinci dil Rumca iken son 5-10 yılda Kürtçe olması; zeytinyağlı mezeleri ve levrek buğulaması ile ünlü balık lokantası Façyo'nun yerini ezogelin çorbası ve döneriyle bir Antep kebapçısının alması... Derken, Rum nüfusun erimesi, yerine Yahudi cemaatinin daha varlıklı kesiminin ve 'Beyaz' Türklerin gelmesi; 80'lerdeki inşaat furyası ile doğulu (siyah) Türkler'in önce geçici sonra kalıcı olarak Büyükada'da yerleşmesi. Şu anda Ada'nın baskın topluluğu Vanlılar: Faytoncular, bisiklet kiralayanlar, inşaat işçileri arasında anadil Kürtçe.”

Kapak konusu “Bir Cumhuriyet Aydını: Sabahattin Eyüboğlu” olan dergide başyazının bu konuya ayrılmış olmasının bir nedeni olması gerek. Belki de ülkemizde yaratılmak istenen kimlik eksenli çatışmaya bir gönderme yapmak istiyor Deniztekin. Bence çok etkileyici bir örnek: Hele “Siyah Türk” deyimini ilk kez duyuyorum; pek hoş. Kürtlerin Afganistan'ın güneyinden (Bugünkü pencap eyaletinden) Abbasiler'le bölgeye gelişlerinden bu yana Türklerle kaderleri hep "bir" oldu çünkü; incelenmeye değer bir konudur.

Derginin diğer sayfasını açmaya yekindiğimde 66. sayfada Türkçeyi güzel kullanan, bu yönüyle Türkçe'ye katkı sunan eleştirmenlerimizden Sabit Kemal Bayıldıran'ın “Okurken” köşesi önüme çıktı. Dönmüş dolaşmış yine Atatürk'e bir yerden dokundurmak istemiş Bayıldıran. Öyle bir kin ki bu, gerçekten anlam veremiyorum. “Kin” diyorum çünkü aşağıda vurgulayacağım gerçekleri, ancak gözlerini kin bürümüş olanlar bu denli ters yüz edebilir.

Sabit Kemal Bayıldıran, yazısının bir yerinde, “Etnik kimliğim nedeniyle Altı Ok’un ‘milliyetçilik’ okuyla kalben vurulmuş arkadaşlar, yazılarımı önyargıyla okuyorlar…” dese de yazacaklarım “önyargılı” mı değil mi gerçekedebiyat.com okurları karar verecek. (Sahi hiç merak etmemiştim; sormayı da hep utanır, çağ dışı bulurum; benim için vatandaş kavramı daha önemli oldu hep; madem ısrar ediyor, sorayım: Bayıldıran’ın etnik kimliği ne acaba?)

Bayıldıran, “Nâzım’ın, Kemal Tahir’e yazdığı mektuplar…”ın “sayfalarını çevirirken”, “Nâzım’ın Kemal Tahir’e şöyle bir öğüt verdiğini” fark etmiş: “Osmanlı tarihini, sosyal inkişaf yolunu iyice anlamadan bugünü ve hatta yarınımızı anlamak mümkün değil...”

(Bu “Naazım” diye başlanan fazla samimi tavra hiçbir zaman ısınamadım; sol politikacıların da sevdiği tavırdır; ben hep Nâzım Hikmet, dedim. Bayıldıran'ın söz ettiği kitap da, sanırım Kemal Tahir’e Mapusaneden Mektuplar”.)

Bayıldıran, “Nâzım”ın bu sözünü kendine kapak yapıp, Nazım Hikmet'in hiç aklına gelmeyen yönde yorumluyor: “Toplumumuz evrimle, değişme aşamalarını öğrenmeden…” diye başlayıp toplumları kişiler değil toplumsal gerçeğin yasalarının değiştirdiği Marksist bakışın bir yanını vurgulamak istiyor.

Ve hemen konuya atlıyor: “Bizde yazılan tarih ‘kişilere’ endeksli! Dünyaya liderler açısından bakıyoruz. Neden? Çünkü bize ‘İstanbul’u Fatih Sultan Mehmet fethetti’ diye öğretiyorlar da ondan. Biz de koca bir şehri ‘bir kişi’nin fethettiğine inanıyoruz…”

Bayıldıran soruyor: “Surları yıkan topları Fatih Sultan Mehmet mi döktü?”,  “Kılıçları yapan usta Fatih miydi?”

Ne iştir bu yahu derken, Bayıldıran’ın, “Peki, ‘Cumhuriyeti Atatürk kurdu’ yargısını uyarlayalım: Cumhuriyeti kim kurdu? Önergenin altında kimlerin imzası vardı? (…) Cumhuriyet gerçekten Aydınlanma Çağı’na giriş mi?” diye sormasıyla gerçek “hâsıl” oluyor!

Elbette topları bizzat dökmedi. Fatih, topları dökenleri, güllecileri, on binlerce insanı bu iş için ÖRGÜTLEDİ! Bütün dünya, “İstanbul’u Fatih Sultan Mehmet fethetti”, "Cumhuriyeti Mustafa Kemal Atatürk kurdu” derken, –Bayıldıran’dan başka– ilkokul öğrencileri dahil, herkes bu anlamda anlıyor!

Bayıldıran, Fatih - Mustafa Kemal bağlamında “her şeyi lidere bağlayanlar”ı “yağcılık, yalakalık, yandaşlık...” vs. ağır sözlerle eleştirirken sanırım aynı kalıbı Spartaküs’e ya da Lenin’e de rahatlıkla uyarlayabilir!

Madem öyle biz uyarlayalım! Ekim Devriminde önderliğin -Lenin’in- rolünü en iyi irdeleyen Troçki şunları yazmıştı: “Aklıevvellerimiz Lenin 1917’nin başında yurtdışında ölmüş olsaydı da Ekim Devriminin ‘aynen’ gerçekleşeceğini söyleyebilirler. Ama bu doğru değildir. Lenin tarihsel sürecin yaşayan unsurlarından birini temsil ediyordu. (…) Savaşın kritik anlarında başkomutanlığın rolü ne denli belirleyiciyse toplumların tarihi dönüm noktalarının kritik anlarında siyasal önderlik de o denli belirleyici bir etken haline gelebilir. Tarih otomatik bir süreç değildir. Yoksa önderlere, partilere, programlara ve teorik mücadelelere ne gerek kalırdı?” ("Sınıf, Parti ve Önderlik", Sınıf Bilinci dergisi, sayı 3, s. 89)

Marksistlerin tarihe ve eyleme bakışı, iradeciliği ve fatalizmi (kadercilik) dışlayan diyalektik bir bakıştır. Marx, bazen 20 yıl geçse de sanki hiçbir şey olmamış da sadece birkaç gün geçmiş hissi veren dönemler olduğu gibi, bazen bir günde yaşanan değişimlerin adeta 20 yıl geçmiş hissi verdiğinden söz eder. Bu şekilde tarih, akışı içinde zaman zaman toplumları hassas kavşak noktalarına getirir ki böylesi dönemler, olağan dönemlere göre “iradi” müdahalelerin etki gücünü artırır. Böyle zamanlarda tek tek insanların oynayacağı rol belirleyici hale gelir.

Tarih baba, nesnel koşulları doğru saptayarak tüm güçleri aynı hedefe yönlendirecek işi yapacak insanlara gereksinim duyar.

Alex Callinicos’un konuyla ilgili kitabında yaztığı basit formülle söylersek:  “A’nın x’i yapmaya gücü vardır ve bunu yapmaktan çekinmemiştir.”!  (Tarih Yapmak: Toplum Kuramında Etkinlik Yapı ve Değişim, Doruk Yayınları, 2009)

Her şeyi ekonomiye havale eden, tarihin akışını yalnızca izleyen Marksistler de vardır, Bayıldıran gibi tarihi amuda kaldıranlar da! Ama devrimci eylemle, tarihi ve toplumu ileriye doğru değiştirmeye and içip yıllarca sabırla örgütlenip uygun anı kollayan, ölümü göze almış devrimciler de –iyi ki– var! 

Bayıldıran bütün bunları bilmez mi? Mustafa Kemal'i bir padişahla, Tayyip Erdoğan'la, sırf "lider"dirler diye aynı kapta değerlendirilemeyeceğini de en az benim kadar bilen birisidir; ancak amaç bağcı dövmek olunca iş karışıyor; o “kin” hele –etnik– milliyetçi bir kinse gerçekten üzüyor.

Varlık ilk sayfalarında, Sabahattin Eyüboğlu'yla ilgili 2012'de, Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi'nde düzenlenmiş Sabahattin Eyüboğlu Sempozyumuna sunulmuş bildirilerden dördü yayınlanmış. Mehmet Atay'ın “Cumhuriyet Aydınlanmasında Sabahattin Eyüboğlu” başlıklı yazısında Eyüboğlu'nun çevirdiği Montaigne'nin Denemeler'inde, “Türklerin Padişahı İkinci Mehmet Papa'ya şunları yazmış" bölümüne dikkat çekiyor: ‘...Biz de İtalyanlar gibi Troyalılar'ın soyundanız...’!  Bayıldıran'ın yazısıyla karşılaştırınca "ilginç" bir durum.

Dahası sayın Atay, Sabahatin Eyüboğlu'nun Dumlupınar Savaşı meydanını gezerken, o savaşta bulunmuş emekli bir albayın Mustafa Kemal'in ağzından duyduğu “Dumlupınar'da Yunanlılardan Troyalılar'ın öcünü aldık” bilgisini öğrendiğini de yazıyor.

Bence “Fatih” de “Mustafa Kemal” de, Bayıldıran'ın onlarla eşit gördüğü “câmeşuycu”lardan (padişahın çamaşır giydiricisi!) biraz farklı insanlar; hadi kabul edelim!

Bayıldıran'ın yazısında eleştirilecek hem mantıksal hem kavramsal başka yanlışlar da var; diğer dergilere haksızlık etmek istemiyorum; geçiyorum. Ama iki nokta daha var: Emel Koşar'ın Tuğrul Tanyol şiiriyle ilgili hazırladığı Şiirin Soğuk Sarayında kitabını eleştirirken, “Emel Koşar'ın ilginç bir tespiti de Tanyol'un 'başka türde ürün verme'yişine değinmesidir. (...)”  diye yazmış. Elilli yaşlarında şair Tuğrul Tanyol'un roman, öykü yazmamasının ayırımına varmak, niçin “ilginç tespit” olsun. Sanırım Tanyol'un başka türde yazmamasını "ilginç" buluyor.

İkincisi, Bayıldıran, bir kitaptan yola çıkarak Almanca'daki Arapça sözcüklerin çokluğunu/varlığını ballandırırken, “ulusçularımızın” diye niteleyerek "Türk Dil Devrimi"nin kurum aracılığıyla Arapça'ya (Farsça'ya değinmemiş nedense?) açtığı savaşla da alay etmeye çalışmış. (Türkçe yazıp Türkçe konuşan bir eleştirmen olarak Bayıldıran'daki bu Arapça sevdası da “ilginç” mi ilginç doğrusu.)

Varlık'da Baki Asiltürk'ün “Sabahatin Eyüboğlu'nun Şiir Düşüncesi”, Emel Koşar'ın “Sabahattin ve Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun Eserlerinde Türkülerin Sesi”, Rahmi Eyüboğlu'nun “Aile İçindeki Sabahattin Eyüboğlu” başlıklı dikkat çeken çalışmalar var. Mehmet Rifat'ın “Sabri Esat'dan Yaşar Nabi'ye Dost Mektupları” yukarıda diğer dergilerde söz ettiğim gibi belgelik değerde. Şeref Bilsel'in “Erdoğan Alkan'ın Ardından: Kır İle kent Arasında Bir Ozan” başlıklı çalışması da etkileyici. Ancak Bilsel, yazının adında  “Kır İle kent Arasında Bir Ozan” demeseydi daha iyi olurdu. Baudelaire, Verlaine, Aragon çevirmiş bir ozan için yanlış gibi geldi bana; üstelik bunu kanıtlamak için ileri sürdüğü düşünceler de yetersiz zaten.

Varlık'da “Bay S. Qûnek'in Arka Bahçesi” adlı öyküyü okumaya çalıştım. Çalıştım, diyorum çünkü bara gelip oturan adam kimdir, ne yapmak ister, öykü bitince de anlamadım. Üstelik kahramanın adı da Kafka'dan klasik etki; “Bay S.”.  (“Civan” yerine “ciwan” yazılmış bir yerde, Varlık'ın düzeltmenleri atlamış galiba. Türkçe değil mi yoksa bu öykü.) Baktım, bu yıl "Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülü Birinciliği" almış Nurullah Kuzu adlı bir genç. Dicle Üniversitesi'nde okumuş. Bir konuşma da yapılmış kendisiyle. Konuşmasının başında şöyle söylüyor: “On sekiz yıl o köyde kaldım. Başka hiçbir yerde değil. Mamo'nun köyü. On beş haneli, en fazla. Kimse kimseye gitmiyor, bayramda bile...”

Ne güzel bir anlatım. Keşke bu öyküyü yazsaydı Nurullah Kuzu; daha başarılı olurdu diyesim geldi.

Sadede gelirsek Varlık dergisinin ilk sayfaları Nayır'ın bildiğimiz, özlediğimiz Varlık'ı, diğer bölümü ise Van"a "Wan" diyebilecek "Welat" gibi bir şey...

Varlık, yalnızca "sahibi"nin değildir. Türk Dil Kurumu, Halkevleri gibi, bu yoksul ama "güzel" halkın, çağdaş uygarlık yolunda, Aydınlanma yolunda canla başla var ettiği önemli ve saygın kurumlardandır. Varlık dergisinin ideolojisi kuruluşunda kurucusundan bellidir. Varlık'ı Cumhuriyetin çökertilmeye çalışıldığı bu günlerde zamane (moda) ideolojilerle oyalamanın, en hafif deyimle bile bir karşılığı olmalıdır!

Madem konuya daldık ve ilgiliyi bulduk, sayın Osman Çetin Deniztekin'e bir kaç soru sormadan geçemeyeceğim:

Yaşar Nabi Nayır, Varlık dergisini kurarak bizzat emek verdiği, bugün bin bir meşakkatle sürdürmeye çalıştığımız "uluslaşma" sürecimizi, hele de "öz Türkçe" temelinde, Bayıldıran gibilerine o sayfalarda alay ettirir miydi?

Yaşar Nabi Nayır, Varlık dergisinde, değil Mustafa Kemal Atatürk'e, ölmüş, savunma yapamayacak birisi için, arkasından, "Kendisini öven şairleri milletvekili yaptı!" gibi düzeysiz değerlendirmelere, dedikodulara, "galiz" iftiralara yer verir miydi?

Yaşar Nabi Nayır, değil birincilik vermeyi, Nurullah Kuzu'nun öyküsünü Varlık sayfalarında yayınlamaya değer görür müydü?

 

LACİVERT Öykü ve Şiir Dergisi

Yıl: 10 N: 58 Temmuz-Ağustos 2014

Dergi Hülya Soyşekerci ile konuşmayla başlıyor. Bu tür konuşmaların yanında okurlar, bir de asıl maharetini, yani öyküsünü okumak isterler. .  Ziya Paşa’nın yazdığı gibi: “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz / şahsın görünür rütbe - i aklı eserinde…”! Ben de konuşmanın sonunda baktım Sema Targan’ın “Mercan adlı duyarlı dokunaklı öyküsü var

Lacivert’de çok temiz bir anlatımla yazılmış güzel öyküler var. Ama eksik olan ortak nokta konu seçimi. Son zamanlarda herkes yazar olabilir, yetenek filan önemli değil anlayışı gibi, öyküde her şey konu olabilir düşüncesi de yanlış bir düşünce. En az yetenek/anlatım kadar önemlidir konu seçmek. Derginin öykü yazarları Ahmet Arif Aydın, Muharrem Demirdiş, Tahsin Bingöl, Sibel Çaşkurlu, Eren Algül.

Taner Cindoruk ve Ergin Bingöl denemeleriyle yer alıyorlar.

Derginin “Dosya” konusu, “Yazar Örgütleri”. Oldukça ağır bir konu. Özcan Karabulut, Zafer Doruk, Tarık Günersel soruna bir yerinden dokunuyorlar. Bir yeri diyorum, oldukça yaşamsal bir sorun çünkü yazar örgütlerinin durumu. Biz toplumun en ileri kesimleri yazar ve şairler, Tayyip Erdoğan’ın bizi yönetmesinden utanıyoruz. (Kitap okumayan ama özetlerini yardımcılarından zaman buldukça dinleyen bir başbakan!) Ama şu bizim örgütlerimizin durumuna bir bakın; feodal birer derebeylik! Halkımıza kızıp ilenmeye hakkımız var mı?

Handan Gökçek’in “Edebiyat Atölyeleri” denemesi oldukça değişik bir yaklaşımla yazılmış. Edebiyat atölyelerini yazarların şairlerin birbiriyle ve okurla buluştuğu bir “Meserret Kahvesi”ne, bir “Divan Pastanesi”ne, “Bulvar Kahve”ye, Paris’in edebiyat kahvelerine benzetmiş Gökçek.

Dergide Nilgün Çelik ve Ali Güney’in kitap tanıtımları da var.

 

NOTOS Öykü, İki Aylık Edebiyat dergisi, (2014/3 Haziran-Temmuz 2014)

Notos’un bu sayısını Semih Gümüş değil Ahmet Ümit hazırlamış. “İyi Polisiye İyi Edebiyattır” sloganıya çıkan derginin başyazısını da yazan Ahmet Ümit, toplum olarak toplu cinayetlerin işlendiğini Soma’dan örnek vererek açıklıyor. Ya sınırımızın öte yanında 10 yıldır süren mezhep, ırk savaşları; emperyalist işgal! Böyle bir coğrafyada bireysel bir suçun peşinde sayfalar dolusu meşgul olmak bana biraz garip geliyor. Ben okuyamıyorum açıkçası. Eğlenmeye ya da heyecanlanmaya vaktim yok. Sırf IŞİD’i kimin yarattığını, nasıl cinayet işlediklerini araştırmak bile yorucu! Ahmet Ümit’in katilleri IŞİD militanlarının yanında hanımoğlanı, polisleri pastacı gibi geliyor!

Ben bizim gibi yarı sömürge – yarı feodal, az gelişmiş ülkelerde ”polisiye edebiyat”ın zorlama, reklam ürünü bir tür olduğuna inanıyorum. Kapitalist gelişmesini 100 yıl önce tamamlamış hukuk sistemi oturmuş kapitalist metropollere uygun bir tür “polisiye”. Afganistan’da, IŞİD’in Irak’ında, Tayyip’in polis, savcı ve hakimlerinin egemenliğindeki Türkiye'de polisiye mi olur a kardaş?

Notos’u da aldım ama bu yüzden okuyamadım; zaman ayıramadım bunca zorlamaya; özür. Ahmet Ümit bu türle kendini var etmeyi başarıyor; para kazanıyor, o kadar; afiyet olsun.

Ama dergide noktalı virgül tartışmasını konu eden yazı, Slavoj Zizek’le yazarlık üzerine konuşma dikkatimi çekti.

 

SİNCAN İSTASYONU, Temmuz-Ağustos 2014 N: 72

Dergi, Emel Kaya’yı kapak yapmış. Şairin “Dar Alan Lirikleri” "arka kapak iç"de. Tad vermedi şiir.

“Ne Var ne Yok” da: “Şair Akif Kurtuluş Somalı vatandaşı tekmeleyen Başbakanlık Müşaviri Yusuf Yerkel’e facebook’tan seslendi: ‘Kaybetmek istediğim düello teklifimdir: yer, saat ve silahı o seçsin.” haberi var.

Bölgede ve ülkemizde bunca ciddi gelişme yaşanırken ve “Soma” katliamı gibi çok ciddi bir olayla ilintili bu kadar ciddiyetsiz tavır -mı desem laf mı desem, ancak bu kadar olur. Nereden tutsam? Üzüldüm.

Muzaffer İlhan Erdost, “Yurdumsun Gülten Akın” başlığıyla yıllar önce TÜYAP’da yaptığı konuşmayı yayınlamış. “Tozlu Dosyalar Arasında” bulmuş konuşmayı.  “Anımsatma Notları” bölümünde de yazıyla ilgili bunca açıklamaya karşın Erdost’un tam olarak hangi tarihte bu konuşmayı yaptığı anlaşılmıyor.

Zerrin Taşpınar, öldürülen kadınlarımıza ağıt olarak “Duyulmayanın Türküsü” şiirini yazmış.

 

Ahmet Yıldız

Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)